30 Aralık 2008 Salı

İsa'dan Sonra 2009. anlar topluluğu

Bloglarda ve mesaj kutularında yeni yıl dilekleri ile ilgili yazılar var bu ara bolca. İnsanlığın hesabı kolay tutabilmek için bir araya getirip “yıl” adını verdiği “anlar topluluğu” karşısında kendimi düşündüm ben de...

Eskiden biten yılı (şimdi neden olduğunu daha iyi bildiğim nedenlerle) bir anlamda “harcanmış” algılar, biten yılda yapmadığım ya da gerçekleşmemiş tüm beklentilerimi gelen yıla yüklerdim. Sanki biten yıl suçluydu isteklerimi gerçekleştiremediği için ya da böyle algılamak işime geliyordu. Rahatlıyordum, suçu geçen yıla atıp beklentiyi gelen yılın sırtına yükleyerek... Hiç bitmeyen bir “bekleme ama neyi beklediğini de tam olarak bilmeme” modu... Nedense hayatın hep gelecek yıl başlayacağını, gelecek yılın çok daha güzel olacağını sanmalar, buna ciddi ciddi inanmalar... Peki geçen yıl da sadece bir yıl öncesinde başlamamış olan “yeni hayatım” değil miydi??? Günübirlik ama çok daha düşük farkındalık seviyelerinde, zayıf hedeflerle sürdürülen yaşamlar... Amacı ve ihtiyacı aşan sözler, harcamalar, ilişkiler, alışkanlıklar... Ne desen, ne yapsan, ne alsan yetmemesi durumu... Hep haklı çıkma, kazanan olma isteği... Yanına zaman zaman hortlayan ve sürekli şikayet üreten “kurban psikolojisi”nin de eklendiği...

İçimde “ama bu senin doğrun değil” diyen bir sesi hep duydum ben. Belki balık burçlarına has duyarlılık sebebiyle:) Duymama rağmen senelerce de duymazdan geldim: O bağırdıkça içeriden, ben onu duymamak için dışarıdan daha çok ses çıkardım. Onun “senin doğrun değil” dediklerini tepkisel bir şekilde daha çok yaptım. Çünkü o sesi dinlersem bir çeşit isyan bayrağı açmam gerekecekti, hissediyordum. O zaman kim severdi beni? Kim kabul ederdi? Korkuyordum. Mazallah, ya toplum dışı kalsaydım, herkes hakkımda konuşsaydı, eleştirseydi, çekiştirseydi beni???

Oysa ben herkes beni sevsin, kabul etsin, hakkımda iyi konuşssun istiyordum. Bunun için çabalıyordum; kişiliğimden, kendi isteklerimden taviz veriyor, sonra bir de yapmış olduğum bu “feda-kârlıklar” ile övünüyor, sırf bundan ötürü çok daha fazla güzel şeyi hakkettiğime inanıyordum. Sonra da neden olmadıklarına pek bir şaşıyor, üzülüyordum. Birisi sevmezse ya da yaptığım feda-kârlıklara nankörlük ederse Dünya başıma yıkılıyordu. O Dünya bana borçluydu oysa. Ben "feda" etmiştim her şeylerimi, şimdi "kâr" ını elde etmeliydim.

Paradoks da burada işte: Ben bunları yaptıkça içimdeki sesin volümü de giderek yükseliyordu. Dış sesimle bastıramayacağım kadar şiddetlendiğini farkediyordum. Yaptığım her bana iyi gelmeyen şeyi o görüyordu, herkesi kandırabilirdim ya, o kanmıyordu kesinlikle. Herşeyi görüyor ve biliyordu.

Bir zaman geldi, kendimi o sesi daha çok dinlerken buldum. İlk başlarda her dediğini ciddiye almasam ya da işime gelmeyenleri duymazdan gelmeye devam etsem de, bu sesle arkadaşlık etmek giderek daha cazip gelmeye başladı bana. Çünkü onu dinleyerek yaptığım şeyler beni daha çok tatmin etmeye başlamıştı. Bunun keyfini yaşayanlar bilir: O zaman, o sesi en “net” , en “berrak” şekilde duymanın peşine düşersiniz. Bilirsiniz ki ne kadar iyi duyarsanız, o kadar çok “size iyi gelen şey” yapacaksınız.

Böylece uzunca bir süredir yarı bilinçle yaptığım iç gözlemi, bu sefer kıyıya köşeye saklanmadan, kaçmadan “tam olarak orada olan” bir bilinçle yapmaya başladım. Zihnimi izledim ilk önce. O sesin sahibi zihin değildi, anlaması çok kısa zaman aldı. Eskiden zihnimi “ben” sanırken, zihnimin aslında “gerçek ben”i gerçekleştirmenin sadece bir aracı olduğunu farkettim. Buna “meditasyon” da diyebilirsiniz. Sistematik eğitim almadım ama okumuşluğum vardı. Yine de ben “kendi” yolumdan gittim.

Kolay mıdır iç sesi duymak ve dinlemek?? Hayır, değildir. Hele ki bugünün bol gürültülü, bol aksiyonlu, hep “talepkâr” Dünyasında hiç değildir. Ama bu sesin peşine düşecek kadar değer veriyorsanız bu alemdeki varlığınıza, hayatınızın en anlamlı keşfidir, emeğe değecektir. Gerçekten o sesi duymak isterseniz yolu kolayladınız demektir, çünkü “istemektir” işin özü ama “kalpten istemek”, kendini kandırmadan. Ve aman dikkat: zihninizin sürekli ürettiği endişeler, korkular, kaygılar, yargılar o sese ait değildir, karıştırmayın.

Bir kez o sesle teması kurduğunda tüm Evren ayağının altına serilmiş gibi hissedersin. Çünkü yaratıcı enerjinin içinde devindiğini ve kendinin de o enerjinin bir parçası olduğunu “bilirsin” artık. Bilirsin ki, artık o sesi dinleyerek yaptığın her şeyin sonucu sana iyi gelecek, senin en yüksek hayrına olacak. Bir şeyi “gerçekten” istersen olacağına, hayatın hep senin ihtiyaç duyduğun şeyleri sunacağına da eminsindir artık. Sesi duyuyorsan, kabullenmeyi, akışa teslim olmayı, ama bunların (çoğu insanın aslında tamamen yanlış algıladığı gibi) plansız ve hedefsiz bir şekilde oturmak, beklemek ve sadece istemek demek olmadığını zaten öğrenmişsin demektir.

Her yeni idrakte kendini hayat apartmanının başka bir katında bulursun: o katta farklı komşularla tanışır, farklı daireler görürsün, her dairenin farklı sorunu veya avantajı vardır bulunduğu kattan kaynaklanan. Üst katlara çıktıkça manzara giderek daha nefes kesici olmaya başlar ama, değdiğini görürsün bu katta yaşamak için ödediğin bedele.

Hayatın bir araya gelmiş “an” lardan oluştuğunu, insanın anları seçme ve yaratma özgürlüğüne sahip olduğu gerçeğini test etme, sorgulama ihtiyacı bile hissetmezsin artık. Çünkü öyledir. Bu boyut çapraz sorgulamanın ve şüphenin var olmadığı bir boyuttur. Sadece bilirsin. Artık yapmaya çalışmaz, çabalamaz, “olmayı” deneyimlemeye başlarsın. Daha önce düşmanın gibi görünen zorluklar ve acılar da artık gözünü korkutmuyordur, çünkü onların da aslında dostların olduğunu, senin en yüksek hayrına olacak ve seni başka bir aşamaya taşıyacak dersleri öğretmek için hayatına girdiklerini anlamışsındır. Hayat her anı sürprizlerle dolu bir maceradır artık, sürekli bir heyecan ve huzur duyumsarsın içinde. Hele ki "huzur", sana iyi gelen, senin doğrun olan şeyleri yaptıkça daha bir genişler, içindeki yerini gitgide daha çok sağlamlaştırır, sabitler.


Bu süreçte sadece varolmanın bile ne büyük mutluluk olduğunu, “şükretmeyi”, hayattan neyi nasıl isteyeceğimi ve istediklerimi nasıl elde edebileceğimi, en önemlisi kendi değerimi bilmeyi ve bu değere yaraşır hayat sürmeyi.......... öğrendim, öğreniyorum. Kendimi sevmeyi ve kabul etmeyi becerdiğimde başkalarının beni sevip sevmemelerinin, hakkımda ne düşündüklerinin artık önemli olmadığını, yine de tuhaf bir şekilde daha çok sevdiğimi ve sevildiğimi, “toplumsal kabul” beklentimin ortadan kalktığını, kalktığı oranda başka hayatlara daha anlamlı katkılarda bulunduğumu, bu şekilde sadece “bireysel” değil, “kollektif” mutluluk ve haz yaşanabildiğini, hayatımı içimden geldiği gibi organize edip yaşadıkça hayatın bana adeta ödül verir gibi daha fazlasını sunduğunu, bir sonraki günde bulunduğum farkındalık seviyesi ve bakış açısının bir önceki günden daha yüksek ve geniş açılı olduğunu, olmakta olanın zaten güzel olduğunu, hayatımda nelerin “gerçekten” kıymetli olduğunu anlayabilmem için hep sınava tabi tutulduğumu, kabaca “iyi” ve “kötü” diye nitelendirdiğimiz şeylerin aslında tek bir bütünün parçaları olduğunu, bana haz vermeyen ya da üzen şeyleri de içlerinde sakladıkları derslerle birlikte kabul etmeyi, alınan derse uygun yaşam pratiği geliştirmeyi, zaaflarımı onları sürekli tanımlayarak ve azarlayarak değil, sevgi ve anlayışla bağışlayarak iyileştirebileceğimi ............. farkettim, farkediyorum.

Defalarca baktığım yerlerde artık başka başka şeyler “görüyorum”. Gördüklerim adeta kendi yolumu bulmam için serpilmiş beyaz çakıl taşları gibi. Hayalini kurduklarım bir bir gerçekleşirken hayatımda, hayalini dahi kurmadığım şeyler de olmaya başladı, adeta “bonus” gibi... “Kendi” olan veya olma yolunda bir çok yeni insanla tanıştım, yüzlerinde yine kendimi gördüğüm hissine kapıldım. Kendi olmakla ilgili sorunu olan veya bu duruma tamamen yabancı olanlar da dahil oldular hayatıma, hep vardılar ama ben yeni yeni başka açıyla “farkediyordum” varlıklarını. Kendimi onlardan “ayırırken” yakaladım zaman zaman, ne de olsa “ben farklıydım” onlardan. Bu düşünceyi yakaladığımda kaldırıp kafamı baktım o insanlara bir daha, ne ilginçtir ki onların da yüzlerinde kendimi gördüm...

Daha iyi kullanmak ve yönetmek için anları birbirine ekleyip dakikaları, saatleri, ayları, yılları yarattı insan. Elbette hayatımızı kolaylaştırdı bu ölçüm: Bir referans noktası oldu pek çok plan ya da niyet için. Ama biz onu ölçtükçe, farketmeden zamanın içine hapsettik kendimizi de. Biz onu değil, o bizi yönetmeye, “efendimiz” olmaya başladı... Çünkü, ölçüldüğünde adına “gelecek” denen bir bilinmeyenle insanları ürkütmeye başladı. Anlar içinde içimizden geldiği gibi, “özgür” hareket etmektense, o hiç bilinmeyen geleceğini düşünüp kaygılanmaya, hayatını da bu kaygıların yönetmesine izin verdi insan. Ve elbette bu da bir “seçim”dir en nihayetinde, seçiyor olduğunu bilenler için.

Alışkın olduğumuz terminoloji ile Hz. İsa’nın doğumunu referans aldığınızda 2009’uncusu başlayacak anlar topluluğu içinde özgürce hareket edebilmemizi diliyorum ben sınırsız olasılıklar ve fırsatlarla dolu Evren’den kendim ve hepimiz için.

27 Aralık 2008 Cumartesi

AFRİKA'NIN ZİRVESİNE YOLCULUK -2


Tırmanışımız Kilimanjaro Milli Parkı’nın ana giriş kapısı olan Machame Gate’ ten geçip gerekli kayıt işlemlerinin ve taşıyıcıların organize edilmesinden sonra resmi olarak başlıyor. İlk gün 3000 metredeki Machame Kampı ’na çıkacağız. 2. gün ise 3850 metredeki Shira Kampı'na ulaşacağız.

İlk iki gün yağmur ormanlarının arasından, nispeten yumuşak eğimli patikalardan yürüyoruz. Ormanların içinden geçen tırmanış rotası, muson yağmurlarının yıkıcı etkisinden korunmak amacıyla kalaslarla desteklenmiş, adeta özel yürüyüş yolu haline getirilmiş. Bu nedenle ilk iki günümüz tırmanıştan ziyade, orta sertlikte bir doğa yürüyüşü havasında geçiyor.

Kilimanjaro Dağı’nın kendine özgü zorluklarını henüz görmüş değiliz. Şu ana kadar gördüğümüz bizleri adeta büyüleyen bir doğal güzellik. Öyle ki kendimizi zaman zaman masal ülkesinde hissediyoruz. İlk kez yağmur ormanı görüyoruz, ağaçların sıklığından ve büyüklüğünden gökyüzü görünmüyor. Yüzlerce farklı ağaç, bitki, sarmaşık türü ile karşılaşıyoruz. Tarzan’ın orman içi ulaşımını sağlayan sarmaşıkların gerçekten varolduğunu görüyoruz. Günlük ortalama yürüme süremiz 6-6,5 saat, bu aynı zamanda kamplar arasındaki ortalama mesafe. Henüz hava ılıman, gündüz güneş çıktığında 30 dereceye ulaşabiliyor.


Halat kıvamında sarmaşıklar...

İlk günler keyfimiz had safhada yerinde:)


Ağrı Dağı’ndan biraz farklı olarak, burada taşımada hayvan kullanılmıyor ve kamp yerlerine ulaştığımızda, bizden hızlı yürüyen taşıyıcılarımız sayesinde sadece yemeklerimizi değil, çadırlarımızı da kurulmuş, hazır buluyoruz. Büyük bir kolaylık, aynı zamanda Kilimanjaro’da tırmanıcıların uymak zorunda oldukları bir kural. “Eşyamı kendim taşırım, yemeğimi kendim yaparım” gibi bir seçeneğiniz yok, resmi makamların bu konudaki tavrı net. Aslında şaşırtıcı bir durum değil: Kilimanjaro Dağı Tanzanya devletinin en büyük gelir kaynaklarından biri. Yerel halk için de önemli bir gelir kapısı. Her yıl 250.000 kişinin bu dağa tırmanmaya geldiğini ve sadece %60’ının zirveye ulaşabildiğini öğreniyoruz. Tüm bu bilgiler titizlikle tutulan kayıtlardan çıkan istatistik bilgileri. Milli Park sınırı içinde kaza geçiren veya rahatsızlanan dağcıları kurtarmak üzere sürekli hazır bekleyen sağlık birimleri de var. Ayrıca, bir geçtiğiniz yerden bir daha geçmiyor, aynı kampta 2. kez konaklamıyorsunuz. Bu güzel bir uygulama, her seferinde başka bir bölgesini görüyorsunuz.

Dağda ilk kamp: Machame Kampı

Afrikalıların denge duyguları mükemmel. Zaten daha yoldayken her tür eşyasını kafasının üzerinde taşıyan yüzlerce insan görmüştük. Dağda da kural değişmedi. Taşıyıcılarımızın hepsi minimum 30 kg gelen büyük ekspedisyon çantalarımızı, her tür yükümüzü istisnasız kafalarının üzerinde taşıdı. Düz yolu da anlayamamıştım gerçi, ama kardeşim burası yokuş yukarı giden, yer yer uçurumların kenarından, kayaların üzerinden sekmek zorunda olduğun, bazen de kaya duvarına tırmanmanın gerektiği bir yer. Ve bu adamlar buraları kafalarının üzerinde kilolarca yük, ayaklarında zaman zaman terlik olduğu halde (evet, bildiğiniz şıpıdık terlik…) elleri ceplerinde, çoğu zaman ıslık çalarak geçiyorlar… Biz mi abartıyoruz acaba diye düşünmeden edemiyorsunuz:) Bu insanlar muhteşem, doğa ile uyumları mükemmel…

Bunu nasıl yaptıklarını hala anlamış değilim:))


Tırmanışın 3. günü artık ilk iki günün tatlı rehavet havasından çıkıyoruz. 3. gün “aklimatize” olma günü, çünkü bundan sonra Kilimanjaro Dağı’nı zorlu yapan özelliklerini yaşamaya başlayacağız.

Yükseklik artarken yağmur ormanları yerini daha bodur ağaçlara bırakıyor

Shira Kampı

Dağcılıkta 4000 m’nin üstü yüksek irtifa sayılır, bu seviyeden sonra insan sağlığı açısından ciddi riskler oluşmaya başlar ve tırmanışın bu riskler dikkate alınarak planlanması gerekir. 3. gün 3950 m deki Shira Kampı' ndan aklimatize olmak üzere 4600 m. deki Lawa Tower’ a çıkıp, tekrar (ama bu kez başka bir kamp alanı olan) 3950 m deki Barranco Kampı' na dönüyoruz.

Barranco Kampı'nın nefes kesen manzarası...

Yorucu bir gün oluyor, ekip arkadaşlarımızdan birinin başının ağrıması dışında bir sorunumuz olmuyor. Hava artık kapalı ve serin. Arada yağmur atıştırıyor.

AFRİKA'NIN ZİRVESİNE YOLCULUK - 1

Kilimanjaro Dağı'nın görüntüsü

2006 yılının Ekim ayında yaşlı Afrika Kıtası’nın en yüksek dağı olan Kilimanjaro’ya tırmanmak üzere Explorer Ekibi ile yine yollara düştük. Bu seyahatin bizim için önem ve anlamı çok büyük. İmkânsız gibi görünen bir hayalimiz daha gerçekleşmek üzere. ilk kez Afrika kıtasına ayak basacağız, ilk kez Güney Yarım Küre’ye geçeceğiz, bizim yaşadığımız veya bildiklerimizden çok farklı bir kültürle tanışacağız ve sınırımızı bir kez daha, bu kez Kilimanjaro Dağı’nın zirvesine ulaşmak için, zorlayacağız. Üstelik, yine, bana gurur veren ve zirve yolundaki en büyük motivasyonum olacak bir misyonum var.

Kilimanjaro Dağı Tanzanya’da, Kenya sınırına çok yakın bir bölgede. Hem Kenya hem de Tanzanya eski İngiliz kolonileri. Rehberimiz uçakta, dağın bir zamanlar Kenya sınırı içinde olduğunu, fakat İngiltere Kraliçesinin torununa hediye ettiği Tanzanya’da hiç karlı dağ olmamasına üzülerek, ufak bir sınır değişikliği ile dağı torununa hediye ettiğini, böylece Kilimanjaro’nun Tanzanya’ya geçtiğini söylüyor.

Yedi saatlik uçuştan sonra, sabahın erken saatlerinde Kenya’nın başkenti Nairobi’ye ulaşıyoruz. Beş kişilik ekibimiz heyecanlı. Bu tırmanışın hazırlığı aylar öncesinden başladı. Sadece teknik hazırlık değil, basitmiş gibi görünen seyahat organizasyonunun bile aylar öncesinden yapılması gerekti. Çünkü bölgeye fazla uçuş yok ve olanlar da genellikle dolu. Her iki ülke için de vize alınması gerekiyor. Ayrıca, hijyen sorunu yaşayan ve tropik iklime sahip bir ülkeye gidileceği için olunması gereken bazı aşılar ve seyahat öncesinden kullanılmaya başlanması gereken bazı ilaçlar var.

Uzun süren bu hazırlık sürecinin sonunda nihayet Nairobi’ye ayak basmaktan mutluyuz. Günü Nairobi’de gezerek geçirdikten sonra akşam üstü karayolu ile Tanzanya’ya doğru yola çıkıyoruz. Nairobi şehir merkezinde herhangi bir batı şehrinde görebileceğiniz manzaralar var, çünkü Kenya Afrika’nın sanayileşmiş ülkelerinden biri. Ancak kırsal alana çıktığınız anda, özellikle de Tanzanya sınırından geçince, manzara keskin bir şekilde değişiyor. Uçsuz bucaksız Afrika savanlarının arasından, gayet dar bir karayolu üzerinde ilerlerken ilk dikkatimizi çeken yerel kıyafetleri ile yolun iki tarafından yürüyen insanlar oluyor. Öğreniyoruz ki yürüyerek ulaşım Afrika ülkelerinin çoğunda yerli halkın tercih ettiği bir yöntem. Sonraki günlerde bu manzarayı kanıksayacağız, fakat ilk gün bu durum bizi bayağı şaşırtıyor.


Yol kenarlarından olağan manzaralar...

Beş saat süren minibüs yolculuğundan sonra, akşam saatlerinde Kilimanjaro Dağı’na tırmanışların başladığı şehir olan Arusha’ya ulaşıyoruz.
Arusha

21 Ekim sabahı, 6 gün sürmesi planlanan tırmanışımız başlıyor. Kilimanjaro Dağı aynı zamanda milli park olan bir bölgenin içinde. Tanzanya devleti bu bölgenin korunması ve tırmanışların belli kurallar çerçevesinde yapılması konularında çok hassas. Tırmanış için mutlaka yerli rehber ve taşıyıcılardan oluşan bir destek ekibi almak, tırmanışın başlangıcında ve ulaşılan her ara kampta kayıt yaptırmak zorundasınız. Dağda geçirilecek her gün için kişi başına belli bir ücret ödenmesi gerekiyor. Her taşıyıcının taşıyacağı ağırlık belli, taşıyıcı sayısı yükünüze göre belirleniyor ve girişte eşyalarınız tek tek tartılıyor. Çöp atmak, çöp bırakmak, araziyi tuvalet olarak kullanmak yasak. Bu konularda sıkı denetim var. Görevlilerin bu konudaki hassasiyetlerini görünce, bunların hiç birinin, Ağrı Dağı gibi her sene yüzlerce yerli yabancı dağcıyı ağırlayan önemli bir dağ için dahi, yapılmadığı kendi ülkemiz adına utanıyoruz. Rehberimiz Ertuğrul Melikoğlu ile birlikte 5 kişi olan ekibimize dağda kamp kurma, yemek yapma, ve eşya taşıma gibi lojistik hizmetleri vermek üzere 16 kişilik bir yerli destek ekibi eşlik edecek.
Her fırsatta şarkı söyleyip dans eden taşıyıcılarımız:)

Kilimanjaro Dağı “Afrika Kıtası’nın en yüksek dağı” olmasının yanısıra, “Dünyanın en büyük yanardağı” ve “Dünyanın tek başına duran en büyük dağı” ünvanlarının da sahibi. Dağ gerçekten çok büyük, öyle ki tamamını görebilmek veya bir fotoğraf karesine sığdırabilmek için birkaç yüz km açılmak, uzağına gitmek gerekiyor. Ayrıca, bulunduğu iklim kuşağı nedeniyle Türkiye ve dünyadaki pek çok dağdan farklı ve bir kısmı tamamen kendisine özgü ekolojik özelliklere sahip. Örneğin, hemen hemen tüm dağlarda 2000 m’nin üstünde artık bitki örtüsü bulunmazken, Kilimanjaro’da 2000 m ile 4000 m arasında farklı özellikleri olan yoğun bir bitki örtüsü bulunuyor. 3000 m’ye kadar uzanan yağmur ormanları, 3000-4000 m arası yerlerini maki tipi bodur ağaçlardan oluşan ormanlara bırakıyor.
Bir başka açıdan Kilimanjaro Zirvesinin görünümü

14 Aralık 2008 Pazar

Bir Mavi Yolcudan Meraklısına Mavi Notlar - 2

ilk mavi yolculuğumuz 21 Eylül 2008 sabahı, tam anlamıyla sırılsıklam Yasemin Sultan’ın Marmaris limanından demir almasıyla başladı. Bir gece önceki fırtına ve yoğun yağmur nedeniyle Marmaris limanı tekneleri koruyamaz hale gelince Yasemin Sultan dahil, limandaki teknelerin çoğu limanın karşısında, böyle durumlarda daha güvenli olarak bilinen bir koya sığınmışlardı. Tabii yine de yağmurun şiddetinden korunamadıkları için, teknemizin tüm tenteleri, tüm minderleri ıslanmıştı.

İlk mavi yolculuk olunca, hepimiz bir miktar endişelendik “ya tüm seyahat yağışlı ve rüzgarlı geçerse?” diye. Teknede en azından bir süre yaşama fikri bana hep cazip geldi. Denizle, denizcilikle ve özellikle yelkenle dünya seyahatleri hakkında epeyce kitap okudum. Biliyorum ki teknede yaşayınca havanın da her türüne hazır olmak lazım. Ama tabii gönül yine de sadece 5 gün sürecek ilk tekne yaşamımda yağmur ve fırtınayla boğuşmak fikrine sıcak bakamıyordu.

Yıllardır tatilimizin bir kısmını Eylül ayında yapıyoruz. Mekanlar aşırı kalabalıktan kurtulmuş, hava şerbet gibi, güneş de mükemmel bir açıda oluyor. Ama Eylül sonu güneyde bile havaların her gün, her an başka bir yüzünü göstermeye başladığı bir dönem, Temmuz’un, Ağustos’un istikrarı bu dönemde olmayabiliyor. Denizci takvimlerinde de bu tarihlere rastlayan çeşitli fırtınalar var. Diğer taraftan teknemizin silüeti o kadar güven vericiydi ki fırtına çıksa yine de keyfimizi pek bozamayacağını tahmin ediyorduk. Zaten biz limandan ayrılırken hava pırıl pırıl, gökyüzü masmavi, deniz de çarşaf gibiydi. Sanki bir gece önce herkesi korkutan o fırtına hiç olmamış gibi...
Gözden kaybolana kadar Marmaris’i seyredip, sonra teknenin burnundan karşımızdaki enfes mavinin seyrine dalıyoruz. Yüzlerde kocaman gülümseme, ne yapsak silinmiyor. Öğle saatlerinde “nasıl kuruyacak bunlar” dediğimiz tüm minderler kuruyor, biz de yayılıyoruz üstlerine... Kaptanımız haritadan rotamızla ilgili bilgi veriyor. Havanın durumuna göre rotanın değişebileceğini de belirtiyor. Sonuçta, hava bir daha kötüleşmediği için ilk gün konuştuğumuz rotayı yapabildik.

Rotamız :
1. gün Marmaris –Arap Adası – Bozukkale;
2. gün Bozukkale – Oğlan Boğuldu - Kızılada
3. gün Kızılada- Söğüt
4. gün Söğüt – Serçe - Kumlubük (Akvaryum)
5. gün Kumlubük - Marmaris

(3. gün “Tersane koyu” denen bir koyda rota dışı 2 saatlik bir duraklamamız oldu, teknenin sıcak su kazanındaki bir arıza nedeniyle. Tersane koyu, adından anlayacağınız gibi, guletlerin yapıldığı bir tersane. Öğrendiğimize göre, meşhur Rus multimilyarderi Abramovich’e devasa bir tekne yapılıyormuş burada. Üretilen guletler artık yurtdışına da satılıyormuş ve en çok talep, Dalmaçya kıyılarında da Türkiye benzeri mavi yolculuklar yapma niyetindeki eski Yugoslav devletlerinden geliyormuş.)

Marmaris yarımadasında daha pek çok koy var, ama biz belirlediğimiz süre dahilinde, Kaptanımızın da tavsiyesiyle, günde toplamda en fazla 3 saat seyir yapacak şekilde belirledik rotamızı. Çünkü, deniz seyri, hele bir de motor sesi eklenince yorucu olabiliyor. Bazı koylar mesafe olarak bu planlamanın dışında kalıyordu, elendiler. Kendilerini başka bir yolculuğun rotası yapmayı umuyoruz:) Kalabalık sezonda, teknelerin uymaya özen gösterdikleri bir gelenek daha var: her koyun belli sayıda tekne kapasitesi var, bir tekne (sanıyorum özellikle mavi yolculuk tekneleri için geçerli bu kural) o koyun tekne kapasitesi dolmuşsa, oraya giremiyor. Zaten tıka basa tekne dolu bir koyda ne kadar huzur olabilir? Daha önceki yıllarda özellikle Göcek ve Gökova taraflarındaki mavi yolculuklar hakkında bu yönde şikayet yazıları okuduğumu hatırlıyorum? Bu yerinde bir kural ama bizim uymamıza gerek kalmadı, çünkü belki de mevsim nedeniyle, koylar gayet tenhaydı.


Tekne adabıyla ilgili öğrendiğimiz bir diğer şeyse, tekne jenaratörlerinin koylarda ancak belli bir süre çalıştırılabilmesi ve sonra kapatılması zorunluluğu . İyi ki böyle, çünkü jenaratör sesi de bir süre sonra, tıpkı motor sesi gibi, yorucu ve sinir bozucu hale gelebiliyor. Söğüt’teki gecemizde bizlerle muhabbete dalan mürettabat jeneratörü kapatmayı unutunca, yakınlardaki bir tekneden uyarı mesajını aldık, bizimkiler panik halde hemen gidip susturdular jeneratörü.

Rotamızdaki koyların bir kısmı kayalık, bir kısmı makilik ve bir kısmı da orman kıyısıydı ama deniz istisnasız hep pırıl pırıl, tertemizdi. Her bir koy bize ayrı keyif verdi. Yine de "bir kaç tanesini seç ve tavsiye et” deseler, kendi adıma “Bozukkale, Söğüt ve Kumlubük” derim. Bozukkale’de, adından da tahmin edilebileceği gibi, bir Osmanlı kalesi bulunuyor. Oldukça büyük ve iyi korunmuş durumda. Kıyıdan hafif tırmanışlı trekking yaparak kaleye ulaşmak mümkün. Makiler arasında, göze hoş görünen bir taş yapı...

Söğüt koyu ise aynı zamanda mini mini bir köy ve çok sevimli. Hani romanlarda tasvir edilen “şirin, huzurlu, tipik Akdeniz köyleri” vardır ya, Söğüt bu tasvire tam anlamıyla uyuyor. Türkiye’de turizmi “güya” kalkındırma adına yıllardır yürütülen doğa ve kültür katliamı sonucu artık böylesi otantik, özüylü, görüntüsüyle, yaşamıyla Akdenizli, Egeli, Karadenizli sahil köylerini, kasabalarını bulmak zor. Bu anlamda Söğüt benim içimi mutluluk ve huzurla doldurdu. Tahmin edebileceğiniz gibi, köyün pek çok bölgesi sit alanı, korunmuş olmasını biraz da buna bağlamalı. Söğütlü olan Kaptanımız ve aşçımızdan köylülerin sit kapsamında olan arazilerini satma konusunda çok hevesli olduklarını, alıcıların da genellikle (güneyde heryerde olduğu gibi) İngiliz olduğunu öğrendik.

Özellikle son 6-7 yıldır Ege ve Akdeniz sahillerinde ciddi bir yabancı istilası var. Yabancılara mülk ve toprak satışı konusunda bir miktar hassas olan bir insan olarak bu durumu nasıl yorumlayacağımı artık pek bilemiyorum. Çünkü Ege’ye , Akdeniz’e yerleşmeyi seçen yabancıların büyük kısmı bu topraklara, bu kültüre gerçekten gönül vermiş insanlar ve ne yazık ki bizim insanımızın ve hatta devlet politikamızın ısrarla göstermediği saygıyı fazlasıyla gösteriyorlar sonradan gelip yerleştikleri bu topraklara. Yabancı nüfusun fazla olduğu turistik köy ve kasabaların görüntüsü bile farklı: Çok daha temiz, çok daha düzenli ve huzurlular.
Marmaris’ten önce uğrayıp konakladığımız son koy “Kumlubük-Akvaryum” ise rotamızın en “yeşil” durağı oldu. Ormanın denize indiği bir bölge, Marmaris’e en yakın koylardan biri olduğu için iki otel mevcut, fakat görsel olarak tabiata çoğu benzerlerinden çok daha saygılı olarak inşa edilmişler, bu yüzden gözü ve gönlü rahatsız etmiyorlar. Deniz burada ormanın yeşil yansımalarıyla turkuaz tonlarda dansediyor. Gayet derin bir koy olmasına rağmen, dibi net bir şekilde görüyorsunuz.
Mavi yolculuk boyunca “keyif sarhoşluğu” denen bir durumu yaşadık: Gözlerin şahit olduğu güzel manzaralar, denizden ve mutfaktan gelen kokular, denizcilik geleneği gereği geçen her teknenin selamlanması, güzel ülkemizin acımasızca yağmalansa da hala varolan daha nice güzellikleri olduğunu öğrenmek, “aşırı doz” oksijen ve iyota maruz kalmak, içki içmeseniz bile insanı sarhoş etmeye ve içinizi tarifsiz bir mutlulukla doldurmaya yetiyor. Yolculuk boyunca “çıplak ayak” dolaşmak, “ne giyeceğim?” diye bir derdin hiç ama hiç olmaması, geceleri güvertede, yıldızların altında uyumak da cabası... Kamaralarımızı duş-tuvalet haricinde neredeyse hiç kullandık, sadece son gecemizde sabaha karşı 5 civarı hafif bir yağmur yağınca kısa bir süreliğine kullanmamız gerekti o güne dek el sürülmemiş yataklarımızı.

Yemeklerden ilk yazımda bahsetmiştim. Aşçımız Murat abi ve miçomuz İbo’yu buradan bir daha anmak isterim. Murat abi neydi o yemekler öyle???? Hala kulaklarını çınlatıyoruz. Murat abi 46 yaşında, yetişkin 2 çocuğu olan, tipik bir denizci. Hep teknelerde çalışmış ama kendisi de sevdiği için uzundur teknelerde aşçılık yapıyormuş. Arada emeğine saygı göstermeyen yolcular oluyormuş, bunlara çok içerlediğini, ama yolcularını memnun ettiyse daha da bir mutlu olduğunu, yolcusuna göre muamele yaptığını söyledi. Eh, bizi sevdiğinden eminiz, çünkü bizden övgüleri aldıkça, coştu da coştu Murat abi. Hepimizi 4 günün sonunda 2’şer kilo fazla indirdi tekneden:) Ellerine ve emeğine sağlık diyorum bir kez daha.

Mavi yolculuk tekneleri belli saatlerde belli yerlere ulaşmak üzere “programlı” olduklarından, yelkenlerini pek fora etmiyor, motor gücüyle gitmeyi tercih ediyorlar. Ama Murat Kaptan bizlerin deniz ve yelken sevgisinden etkilenmiş olacak ki son gün bizi daha da “sarhoş etmek” için cenova yelkenini bastı. Sanırım yolculuğumuzdaki keyif anlarının doruk noktasıydı devasa cenova yelkeniyle yaptığımız seyir...Sen de sağolasın Murat Kaptan!

Biz tatili biraz da şehir hayatının klişelerinden, bir anlamda “medeniyet” ten kaçma ve “yeni şeyler keşfetme” fırsatı olarak algılıyoruz, tatil planlarımızı da bu doğrultuda yapıyoruz Alev'le birlikte. Siz de tatilden benzer şeyleri anlıyorsanız, şehrin alışkanlıklarının dışına çıkmak istiyorsanız “Mavi Yolcu” olmak size çok ama çok iyi gelecek.

Tavsiyemizdir.

12 Aralık 2008 Cuma

Bir Mavi Yolcudan Meraklısına Mavi Notlar - 1

Ege ve Akdeniz koylarını tekne ile denizden keşfetme fikrinin mucidi ve ilk uygulayıcısı “Halikarnas Balıkçısı” Cevat Şakir Kabaağaçlı ’dır. Kendisi zamanı aşan, nadide yetenekte ve güzellikte bir insan, yazar, ressam, botanikçi, tarihçi, filolog, mitolog ve daha bir şürü şeydir. Hayranı olduğum bu büyük insanı buradan bir kez daha saygı ile anıyorum. Türkiye’nin o zamanlar tam anlamıyla bâkir olan güzelliklerini daha çok insana tanıtmak amacıyla, külüstür takalarla ve türlü imkânsızlıklarla yaptığı bu keşif gezilerine zamanla eşini, dostunu da dahil etmiş, yıllar içinde sayıları gittikçe artan “mavi yolcularla” yapılan bu geziler günümüzde Türk turizminin hala önemli ölçüde otantikliğini koruyan dinamolarından biri haline gelmiştir.

İlk mavi yolculukların kaydı, Halikarnas Balıkçısı’nın gönül dostu, bir başka şahane yazarımız Azra Erhat tarafından tutulmuş, “Mavi Anadolu” isimli kitabında yayınlanmıştır. Mavi Yolculuğun “orjinal” tarihini ve Türkiye’nin nereden nereye geldiğini (kimi zaman da gelmediğini) bu kitapta okurken gerçekten çok şaşıracaksınız. Günümüzde herkes “Mavi Tur” diyor, ama mucitlerinin bu eşsiz tecrübeye uygun gördükleri isim “Mavi Yolculuk”, kendilerini de “Mavi Yolcular” olarak tanımlamışlar. Ben de daha ticari bir havası olan “mavi tur” yerine, bu ifadeyi kullanmayı uygun buluyorum.
Kitabı geçtiğimiz kış alıp, yaz tatilim için saklamıştım. Denizle, deniz kültürüyle, yelkenle, tekneyle ilgili kitaplara bayılırım, ama özellikle deniz tatillerinde bunları okumanın keyfi başkadır benim için. Denizi bu kadar seven bir insanın bu yaşına kadar mavi yolculuk yapmaması iç sıkıyordu doğal olarak, o nedenle geçen yaz tatilimizde “seneye bu işi mutlaka hayata geçirelim” diye konuşmuştuk aramızda.

Yapanların kesin tavsiyesidir mavi yolculuğa “kapalı grup”la çıkmak. Huyu huyuna, suyu suyuna uygun, keşif maceralarına her daim hazır ve nazır 6 kişilik mini bir grupla, 21 Eylül 2008 sabahı, Marmaris’ten çıktık hepimizin ilk mavi yolculuğuna.

Sabaha karşı Muğla il sınırında bizi karşılayan deli sağanağa silecekler yetmedi, arabayı kenara çekip bir süre şiddetini kaybetmesini beklemek zorunda kaldık. Bizi karşılayan Marmaris ve teknemiz de bu sağanaktan nasibini almıştı.

Mavi Yolculuk genellikle yine ülkemize has tekne tiplerinden biri olan guletlerle yapılıyor. Acenta sahibi arkadaşımız guletin fotoğrafını daha önceden bizimle paylaştığı halde, limanda bizi bekleyen teknenin fotoğraftakinden de güzel silüetiyle adeta büyülendik. Yaklaşık 28 m.lik, çift direkli, 2006 yılı yapımı, kuğu kadar zarif bir gulet Yasemin Sultan. 3 marifetli mürettebat ve 4 kamaraya sahip. 6 kişilik grubumuz için fazlasıyla büyük.

Bu işi defelarca yapmış olanlardan öğrendik ki Mavi Yolculuk’ta tekne seçimi çok önemliymiş; çünkü gayet kötü, bakımsız teknelere çatmak olasıymış. O yüzden tembihlenmiştik “kamaralarda bağımsız duş-tuvalet var mı”, “tuvaletler pompalı mı normal mi” (dalış yapanlar bilir pompalı tuvaletin ne azap bir şey olduğunu:)) gibi çeşitli soruların cevabını en baştan almak için. Acenta sahibi arkadaşımız sevgili Serhat sayesinde içimiz bu yönden rahattı aslında. Ama yine de buradan ilk kez mavi yolculuk yapacaklara benim de tavsiyemdir bu soruların mutlaka sorulması. Yasemin Sultan bir bakıma “5 yıldızlı otel” standardında bir guletti.

Mavi yolculuklar yine “genellikle” cumartesiden cumartesiye satılıyormuş, yani “genellikle” 6 gece ve 7 günden oluşuyor. Grubumuzdaki herkes deniz aşığı olmasına rağmen ilk yolculuk için 7 güne cesaret edemedik ve “4 gece-5 günlük” bir program yaptık. Hatırlatmak isterim ki, kalan günlerde tekne çalışmayıp limanda yatacağından, çoğu acenta böyle kırpılmış mavi yolculuk için daha avantajlı fiyat vermeyecektir. O nedenle ekonomik sebeplerle gün sayısını kırpmanın bir kazancı olmayacağını belirtmek isterim. Fakat acenta sahibi arkadaş olunca, lehe bazı kıyaklar yapılabilir, tıpkı bize yapıldığı gibi:)

Yolculuk öncesi acenta ile konuşulması gereken konulardan biri de yemek. Her teknenin aşçısı var ve denizci aşçılar gerçekten yaman oluyormuş. Bunu duyardım, dalış teknelerinden az-biraz görmüşlüğümüz de var ama bu kez bizzat ve baştan sona yaşadık, tecrübe ettik:)

Yemek konusunda iki seçenek var: acentadan yemek dahil fiyat almak ya da yemek alışverişinin yolcular tarafından bağımsız yapılması. Her halükarda aşçı hazırlıyor yemekleri ama az yiyen veya yemek konusunda aşırı titiz cinstenseniz, bağımsız gıda alışverişi sizin için daha uygun olabilir. Fakat uyarmak isterim: şu kadar kişinin, şu kadar gün, şu kadar öğün yemeğinin metrajını hesaplayabilmek kolay iş değil. Ayrıca, deniz havası gerçekten insana normal zamandan daha fazla yediriyor.

Yemek, ekibimizin hassas olduğu konulardan olunca biz orta yolu seçtik: Yolculuğa çıkmadan bir kaç gün önce acentanın belli yolcu sayılarına göre kullandığı standart kumanya listesini aldık, inceledik, zevkimize göre eklemeler-çıkarmalar-değişiklikler yapıp geri gönderdik. Acenta bu listeye göre alışverişi biz gelmeden önce yaptı, bize ise sadece tekne limandan ayrılmadan kasabı, manavı, balıkçıyı tek tek ziyaret edip paralarını takdim etmek düştü:) Bu alışverişin sonucu olarak ahçımızın ortaya çıkardığı yemekler lezzet ve sunuş olarak mükemmel, miktar olarak ise sağlam yeme kapasitesi olan ekip üyerileri için dahi hayli fazlaydı. Midemizi de, gözümüzü de, gönlümüzü de doyurdu:)

İçecek konusunda da mavi yolculukların bir raconu varmış: Yolcuların tekneye kendi içeceklerini getirmesi mürettebatça “genelde” hoş karşılanmazmış, teamül gereği içecekleri mürettebat satarmış, bu şekilde bütçelerine katkı sağlıyorlarmış. Bizim ekibin dikkat çeken “ortak” özelliği sıvının her türünü fazlaca tüketmesi, herkes kendini biliyor, o nedenle acentamızla bu konuyu şöyle çözdük: İçecekleri biz aldık, ama yolculuğun başında ve sonunda tekne mürettebatına geleneksel olarak verilen bahşişin miktarını yüksek tuttuk. Bu konuda tavsiyem, içecek alışverişinde herkesin kendi içeceği sıvı miktarı ve türünü hesaplaması ve bunların toplamının %10’u fazlasıyla alışverişin yapılması. Ve önemli uyarı: Lütfen “Oha! bu kadar çok şeyi nasıl içeceksiniz?” diyenlere kulak asmayın:) Biz bu uyarıyı bir miktar dikkate aldık ve 4. gün itibariyle “Mürettabat Bar” ın hesabına geçtik bile:) Hele ki yazın sıcak zamanlarında yapılan mavi yolculuklar da sıvının her türünün fazla fazla depo edilmesinde fayda var.

Mavi yolculuklarda günün en büyük eğlencesi öğünler ve içkiler; en keyifli an da tekne seyrinden, görsel güzelliklerden, oksijen fazlalığından ve denizde debelenmekten iyiden iyiye rehavete kapılmış yolculara yemeğin hazır olduğunu haber veren çan sesi... Hele de aşçınız bizim Murat Abi gibi marifetliyse, her öğünün şölene dönüşmesi kaçınılmaz.

Gelelim rotanın seçimine: Dediğim gibi, hepimizin ilk mavi yolculuğu olduğu için bu konudaki seçimi acentaya bıraktık. Serhat seçtiğimiz gün sayısının Marmaris’ten Göcek tarafına inmek için kısa olduğunu (toplamda bir gün deniz seyri yapmak gerekiyormuş) söyleyerek, en fazla 2-2,5 saatlik seyirlerle ulaşılan bir grup koydan oluşan Marmaris yarım adası rotasını önerdi. Seyirler de motor çalışıyor, uzun yolculuklar da motor sesi hakikaten can sıkıcı ve yorucu olabiliyormuş. Gerçi Yasemin Sultan’ın motoru da üzmedi bizi, çok ses çıkaran ve buram buram mazot kokutan cinsten değildi.


Türkiye’de pek çok farklı rotada mavi yolculuk yapılıyor. Bunların en popülerleri Göcek ve Gökova rotaları. Buralarda, yeşilller maviyle kucaklaşıyor.

Bilirsiniz, biz Türkler popüler olan şeylerin suyunu son damlasına kadar çıkarmayı severiz, çıkarırken çoğumuz “birazı da kalsın başkaları da faydalansın” demez. Hem okuduklarımdan hem de duyduklarımdan bu güzelim rotaların çoğunun çok ciddi kirlilik tehdidi altında olduklarını biliyordum. Kaptanımızın dediğine göre denizcilik kurallarına göre açık denizdeyken yapılması gereken sintine (tekne tuvaletlerine bıraktığınız izlerin saklanmakta olduğu depocuklar:)) boşaltımı, ne yazık ki pek çok bencil ve düşüncesiz özel tekne tarafından bu güzelim koylarda yapılıyormuş. “Adam yaz başında yatını demirliyor bir koya, bütün yaz aynı yerde kalıyor tekne, hiç seyir yapmıyor, sintineyi de doldukça oraya bırakıyorlar” dedi bizim kaptan. Bir özel tekneye Türkiye’de sahip olan sayısı azdır, denizi genellikle sevmeyen bir halk olduğumuz için tekne sahibi olanların deniz ruhuna aşık ve saygılı kişiler olacağını düşünmekle fazla iyiniyetli davranmışım anlaşılan. Binlerce yıl aynı şekilde kalmış, korunmuş güzelliklere bu tür bencil davranışlarla bir anda ve geri dönülemez şekilde zarar vermeye, sonraki nesillerin haklarını yemeye insan vicdanları nasıl razı oluyor acaba? Bu nasıl bir vicdan türüdür acaba?

Sevindirici olansa Marmaris koylarının hâlâ tertemiz olması. Her gün, en fazla 2 saatlik seyirler yaparak, ikişer koy değiştirdik. İlk gittiğimiz koylarda öğlen yemeği sonrasına kadar kalıyor, diğerinde ise akşam yemeğini yiyip, konaklıyorduk. Rotamızı ve seyahati 2. yazımda anlatacağım.

5 Aralık 2008 Cuma

Türkiye'nin Zirvesine Yolculuk - 2. Bölüm

3. gün bir gün önce aklimatize olmak için tırmanıp indiğimiz 4200 metredeki 2. kampa taşındık. Kampın toplanıp, katırlara yüklenmesi biraz zaman alıyor, genelde biz taşıyıcılardan önce yola çıkıyoruz, ama ne kadar önce çıkarsak çıkalım katırlar her zaman yolda bizi yakalayıp geçiyor.
Biz kamp alanına ulaştığımızda çoktan mutfak kurulmuş, yemekler pişmek üzere oluyor (Burada Explorer'ın efsane aşçısı Atilla'yı anmadan geçmek olmaz. Her daim gülen yüzü ile en zor şartlarda kurduğu ziyafet sofraları, yarattığı harikalar inanılmaz. Ertuğrul'dan sonra dağdaki tanrımız o :).

Büyük Şef Atilla

Bize sadece hemen çadırlarımızı kurup, yemeğe gitmek kalıyor. Ekspedisyon denilen bu tür tırmanışların en güzel yanı bu. Tüm malzemenizi sırtınızda taşımanız gerekmiyor, sadece günlük ihtiyacınızı taşıyorsunuz. "Ne yiyeceğim" diye düşünmenize de gerek kalmıyor.

Volkanik bir dağ olduğu için, Ağrı Dağı’nın eteklerinde görmeye başladığımız siyah bazalt taş ve kayalar yükseklik ve artan eğimle birlikte iyice irileşiyorlar. Görsel olarak harika bir şölen sunsalar da dikkatsiz atılacak adımları tolere etmiyorlar. Bir gün önceki aklimatizasyon tırmanışı nedeniyle gayet iyi olan performansımız, bizi 4 saat gibi, bir önceki gün yaptığımız tırmanıştaki bilinçli düşük hızımızın neredeyse yarısı kadar, bir zaman sürecinde 4200 metredeki kampımıza ulaştırıyor. Kampa yaklaşırken yukarıdan tam anlamıyla bir "güruh"un inmekte olduğunu gördük. Yaklaşık 100 kişilik (belki daha fazla) bir grup. Kısa süre sonra İranlı bir ekip olduğunu öğrendik. Tırmanış ekibinden çok "düğün alayı" na benziyorlardı:) Kadınların fazlalığı dikkat çekici, bu zorlu şartlara uygun dağcı kıyafetleri yerine, günlük kıyafetlerini, uzun palto ve baş örtüleriyle birlikte tercih etmişlerdi. İnanılmaz gürültücü, dağcılık kurallarını ciddiye almadıkları hem giyimlerinden hem davranışlarından belli, çok da neşeli bir ekip. Kadınların bazılarının yüzünde makyaj da vardı, siz hesap edin:)Malesef kamp alanını da pis bırakmışlar:(

İranlı şen dağcılar:)

Yerli rehberlerin refakatiyle yapmışlar tırmanışı. Hepsi de zirveye ulaşmış. Onlara refakat eden köylülerden biri "yirmişer yirmişer götürüp hepsine zirve yaptırdık, adamlar kendi ülkelerinden tecrübeli, iyi dağcılar "dedi. Yine de bu ciddiyetsizliğe hayret ettik. Eksik malzeme, uygun olmayan kıyafet, yetersiz rehber, bir kaç rehberin başa çıkamayacağı kalabalık... Ama işte ne yazık ki ciddi bir denetim ve kontrol yapılmıyor Ağrı Dağı'nda. Sadece tırmanıştan önce Doğubeyazıt'ta jandarmadan izin alınıp, kimlik bilgileri veriliyor. Yine de "eğer bu ekip bu şartlarda zirve yaptıysa, biz haydi haydi yaparız" diye düşünüp, moral bulduk.

Ağrı Dağı, diğer tüm büyük dağlar gibi, hava şartlarının belirsizliği ile ünlüdür. Önceden meteoroloji verisi alsanız dahi son an sürprizleriyle tüm programınızı bozabilir. Kondüsyon ve psikoloji olarak kendimi hazır hissettiğim için, benim asıl endişem hava şartlarıyla ilgili oldu. 4200m ye kadar hava arada kapansa da, genel olarak güneşli ve moral vericiydi. Oysa bir sene önce aynı zamanlarda tırmanışa giden daha tecrübeli bir ekip fırtına yüzünden zirve yapamadığı gibi, döndüğünde kampın da uçtuğunu görmüş (nitekim bizim tırmanışımızdan sadece 2 hafta sonra tırmanış yapan bir İtalyan bir ekipten 2 dağcı da olumsuz hava şartları ve bazı ihmaller sebebiyle hayatını kaybetti). İnşallah biz de aynı akibete uğramayız diye sıkça dua ettim.

4200 kampının 3200 kampının salon-salomanje ortamıyla hiç bir alakası yok. Dağ artık o kadar dikki, bu kamp alanı insan eliyle zar zor açılmış. Dolayısıyla oldukça zorlu şartlarda çadırlarımızı kurduk. Kamp içinde hareket ederken bile düşüp şaşmamak için çok dikkat etmek gerekiyor.

4200 m'deki evlerimiz

Tabii biraz gerginlik de var; çünkü bugün bir sonraki güne döndüğünde zirve yürüyüşümüz başlayacak. Çadırlar kurulduktan sonra, yemek çadırında yemeklerimizi yedik. Ertuğrul zirve yürüyüşü ile ilgili son bilgi ve talimatları verdi, kramponlar, kazmalar dağıtıldı ve geceyarısından bir saat sonra yemek çadırının önünde buluşmak üzere herkes uykuya çekildi. 3200m de olduğu gibi, burada da pek uyuyamadım. Oysa dinlenmek gerekiyor, dinlenmem gerektiğini düşündükçe uykum daha çok kaçtı. Alev daha rahat sanki... Ama heyecan benim yakamı bırakmıyor. Biraz huzursuzluk hissediyorum...

4200 kampına yerleştikten sadece 8 saat sonra, 26 Temmuz’un 2. saatinde zirve yürüyüşümüz başladı. Akşam teknik malzeme ve tırmanış planı ile ilgili tüm hazırlıklarımızı yaptığımızdan sabah organize olmamız çok kısa sürdü.


Liderimiz Ertuğrul Melikoğlu kendini dağlara adamış, hakikaten dağlara aşık bir insandır. Zaten neşeli, hoş sohbet bir tiptir ama onu bir de dağlarda, hele de zirve yolunda görmeli. Coştukça coşar, dağlarla konuşur, inanılmaz hikayeler anlatır, arada dağlara ve ekiptekilere naralar salar. Ekip için inanılmaz motivasyondur tüm bunlar. Dağda (veya herhangi bir doğa sporunu yaparken) liderinize, rehberinize güvenmek önemlidir. Türkiye'deki dağ kazalarına bir AKUT mensubu olarak, genelde hep o çağrılır.

Ertuğrul Melikoğlu

Ekip o kadar heyecanlı ve gergin ki, hazırlık aşamasında Ertuğrul ve yardımcı rehberlerden başka coşan ve yüzü gülen olmadığını söyleyebilirim:) Ahçımız Atilla da içi tıkabasa dolu kumanyalarımızı dağıtıp, en can alıcı motivasyon sözünü söyledi: "Döndüğünüzde zirve pastanız hazır olacak, bu pastamın şöhreti dünyaya yayılmıştır, kutlamaya az kaldı..."

Dağcılıkta zirve yürüyüşleri şafak sökmeden başlar. Bunun amacı, herhangi bir istenmeyen durumla karşılaşıldığında gerekli yardım faaliyetlerinin yapılabilmesi için gün ışığından azami faydalanılabilecek zamanı bırakmaktır.

Zirve Yolunda

Artık rotamız çok dik. Hava henüz ağarmadığı için kafa lambalarımız açık olarak, ağır tempoyla ilerliyoruz. Saatte 100 metre yükselip, her geçen saatte bir kısa mola veriyoruz. Tırmanışımızın başlamasından yaklaşık 3 saat sonra, Küçük Ağrı Dağı’nın hemen arkasından şafak sökerken, Liderimiz dağın en dik bölgesini geçtiğimizi söylüyor. Bu güzel habere rağmen devam ettiğimiz rotanın daha yumuşak olduğunu söylemek zor.

Az kaldı...

Dev kaya setlerini aşa aşa ilerlememize devam ediyoruz. Volkanik kayalar üzerinde azami dikkatle yürüyor, tırmanıyoruz. Tek bir dikkatsiz adım atmanın bedeli çok ağır olabilir. Ekip dizilişi gereği, Alev ile aramda biraz mesafe var. Her molada birbirimizi "iyi misin?" diye kontrol ediyoruz, aslında daha çok Alev beni kontrol ediyor. O duruma daha hakim ve rahat gibi, heyecanlı olan, her zamanki gibi, benim:) Saatler saatleri kovalıyor. Artık sonsuza kadar devam edeceğine inanmayı başladığım bu dev setlerden bir tanesini daha aşınca ansızın karşımızda eşsiz güzellikte bir buzul platosu beliriyor. Liderimiz platonun yukarı doğru kıvrıldığı tepenin zirve olduğunu ve şu an bulunduğumuz yerin 4900 metre olduğunu söylüyor. Şu anda zirve platosunda bulunuyoruz. Aşırı yorgun ama bunu umursamayacak kadar heyecanlı ve mutluyuz. Artık zirve ile aramızda sadece 165 metre var. Sert rüzgarlar esse de, güneş pırıl pırıl ışığıyla bize desteğini yolluyor adeta. Karşımdaki manzara beni büyülüyor.


Zirve Platosu

Bu noktada Liderimiz hava ve zemin şartlarını değerlendirip, buzulun kazma ve kramponla geçilebileceğini, sabit hat döşeyip emniyet almaya gerek olmadığını söylüyor. Aceleyle kramponlarımızı takıyoruz. Buzul geçişi tırmanışın en zor kısımlarından biri, çok dikkatli olunması gerekiyor. "Serak" denilen buzul çatlak ve yarıklarının yanlarından dikkatle geçiyoruz. Saat 8.30’da zirveye liderimizden sonra ayak basan ilk kişi oluyorum. Arkamdan tüm ekip arkadaşlarım birer birer zirveye ayak basıyor.


Zirveye ulaşılır da bu poz verilmez mi?

Ortam inanılmaz: çığlıklar, zafer naraları, tebrikler birbirine karışıyor, herkesin gözünden yaşlar akıyor ama aynı zamanda kahkahalarla gülüyoruz. Başardım! Başardık!

Zirve Hatırası:)

Bir kaç dakika sonra özel bir misyonu yerine getirmenin zamanının geldiğini düşünüyorum. Zirveye ulaşan dağcıların çoğu bir takım ritüellerle zirveye ulaşmalarını kutlar. Kimi bir sandıkta bulunan zirve defterine o anki hislerini yazar, kimi kendine anlam ifade eden bazı objeleri zirveye bırakır... Kişiden kişiye değişir... Ben de sırt çantamdan özenle katlanmış bayrağı çıkarıyorum. Alev de elinde fotoğraf makinesi biraz sonra şahit olunacak güzel merasimi kayda geçirmeye en uygun noktayı belirlemeye çalışıyor. Bayrağı büyük bir gururla açıyorum, esen şiddetli rüzgarla bir anda açılan bayrak zirvenin buz zemini, etrafta dans eden bulutlar ve mavi gökyüzüyle harika bir uyum içinde dalgalanmaya başlıyor. Çok mutluyum, dakikalarca dalgalandırıyoruz bayrağımızı, ekip arkadaşlarımın çığlıkları arasında.Kimse zirveden ayrılmak istemiyor.

Ama, her nekadar güneş parlasa da zirve aslında çok soğuk. Uzun süre yürüyüp iyice ısınmış vücutlarımız bir de artan adrenalin salgısıyla bir süre bu soğuğu hissetmiyor. Ama fotoğraf ve kutlama merasimimiz uzadıkça soğuk da kendini hissettirmeye başladı. Kaldı ki tırmanışın bittiği yer zirve değil, tırmanışın ilk başladığı noktadır. Yolumuz uzun, bu güzel anla vedalaşma vakti geldi. İstemeden ayrılıyoruz.

Zirve'den ayrılış


Saatler sonra kampa ulaştığımızda bizi Atilla'nın muhteşem "zirve pastası" ve akşam yemeği karşılıyor. Aslında ayakta zor duruyoruz ama bu pastanın anlamı çok büyük, törenle kesilecek, afiyetle yenecek. Aynen de öyle yapıyoruz. Pastamızı daha önce üç kez Ağrı dağına tırmanya gelmiş, her seferinde ya sağlık ya da hava muhalefeti nedeniyle amacına ulaşamamış sevgili Ahmet Abimize kestiriyoruz. İyi ki yılmamış, 4. seferde başardı işte:) O da çok ama çok mutlu görünüyor...

Meşhur Ağrı Dağı Pastası

Ve akşamüstü saat 6 civarında Explorer kampı sakinleri çadırlarına çekilip , ertesi sabaha kadar sürecek belki de hayatlarının en uzun, en derin ve en keyifli uykusuna dalıyorlar...




3 Aralık 2008 Çarşamba

Türkiye'nin Zirvesine Yolculuk - 1. Bölüm

Tırmanışın başladığı köyden Ağrı Dağı'nın görünüşü

Ağrı Dağı’nı hep merak ettim. Türkiye’nin en yüksek, dünya tarihinin ise belki de en mistik coğrafyası çocukluğumdan bu yana beni hep etkiledi. 2006 Temmuz ayında hayalimizi gerçekleştirmek üzere yollara düştük. Bu henüz emekleme döneminde olan dağcılık faaliyetlerimizin en zorlu tırmanışı olacaktı. Doğal olarak heyecanlıydım. Heyecanımın bir sebebi de yüklendiğim özel bir misyondu.
Teknik personelimiz dışında bu ekspedisyonun katılımcısı olan 22 kişinin ilk Ağrı Dağı tırmanışı olacaktı. Liderimiz Ertuğrul Melikoğlu geçmişi fazla uzun olmayan Türk dağcılık tarihinde önemli bir isim ve ülkemizde yetişen en başarılı dağcılardan biridir. Onun öğrencisi olduğuz için kendimizi şanslı ve ayrıcalıklı hissettiğimizi söylemeliyim.

Tırmanışımız 23 Temmuz 2006 sabahı Ağrı'nın Doğubeyazıt ilçesinden başladı ve 27 Temmuz günü tekrar ilçeye ulaşmamızla sona erdi. Başından sonuna; beslenmeden, malzemeye, aklimatizasyondan tırmanış zamanlamasına kadar, her detayı profesyonelce ve özenle planlanmış bir organizasyondu.

İlk gün şen şakrak, 6 saatlik bir yürüyüşle ulaştığımız 3200 metredeki birinci kampta iki gün geçirdik. Eğimi ve taş büyüklükleri yavaş yavaş artan patikalardan sıkıntı yaşamadan ilerledik. Ağrı Dağı'nda kamplar arası yük taşımasını katırlar yapıyor. Bu hayvanların gücüne, yol bulma güdülerine ve dengelerine hayran olmamak imkânsız... Sakin, ne yaptıklarını bilen ve güvenilir bir halleri var.

Cefamızı çeken katırlar

Bu kamp, altında devasa ovaların yemyeşil bir okyanus misali uzandığı, güzel bir düzlükte bulunuyor. 3200 m'de olduğunuzu ancak karşıya ve aşağıya bakıp, artık nokta kadar görünen yerleşim alanlarını görünce anlıyorsunuz. Bu minik (!) fark dışında, sanki bir mesire yerine pikniğe gelmiş gibi hissedebilirsiniz:)

3200 m deki Kampımız

Daha ilk günden güzel bir ekip uyumu yakalıyoruz. Bir kısmı kış boyu aynı hayali birlikte kurarak antrenman yaptığımız arkadaşlarımız, bir kısmı Türkiye'nin farklı şehirlerinden ve yurtdışından gelen insanlar... Ekibin bu kadar kısa sürede kaynaşmasında Liderimiz Ertuğrul Melikoğlu'nun kişiliğinin ve Explorer teknik ekibinin payı büyük olsa da, dağcılık sporuna kısa sürede bizi bu kadar bağlayan önemli özelliklerinden biri olan insanın içindeki "olumlu" güçleri ortaya çıkarmasına yaptığı katkıyı unutmamak gerek.

Artan yüksekliğin ve aşırı yorgunluğun insan bedeni ve psikolojisinde yarattığı etkiler... Saatler süren sessiz, dikkatli ve ağır tempolu yürüyüşler... Şehir hayatının bilinen tüm konfor ve güvenlik unsurlarından uzakta, başka bir gücün kurallarına teslim oluş... Tüm bunlar insanın günlük hayatta dikkatini çekmeyen, çoğu zaman hiç bilmediği bir başka (belki de "gerçek") "kendi" ile yüzleşmesine de vesile oluyor. Tanıdığınız bu yeni insan bazen iyi, yardımsever, cesur ve güçlü, bazen de agresif, bencil veya korkak olabilir. Hiç endişelenmeyin: Bu hem hayatı, hem de kendini keşif yolculuğu. Sadece bir dağın zirvesine değil, kendinize de gidiyorsunuz. Meditasyon yapan insanlar kendi içlerindeki farklı yüzlerle sıkça buluşur ve bunun nasıl büyük bir haz olduğunu bilirler. Ancak hiç meditasyon yapmamış olanlara bu eşsiz tecrübeyi, çok başka koşullar altında olsa da, tatmaları için dağlara gitmelerini rahatlıkla tavsiye edebilirim.

2. gün "aklimatizasyon" günü: Bugün aklimatize olmak için tırmanıştaki 2. (ve son) kamp mekanı olacak 4200m'ye tırmanıp, tekrar geriye, 3200m'deki kampımıza döneceğiz. Dağcılık sporunda insanın artan yüksekliğe uyumu, eksikliği halinde en önemli risk faktörünü doğurduğu için, önemlidir. Yükseklik arttıkça azalan basıncın etkisiyle oksijen insan vücudunun alışık olduğu yoğunluğunu yitirmeye başlar, dolayısıyla vücudumuza ihtiyacımız olandan daha az oksijen girer. Bu da insanlarda genel olarak “irtifa hastalıkları” denen ve ölüme kadar gidebilen bir dizi rahatsızlığın oluşmasına sebep olabilir. Bu istenmeyen sonuçları önlemek için, uygun gıda ve bol miktarda sıvı tüketiminin yanı sıra, ilk kez çıkılacak yüksek irtifalara vücudun uyumunu sağlayabilmek için yapılan ön tırmanış, ağır hareket etmek, çıkılan yükseklikte bir süre bulunduktan sonra başlanılan noktaya geri dönmek ("yükseğe tırman, alçakta uyu" diye kabaca tercüme edeceğim "climb high-sleep low"prensibi) gibi faaliyetlere “aklimatizasyon” deniyor. Aklimatizasyon süreci ihmal edilmiş bir tırmanışın başarıya ulaşması, en azından sağlığınızı koruyarak, mümkün değil.

4200 m 'ye tırmanış biraz zahmetli oldu. Çünkü 3200m'ye kadar tatlı tatlı artan eğimler artık dik yokuşlara dönüşmüş durumda. İrtifanın insana neler yapabileceğine dair ilk örneği 4200 m'ye ulaşınca verdiğimiz bir mola sırasında yaşadık: 3 arkadaşımız bu başarıyı kutlamak üzere "sembolik" bir halay çektiler, topu topu 3 ya da 5 saniye. Ama o halaydan sonra kendilerine gelmeleri epey uzun sürdü, yere yığılıp kaldılar, nefeslerini normale döndürmeleri epey zamanlarını aldı:) İşte yüksek irtifanın kendisini en masumane şekilde hissettirme şekli... Yükseklerde ağır ama çok ağır hareket etmek gerekiyor, belli bir seviyenin üstünde zaten isteseniz de hızlı hareket edemiyorsunuz, ama mesela kendinizi görece iyi hissetmelerinize aldanıp, cengaverlik yapmamakta fayda var:)