27 Kasım 2008 Perşembe

İLK MİM:)

Aman aman, ne mutlu bana: henüz 2. yazımı yayınlamadan "mim"lendim. Blog okurken görürüm, "sobelendik", "mimlendik" derler, birileri bir soru veya anketimsi bir liste yollar, yolladığı kişiler cevap verir. Cevap veren de alır mimi başkalarına paslar. Eğlenceli bir blog oyunu:)

İlk Mim'im çok özel birinden: Sevgili Zeynep Everi 'den... Daha bir çok harika özelliğinin yanında, 90lı yılların başında Power FM'de enfes sesiyle sunduğu "Sevgi Dolu Saatler" den (şimdi de Power XL'den) hatırlayacağınız muhteşem kadın!!! Heyecanlanmaz mıyım??? Hem de nasıl... Cevapsız bırakır mıyım? ASLA:))

Mim'in konusu: En sevdiğiniz 10 yer (neresi olduğunun önemi yok ama "görsel destek" şart). Yer sınırının olması iyi, yoksa listenin sonu gelmez:)

İşte benim sevdiğim yerler:

1. EVİMİZ -TERASIMIZ
Genel olarak ev hayatını seven bir insanım. Ev "kale"dir, huzurdur, "ben" dir, "biz"dir. İçinde bir de kedimiz Safran'ımız vardır. Karşı dairemizde can arkadaşlarımız Canan ve Orkun vardır. Evlendiğimizden bu yana aynı apartmanın en üst katında bir dairede oturuyoruz. 4 yıl bir dairede oturduk, son 2,5 yıldır da onun karşısındaki dairedeyiz. Ayrılamadık bu kattan ve binadan. Bir kaç sebebi var ama en önemli iki tanesi: şehir merkezinde olup aynı zamanda şehrin dışındaymış hissi veren "sessizliği" ve "terası". Teras, sıcak günlerin en büyük eğlencesi bizim için. Her sene yenilerini yetiştirdiğimiz -eklediğimiz çiçek ve bitkilerle, şehir ortasında tatile gitmiş hissini bize her gün yaşatan bize ait bir "cennet".



2. KAŞ
Ruhumun bir parçasının yaşadığı, ilk kez 98'de Alev sayesinde gördüğüm ve görür görmez vurulduğum yer. Turkuaz denizi, kızıl toprağı, eskisi gibi olmasa da hala korumaya çalıştığı mütevaziliği, Kaş Oteli, Likya uygarlığı, sakinliği, havası, yaylaları, koyları, dağları, sualtı alemi, insanları ...... Ve daha bir sürü sebeple...



3. SÖKE-KUŞADASI-İZMİR


Evet 3 yer oldu aynı maddede, farkındayım. Ama "memleketim" deyince ben bu üçünü birbirinden ayıramam. Bu üç şehir birleşip benim "memleket" denince anladığım şeyi oluşturuyor. Annem, babam, kardeşim, yeğenim, Uğurcum, akrabalarım, dostlarımın bir kısmı oradalar. Beni ben yapan tohumların atıldığı, serpildiği, hayatın "keyif" kısmına, "cefa" kısmından daha fazla yatırım yapan, eşit, aydın, rahat, duygulu ve güleryüzlü insanların yaşadığı, her mevsimi ayrı güzel, huzur veren topraklar... Eh biraz reklam oldu, ama memleketiniz sözkonusu olunca objektif olmak kolay mı??? Çok severim, özlerim...



4. ERDOĞAN'IN YERİ
Söke -Bodrum yolundan Güllübahçe sapağına girip denizi solunuzda görene kadar gidin (Siz denizi görmeden önce yaklaşık bir 30 km devasa Söke Ovası uzanıyor olacak solunuzda, tamamı ailemize ait... deeeeermişim:))))). Burası bizim memlekette "Karina" diye bilinir. Aslında Dilek Yarım Adası'nın (Yerel ağızla "Kalamaki") tam arka sırtıdır ve Dilek Yarımadası Milli Parkı içindedir. Kıyıdan biraz içeride, yine görenlerin aklını başından alacak, birbirinden güzel taş evlerden oluşan Doğanbey Köyü vardır. Bir zamanlar orman vardı burada denizle koyun koyuna, acımasızca yaktı birileri 90ların başında... Şimdi boş, köylüler yine de ellerine geçen zeytin fidanlarını dikiyorlar her yere ama bir daha orman olmayacağı belli. Neyse, burada , yolun sağında görüp görebileceğiniz en "nev'i şahsına münhasır" insanlarından biri olan Erdoğan'ın işlettiği bir balık restoranı vardır. Derme çatma bir yerdir ama bundan daha güzel pişmiş balığı başka yerde yemedim. Buraların en eski mekanlarındandır. Erdoğan prensip sahibidir: Sadece ızgara balık, salata, peynir ve zeytine yer verir restoranında. Son yıllarda müşteri talebi doğrultusunda az biraz geliştirdi menüyü ama balığın yanına gitmeyeceğini düşündüğü hiç bir şey satmaz, balığa hakaret kabul eder:) Erdoğan "tek kişilik" bir tiyatrodur: kendi söyler, kendi güler, bir söyler on güler, sevdiği masalara "solo" gösteriler yapar, konserler verir (masanıza soloya geldiyse bilin ki kıymetli müşterisiniz:)) Servisini de aksatmaz. bir defa balığı sadece o pişirir, kimseye el sürdürtmez (hakikaten böyle balık ızgara yapan az bulunur). Kıymetli müşterilerini kapıda selam çakarak, esas duruşta karşılar, öyle de uğurlar. Hanımına "patron" der. Öyle renkli bir kişiliktir ki yayılan şöhreti sayesinde TRT dahil bazı kanallarda haber programlarına, belgesellere konu olmuştur. Erdoğan babamı çok sevdiği için biz oraya gittiğimizde bize özel muamele (ve tabii bolca solo gösteri) yapar. Orada güneşin batışı da farklı gelir insana. Daha ne diyeyim, yolunuz oraya düşerse mutlaka görün, deneyin...




5. ABANT - AKÇAALAN

Hayatımıza iki yıl önce girdi ama merkeze kuruldu... Hep "doğa içinde, denize yakın bir evimiz olsa, orada yaşasak" hayali kurduk Alev ile. İşlerimiz nedeniyle henüz kıyıda bir kır evine yerleşmemiz olası değil. Ama niyetimiz o kadar güçlüymüş ki 2 yıl önce bir fırsat geldi ayağımıza; bir başka doğa ve hayvan sever insan olan kayınvalidem sayesinde bu fırsatı değerlendirdik. Şirin mi şirin bir evimiz oldu Abant Gölü'ne yakın bir dağ köyünde... Evren "şimdilik yaşam gerçeklerinize daha uygun olan bu evi armağan ediyorum size" dedi gibi geldi bana, şükranla kabul ettik:) Ahhh ne iyi ettik... Hayatımızda yeni bir dönem açtı. Kolay ulaşılabilir ama bir o kadar da izole bir yerde, hem her yere yakın hem uzak bir lokasyon, ormanın kalbinde. Oksijen fazlalığından sarhoş oluyor, her seferinde ormanda yeni yollar, yeni bitkiler keşfediyoruz. Her fırsatta kaçıyoruz ona. Doğada yaşamayı öğreniyoruz, doğayı, bitkileri, köy hayatını tanıyoruz. Hayatımızda yaptığımız en güzel işlerden biri...



6. GELİDONYA FENERİ

Çankaya'da, Atakule'ye çok yakın bir sokağın içinde, şipşirin bir restoran. Sahibi Akdeniz mutfağı konusunda çok tecrübeli bir kişi. Tipik bir balıkçı lokantası, her şey kararında. Mavi-beyaz, mütevazı ve tertemiz bir dekorasyonu, enfes mezeleri ile Ankara'da bize Ege ve Akdeniz keyfini yaşatan bir yer. Bir Girit ezmesi var ki... Kelime yetmez tarife... Ağırlıkla Yunanca çalıyorlar ama Türk müziği de dahil (Zeki Mürensiz meyhane olur mu?) çeşitli Akdeniz ülkelerinin müziklerine de yer veriyorlar. Resmi yok ama buyrunuz linki:
http://gelidonyafeneri.com/gelidonya.asp?id=49

7. KAPADOKYA

Çok gittim, yüzlerce defa daha giderim. Her seferinde tekrar tekrar hayran olurum. Bana göre bu bölge hakikaten perili ve büyülüdür. En son 2006'da gitmiştim arkadaşlarımla. Bu son seferde Yunak Evleri diye inanılmaz bir butik otelde kalmış, balonla ilk seyahatimizi de yapmıştık. Balon bu dünyada yaşanabilecek en güzel tecrübelerden biri bana göre, hele de Kapadokya üzerinde seyrediyorsa... Tanrı yaratırken gerçekten Türkiye'ye ayrıcalık yapmış, keşke tüm vatandaşlarımız bunu anlasa...




8. MAZI KOYU

İşte bir başka "saklı cennet" daha. Bodrum' a gelirken, Güvercinlik'te, "Mumcular" a ayrılan bir sapak vardır. Buradan devam edersiniz sonunda ulaşacağınız yerdir Mazı Köyü (ve koyu). Alev taa 90ların başında, Atlas dergisinin bir sayısında görüp vurulmuş buraya; "bir gün buraya gideceğim" diye saklamış. Kısmet 2005 yılınaymış:) Köy deniz kıyısından içeride, yukarıda. Sit alanı olmasa çoktan yağmalanmıştı, ama şükür ki direniyor. Yanyana bir kaç koy var aslında, Mazı onlardan biri. Hurma ve Çökertme de hatırladığım diğerleri... Bir kaç pansiyondan başka hiç bir şey yok. Onlar da doğanın içine gömülmüş, görsel olarak hiç bir rahatsızlık vermiyorlar. Biz bilmiyoruz ama buranın müdavimleri de İtalyanlarmış... Oradaki her iki pansiyon da yüksek sezonda tamamen İtalyanların emrine amade çalışıyorlar 20 yıldan fazladır. Biz mayıs ayında gittiğimiz için Taş Pansiyon bize kapılarını açtı, sahibi Mehmet Taş köyün muhtarı (hala öyle mi bilmiyorum), çok ilginç, aydın bir Egeli. Şairdi aynı zamanda, şiirlerini bizimle paylaştı. Mazı koyu çam ormanları, zakkum ağaçları ve maki bitki örtüsünün içiçe girdiği bir yer. Kısa veya uzun trekkinglerle tüm koyları yürüyerek gezebilirsiniz. Sağolsun İtalyanlar (Niye İtalyanlar? Niye Türkler değil???) trekking yollarını, Likya yolunda olduğu gibi, işaretlemişler. Hurma Koyu'nda genelde yelkenli ve mavi tur teknelerinin uğradığı çok güzel bir restoran da var. Çökertme köyü de görülesi...



9. GÜRCİSTAN

İlk kez 2006 yılında, iş sebebiyle gittim Gürcistan'a. Benim için 2003'te gittiğim Moskova'dan sonra en şaşırtıcı ve etkileyici "eski demir perde ülkesi" tecrübesi oldu. Hopa sınır kapısından geçer geçmez, neredeyse "ansızın" farklı bir iklim kuşağına geçiyorsunuz. Batum, Kuzey Karadeniz'de olmasına rağmen, yarı tropik bir iklim kuşağında . Görmeyince inanılmıyor ama burada bol miktarda bambu ve Türkiye'de zor zahmet yetişen (hatta belki artık yoktur) manolya ağaçları (hatta ormanları) var mesela:) Pek çok eski demir perde ülkesi gibi, bu ülkelere gittiğinizde zaman makinasıyla bir 30 yıl öncesine gönderilmiş gibi hissetmeniz kaçınılmaz. Ben de yarattığı hissi böyle tanımlıyorum. Ama tabii o kadar hızlı dönüşüyorlar ki... İyi midir kötü müdür, bilinmez...Gürcistan bizim jenerasyondan sonra gelenlerin artık bilmediği ama bizlerin (ve öncekilerin) gayet iyi bildiği "eski Türkiye" hallerini yaşıyor hala. Günlük hayat içinde ilk dikkatinizi çeken eskilik, tozlanmışlık, köhnelik, naiflik ve yokluk hissi... Ama ben bu hisse bayılırım, saygı duyarım, herkes ve herşey aynı, tornadan çıkmış gibi tek tip olmak zorunda değil. Ülke yemyeşil...Devasa manolya ağaçlarının havaya saldıkları kokuyla mis gibi kokuyor Gürcistan. Tiflis'in silüetini görüp kendinden geçmeyecek çok az insan vardır bana kalırsa. Masallardaki "beyaz atlı prensin ülkesi" gibi göründü gözüme. Vadi içine kurulmuş, yemyeşil ve yamaçlarında yüzlerce minik kilisenin yer aldığı, minicik bir başkent. Batum ise sayfiye şehri, evler dökülse de tamamen yöreye has mimariyle yapıldıkları için yine de çok güzeller. Mutfağı , hele ki şarapları enfes. Bir de yine ülkeye has meyveli gazozları ve "haçapuri" denen yöresel peynirden yapılan pidesi meşhur. Gürcistan ışık hızıyla değişiyor, "minik bir Amerika" olmak istiyor (görünüşe göre başka şansı da yok, hatta Tiflis'teki ana bulvarın adı "George Bush":). Elinizi çabuk tutun, en kısa zamanda hala başka bir zamanda yaşayan bu masal ülkesini görün.



10. TANZANYA

Ne desem az, yetmez, olmaz... Zaten Tanzanya hakkında bir süre yazmaya niyetliyim burada. O nedenle kısa keseceğim. Cennetin göklerde bir yerlerde değil de dünyada olduğuna inananlarınız için... Bir ahhh çekeyim ve bir daha bir daha gitmeyi dileyim...




Sanırım şimdi ben de bu mim'i başkalarına paslamalıyım. Usulü tam bilemiyorum, sevdiğim bogcuların çoğu kıdemli blogcu, muhtemelen çoktan mimlendiler bu konuda, cevaplarını verdiler... Ama el mahkum, ben bu mim'i paslamalıyım birilerine. Hadi bakalım: Dilara (JTB), Pisikopati, Çakıl ve Burcu (Yansıma - Yanılsama), ben pası size atıyorum:))

24 Kasım 2008 Pazartesi

BİR MERHABA DA BENDEN...


Blog macerasına atılalı aslında epey bir zaman oldu. Amacım hayatımda yeni bir şeyler oldukça yazmaktı. Bir süre iyi gitse de, bir zaman sonra çeşitli sebeplerle uzun süre güncelleyemedim. Başak da uzundur kendine blog açmaktan bahsediyordu. Evde sık konuşulmaya başlanan bir konu olunca, ben de blogumu yeniden canlandırmak istedim. Ama birlikte fikir alışverişi yaptıkça, tek bir blog fikrine ısınmaya başladık. Ne de olsa benzer hayat görüşlerini paylaşıyoruz ve çoğu deneyimi de birlikte yaşıyoruz Başak ile. Aşağıda ki yazı benim kendi blogumun ilk yazısıydı, buranın da öyle olsun:)

20 Mayıs 2007 Pazar
Her şeyin başı...

Deneme bir, iki.. bir iki... Uzundur istiyordum böyle bir şey yapmayı. En son 1997 senesinde Amerika'dayken günlük tutmuştum, neredeyse 10 yıl olmuş. İşte sonunda bir yerinden başladım. Gittiğim yerleri, gördüklerimi, çektiğim fotoğrafları, naçizane maceralarımı ve görüşlerimi aynı frekanstan olanlarla ve daha az görüştüğüm sevdiklerimle paylaşmak çok güzel olacak.

MERHABA:)

Yazmaktan bazen çok keyif alır, bazen sıkılırım. Sıkılmadan yazdığım zamanların getirileri de hoş olmuş, o yazıların bazıları çeşitli vesilelerle dergi ya da gazetede çıkmıştı. Sıkılıp yazmadığım dönemlerde ise yaşadıklarımın sadece “görsel” kayıtları kaldı geriye. Şimdi düşününce, zamanında bana inanılmaz keyif ya da ders vermiş pek çok seyahatin, anının, duygunun bana hissettirdiklerini bir kenara not almadığıma üzülüyorum.

Ben yeni yer görmeyi, yeni insan tanımayı, yeni bir şeyler öğrenmeyi çok severim. Kendimi pek bir şeyle sınırlamam. Bazılarına “maymun iştahlılık”gibi gelebilir:) Ama ben hayatı “kendini ve dünyayı keşif macerası” olarak algıladığım için halimden memnunum. Öğrendiklerimi hayata geçirmeye gayret ederim, bundan çılgınca keyif alırım:) Blog işine kalkışırken de ilk amacım bu özelliklerim sayesinde hayatıma tecrübe olarak kattığım şeylerin bende bıraktıkları “izin” bir de yazılı kaydını tutmaktı. Yine de genel olarak kısıtlamayı ve kısıtlanmayı sevmediğimden, bu blog için bir “konsept” vaadim olmayacak.

Fikir bir senedir var ama hayata ancak geçiyor işte. Uzadı, çünkü ilk başta “ya sıkılırsam?” kısmını kafamda tarttım (nitekim okuduğum bazı bloglar “sıkılma” gerekçesiyle hayata veda etmişlerdi), sonra “nedir bu blog işi?” diyerek nette bu alemin içine daldım. Daldıkça bir çok güzel insan ve bir çok güzel fikir keşfettim. Öyle ki her gün günlük gazeteden daha çok takip etmeye başladım onları. İtiraf etmeliyim ki, bu kadar yaratıcı blog ve üretken blog yazarını okuduktan, tanıdıktan sonra “eh artık sıra bende” demek hiç kolay olmadı. Blog okuma tarihimin başlangıç noktası Sevgili Dilara’nın Journey To Blue ’su idi. Hala da en sevdiğim bloglardandır ve bu sayede hayatıma kattığım güzel bir insandır Dilara. Bana bu konuda fikir ve ilham verdiği için kendisine ayrıca teşekkür ediyorum.

Yola yalnız çıktım ilk başta. Sonra, yine benim gibi yola yalnız çıkarak bir blog açmış ama bir çok sebeple güncelleyememiş olan eşim Alev ile, biraz da son dönemde birlikte kafa yorduğumuz “sadelik” düşüncesi doğrultusunda, blogları birleştirme kararı aldık. Bu hem derli topluluk adına, hem de çoğu deneyimi birlikte paylaştığımız için makul geldi bize. Alev'in eski yazılarını da buraya taşıyacağımız için, ilk başlarda eski tarihli yazılar olacak bazıları. Ben de eskilere uzanıp, yazıyla yeniden canlandırmaya çalışacağım bazı seyahatlerin ya da olayların ben bıraktığı tatları... Bazen Alev yazacak, bazen de (tahminen daha çok) ben... Belki de mesleğim gereği, ben lafı uzatmaya meyilliğimdir; Alev de, belki de mesleği gereği, daha “az ve öz” yazar.

Bu dünyaya girip “hoş bulalı” çok olmuştu, şimdi biz de hoşgeldik deyip başlayalım.

Böylece hepinize MERHABA...