30 Aralık 2009 Çarşamba

"KOZMİK ODA" DEĞİL "KOZMİK BAĞ":)


Hayatın sürekli olarak beni şaşırtması kadar sevdiğim bir şey yok. Şaşkınlığa sebep olan olaylar bazen can sıkıcı, üzücü, bazen de şahane ya da mucize kabilinden olabiliyor. Her durumda, kimi ancak gidince, kimi de geldiği an şöyle düşündürüyor bana: "Hayat yine de ve her durumda güzeldir". Sanırım kişisel özelliklerim arasında en beğendiğim de bu. Yoksa algıları fazlasıyla açık, hassas ve bir de üstüne havai bir balık insanının bu dünyada hayatını idame ettirmesi epey zor olurdu:)

İnsan tanımak, tanıdıklarımdan yeni şeyler öğrenmek ana besinim. Hal bu olunca, blog işine soyunarak aslında kendi besin zincirime ne önemli bir katkı yaptığımı da yeni yeni anlıyorum.

Hayat felsefesini referansım olarak aldığım sevgili Merve İldeniz'in kişisel web sitesindeki forumu sayesinde zamanında hayatıma pek çok güzel insan katmıştım. Sanal ortamdan ilk kazançlarım olmuştu hepsi de... Site çoktan kapandı gitti, ama orada kurduğumuz arkadaşlıklar aynen duruyor.

Blog kültürü sayesinde tanıyıp sevdiğim ilk insan ise (artık bilmeyen kalmadı) Dilara'dır, kıymetlimdir kendisi bir çok sebepten. Burada yazmaya başlayıp, başka sevdiğim yazarların yazdıklarına not bırakırken iletişime geçtiğim, farklı farklı şeyler paylaştığım pek çok şahane insan geldi arkasından. Aralarında çeşitli sebeplerden kendimi daha yakın-daha özel ilişki içinde bulduklarım oldu, oluyor; içi dışı bir, harbi insan Handan gibi mesela... Bir süredir sık sık konuşup yazıştığımız, 40 yıllık ahbap misali dertleşip birbirimize akıl fikir verdiğimiz ve kendimize "kozmik arkadaşlar" adını yakıştırdığımız Özlem gibi mesela...

Bunları niye yazıyorum? Çünkü az önce son yıllardaki en anlamlı hediyemi aldım bir özel insandan. Aslında adresimi sorduğunda anlamıştım bir şeyler. Yine de bugün elime geçen hediyenin kendisi ve ona eşlik eden mektubun içeriği beni kendi tahminimden bile daha fazla şaşırtıp, mutlu etti.

Sevgili HaNdE; sana bir çok şey için teşekkür etmek istiyorum: kozmik bağlara, sevmek ve yakın hissetmek için ille de fiziken görmek, beklentisi ya da nedeni olmak gerekmediğine, aslolanın ruh birliği-gönül bağı olduğuna dair inançlarımın sağlamasını bir kez daha yapmama vesil olduğun için... Veee seneler önce, evlendiğimiz yıl evimize giren hırsıza kaptırdığım, annemin hediyesi olduğu için kaybı içimi yakan, o bugün bugündür hep "alayım" deyip nedense almadığım, o çok sevdiğim inci küpelere yeniden kavuşmamı sağladığın için... Almayışımın sebebini bugün öğrendim işte, demek onu yerine geri koyacak olan senmişsin:) Teşekkür ederim güzel insan. Mektubunda yazdığın herşeyin kat kat fazlasını senin ve hayatı senin gibi algılayan tanıdık tanımadık insanlar için ben de diliyorum.

Evet artık kalkışa hazırız. Bu gece 2010'u diğer can dostlarla birlikte karşılamak üzere Alaçatı'ya uçacağız. Fakat ben şu an kanat takmış gibi hissettiğim için, uçağa da gerek kalmayacak gibi uçmak için:)

27 Aralık 2009 Pazar

NAVİGASYON:)

Yılın son günleri hareketli geçiyor. Bugün, 2009 başında edindiğim "Zamansız Ajandama" yıl boyu tutuğum notlara gözattım. Genelde okuduğum kitaplardan, beğendiğim, "ilham verici" bulduğum paragraflardan oluşmuş. Arada benim ya da bizim için anlamı olan bazı olayların da notlarını düşmüşüm. Velhasıl aklıma ve ruhuma iz bırakanların özetini oluşturmuş bu notlar.

Çoğu insanın "yeni yıl kararları" için düşündüğü, listeler yaptığı, isteklerini, beklentilerini sıraladığı bu dönemde, işin gerçekten özüne dokunmuş bir kaç paragraf dikkatimi çekti okuduklarım arasında. Robin Sharma'nın "Ermiş, Sörfçü ve Patron" kitabından:

"Her insanın bir tek gerçek işi vardır: Kendine giden yolu bulmak.

Ona düşen kendi kaderini keşfetmektir, rastgele bir kaderi değil.

Ve keşfedince de onu sonuna kadar ve kararlılıkla kendi içinde yaşamaktır.

Başka herşey "sahte varoluş"tur; kaçınmaya, kitlelerin ideallerine doğru kaçmaya, tutuculuğa ve insanın kendi içselleğinden korkmasına işaret eder.

En büyük değerini belirle,

Hayatını aslında nasıl yönetmek istediğini tanımla

Ve nelerin seni mutlu ettiğini düşün.

Kendine karşı dürüst olmak için hayatını hangi standartlar çerçevesinde yaşaman gerektiğini netleştir.

Sonra, gerçekten (ama gerçekten) "özgün" bir biçimde düşünsen, hareket etsen, hissetsen dünyada nasıl bir yerde olacağını bul.

Nasıl biri olurdun?

Nelere artık tahammül göstermezdin?

Hangi faaliyetlere artık katılmazdın?

Hangi insanları hayatından bilinçli olarak çıkarmayı seçerdin?"

Hepinize yeni tecrübeler, sizi yukarı çeken, kalbinizde ve ruhunuzda "ışık" yakan insanlarla dolu, yeni yeni farkındalık düzeylerine erişeceğiniz, kendinize giden yoldan fazlaca sapmadan, kararlı adımlarla yürüyeceğiniz, doyumlu ve huzurlu bir yıl dileriz:)

20 Aralık 2009 Pazar

9. ŞAPKA PARTİSİ'NİN ARDINDAN


Bir "Şapka Partisi"ni daha sağ salim yapıp, birbirinden renkli anılarıyla geride bıraktık. Sık sık söylüyorum; bu blogu oluştururken amacımız hayatımızı renklendiren anılarımızı bize edindirdikleri tecrübelerle birlikte kayıt altına almaktı. 2001 yılından bu yana istisnasız her sene düzenlediğimiz Şapka Partisi bunlardan biri işte...

2. yılında katılım için şapka takma kuralını getirdiğimiz partimize ilk yıllarda klasik, biraz sonrasında enteresan ama satın alınmış şapkalarla geldik. 2005 yılında bir arkadaşımız ilk kez kendisinin tasarladığı, tepesinde düğmesine bastıkça dönen pervanesi olan bir şapka ile katılınca, gelecek yılların en büyük eğlencelerinden birinin yaratılmasına da ön ayak oldu. O yıl şapka tasarlamanın, şapka almaktan daha keyifli olacağına karar verdik. 2006 yılında ilk kez "şapkanızı tasarlayın" dedik.

Tasarım şapkada ilk zirveyi 2007 yılındaki partide yaşadık. Kırmızı - beyaz giyinme kuralı da ilk kez o yıl konmuştu [ikide bir "kural" diyorum ama bunların hepsinin organizasyonu daha da farklılaştırmak , renklendirmek, abartmak ve dolayısıyla rutin hayatın, rutin eğlencelerin dışında bir şeyler yaratma çabası olduğunu anlamışsınızdır sanırım:)]. O yıl katılımcılar yarattıkları şapkalarıyla olay ve heyecan yarattılar. Zaten 2007'den sonra bir daha hiç bir şey eskisi gibi olmadı... Çıta öyle bir yükseldi ki artık bunun düşmesine hiç birimiz izin veremezdik. Aslında bunun için endişenmeye gerek yoktu (yokmuş).

Bir şeyler yaratıyor olmanın verdiği keyif bağımlılık yaratan cinstendir, 2007 itibariyle katılan herkes "bağımlı" hale gelmişti bile... Sonrasında tasarımda giderek harikalar yaratılmaya başlandı. Giderek daha çok katılımcı dahiyane fikirler ve ciddi el emeği ile oluşturulmuş şapkalarıyla gelmeye başladılar.

Bu yıl tasarım şapka katılımında da rekor düzeye eriştik, 50 katılımcımızın 40'a yakınının şapkası tasarlanmış, özel olarak uğraşılmıştı. İnsan yaratıcılığının sınırının olmadığını tekrar ve tekrar bu basit denilebilecek aktiviteyle yaşıyoruz. Hiç bir şapka bir diğerine benzemiyor. Bu kısım gerçekten hayret verici. Son 3 yıldır herhangi bir şekilde fikren ya da uygulama olarak birbirinin aynı ya da benzeri olan şapka görmedik.

Şimdi biraz 2009'un şapkaları konuşsun:

Alev'in şapkası "Kral aç"

Renay ve şapkası "Pop Star"

Güçlü'nin şapkası "Topbaş", Özge'nin şapkası "Hepsini ben emdim", Burcu'nun şapkası "Gökkuşağı"

Barış'ın şapkası "Simitçi":)

Ejder'in şapkası "Rock DJ"

Nerzan'ın şapkası "Mado'da buluşalım"

Tuğrul'un şapkası (tabii görebilirseniz) "Le Minör":)

Dilara'nın şapkası "Lady Di in Ascott"

Taylan'ın şapkası "Kafalar 1500"

Ayşe'nin şapkası "Kafadan iç"

Güçlü'nün şapkası "İşçinin yeni yıl rüyası"

Altuğ ve Vildan'ın tasarımları: "Galyalılar":)

Canan'ın şapkası "Aynı anda kaç kişi emebilir?"

Dilber'in şapkası "Hayaller üzerinde dört nala giden mor at" (at bu fotoda görünmemiş:)

Aylin'in şapkası "Yin-Yang"

Aylin'in şapkası "Çilekli Bon Bon"

Ayşem'in şapkası "Alway Cik cik"

En Yaratıcı Şapka yarışmasının 2009 yılı 1.si benim. "Ören Bayan" isimli şapkamı yaparken de çok eğlendim.

Bendeniz "Ören Bağyan", ödülümü gururla gösterirken:)

Yünlerden bir şey yapmaya aylar önce karar vermiştim. Yaratıcı Şapka Yarışmasında şapkanıza verdiğiniz isim de önemli oluyor, yaratıcı bir isim nedeniyle çok puan alan şapkalar da oldu geçmiş yıllarda . Sonra "ören bayan" logosunu yünlerin üzerinde de kullanmaya karar verdim. İnternette "ören bayan" logosu ararken, bir grup yaratıcı grafikerin ören bayan logosu ile bir yarışma yaptıklarını ve birbirinden çılgın ören bayan logoları ürettiklerini gördüm; logoları onlardan seçtim.

Şapkamdan detay: Ören Bayan'ın bilmediğimiz halleri:)

Şapkam bayağı ağırdı, idare etmesi biraz zor oldu:)

Alev ve Renay her partide katılımcılara ısrarla "şapkanızı tanıtın, yarışma öncesi kulis yapın" diye tavsiyede bulunurlar, bu sene tavsiyelerine ben de "ciddi ciddi" uydum. Aslında bunu, evsahipliği pozisyonu nedeniyle, biraz da insanları bir sonraki sene farklı pazarlama yöntemleri yartmaları için gaz vermak amacıyla da yaptım:) İşi iyice abartmak için seçtiğim birbirinden çılgın "ören bayan" logolarından stikerler yaptırdım, bunları geceye her gelenin yakasına "oyunuzu bana verin" diyerek yapıştırdım:) Gerçi, bu kulise çok de gerek yoktu, çünkü şapkamın kendisi hakikaten iddialıydı:) ("Mütevazi" bir insanımdır gördüğünüz gibi:)) Her gören "Bu sene 1.lik kesin senin" dedi.

Ören Bayhan:)

" Ören Bayan" "Aç Kral" ile:)

Tabii ki bu işin "geyiği", amaç yarışmaktan çok eğlenmek ve bizler gibi gelen ve yarışan herkesin çok eğlendiğini biliyorum.

Bu yılın ilk beşi:
1. Ören Bayan
2. Aynı anda kaç kişi emebilir?
3. Simitçi (kendi tabiriyle "Zitçiieee":)
4. Çilekli Bonbon
5. Galyalılar
Önümüzdeki yıl Şapka Partisi'nin 10. yılı, şimdiden heyecanlanıyoruz, şimdiden birbirimize "seneye görürsünüz öyle bir şapka yapacağım ki hepinizi silip süpüreceğim" demeye başladık:) 10. yıl olacağı için belki bir miktar kostüm de girebilir işine. Neden olmasın???

2009 Şapka Partisi Hatırası...

10 Aralık 2009 Perşembe

9. ŞAPKA PARTİSİ

1995 senesinin yaz ayında üniversitede yaz okuluna kalmıştım. Burada okuduğunuz ve okuyacağınız bir çok macerayı birlikte paylaştığımız dostum Renay da. Gündüz okula gider, akşamları bizim evde buluşur, yemek yerken günün havadislerini paylaşır, rutin ders çalışma seanslarımıza geçmeden önce de yaz okulu bitince çıkmayı umduğumuz tatilimizde neler yapacağımızın hayalini kurardık.

Hala okuyucusu olduğum Atlas dergisini o yıllarda satın almaya başlamıştım. Dergilerden birinde Kaş diye bir sahil kasabasını görüp, vurulmuştum. Bir akşam resimlerini gösterdiğim Renay "abi tatilde buraya gidelim o zaman" dedi. Bu tatili büyük bir olaya dönüştürmeye karar verdik. O zamanlar internet var tabi ama bizde veya çevremizde kimsede yoktu, yaygın değildi. Önce güzel bir antetli kağıt hazırladık, arkadaşlarımızın hepsine tek tek resmi bir dille tatile davet mektubu yazıp postaladık. Resmi bir dille yazmamızın bir sebebi vardı elbette. Benim ve Renay'ın "murahhas azası" olduğumuz bir hayali bir vakıf adına yazmıştık mektupları. Takip eden günlerde hayali vakfımızın davetine katılacağını ve/veya katılamayacağını bildiren bir sürü mektup aldık. Sonuç olarak 30 kişiye yakın bir grup Kaş'da harika bir tatil geçirdik.

İşte "Sosyal Hayatı Güçlendirme ve Geliştirme Vakfı", yeni ismiyle "Sosyal Hayatı Güçlendirme ve Geliştirme Hareketi (SHGGH)" ilk olarak böyle kuruldu. SHGGH'nin amacı üyelerinin ve üyelerinin tanıdıklarının sosyal hayatlarını zenginleştirmek için sadece ve sadece eğlenmek ve eğlendirmektir. 2001'den bu yana her sene Aralık ayı içerisinde arkadaşlarımızın ve onların arkadaşlarının katılabildiği [bir çeşit "saadet zinciri" yani:)], katılan herkesin orjinal bir şapka ve kırmızı-beyaz renklerde giyinerek ile gelme şartı olan bir "Yeni Yıla Merhaba" yemeği organize ediyoruz. Sağolsunlar, bu yıla kadar yakın arkadaşımız Burcu, bu sene de bir başka yakın arkadaşımız Canan Yalım (CY Tasarım) SHGGH'nin bütün organizasyonlarında küratör olarak desteklerini esirgemeyerek, organizasyonun giderek daha yaratıcı ve eğlenceli hale gelmesine katkıda bulunuyorlar.

Bu eğleceli teaser'ların yaratıcısı sevgili arkadaşımız Canan ve ekip arkadaşları.


Tabii "orjinal şapka" tanımını açmak lazım biraz. Gecenin esas olayı aynı Eurovision yarışması gibi oylanan (Televoting) bir yaratıcı şapka yarışması. İşin en eğlenceli kısmı da bu zaten. Gece boyunca herkes şapkası için kulis yapıyor, gecenin sonunda ise oylama yapılıyor. Oylama için aynen Eurovision'u taklit ediyoruz, amacımız eğlenmek o yüzden puanlar verilirken her tür şaklabanlık serbest. Oylama, bazen "komşu masalar birbirine oy veriyor, hakkımız yendi" gibi itirazlara rağmen aslında son derece objektif:) En iyi yaratıcı şapka 1.,2. ve 3.leri için ödüllerimiz var. Bir de SHGGH'nin sembolü "geyik ve boynuz" olduğu için, hareketimizin Murahhas Azaları [yani patronları:)] olarak Renay ve benim tamamen "subjektif ve keyfi" kararlarla verdiğimiz "Yılın Geyiği" ödülümüz var. Her sene yemeğe katılanlardan biri "Yılın Geyiği"seçilir ve en büyük ve önemli ödülümüz olan geyik boynuzundan tacı kafasına takar...:))

Parti ile ilgili haberler ve detaylar bu teaserlar ile davetlilere gönderiliyor. Bu teaserlar üzerinde düşünülmüş, planlanmış çalışmaların ürünü.

Bu sene 9.su yapılacak Şapka Partimiz 12 Aralık Cumartesi gecesi, bir sene hariç tam 7 yıldır bize güleryüzlü ve yaratıcı personeliyle mükemmel bir şekilde ev sahipliği yapan Gordion Otel 'de. Bu vesileyle Otel sahibi sevgili arkadaşımız Tacdin'e ve Otel Müdürü Esra Hanım'a ve Ayça Hanım'a da çok teşekkür etmek isterim.

Şapka Partimizin 2007 yılında yapılan 7.si dergiye de çıkımıştı

Özenle ve yaratıcılıkla hazırlanmış şapkalarla 12 Aralık'da 9. Yılbaşı Yemeğimizde görüşmek üzere.
(Geçen sene Şapka Partisi hakkında Burcu'nun yazdıkları için bkz: http://burcuca.blogspot.com/2008/12/yln-son-gnleri-ksa-ksaa.html)

30 Kasım 2009 Pazartesi

KÖYDE YAŞAM - ZAMAN GEÇİRME ŞEKİLLERİ


Geçtiğimiz haftasonu arkadaşlarımızla bol eğlenceli bir Abant kaçamağı daha yaptık. Daha yeni "permakültür" eğitiminden gelen arkadaşımız Berke'den gayet faydalı bilgiler edindik konuyla ilgili. Hatta ilk "kompost yapma" deneyimimize giriştik. Hiç aşı, gübre, ilaç görmemiş "süper organik" elma ağacımızın elmalarını topladık. İyi durumda olanları paylaştık, diğerlerini kompost yapımına ayırdık. Eğitim notunda yazdığına göre; "permakültür, doğal sistemlerin gözlemine dayanan, doğal bir ekosistemin istikrarına, dengesine ve dirençliliğine sahip insan yerleşimlerinin ve yaşam alanlarının tasarımı için kullanılan bir tasarım bilimi" demek.

Görünmüyor ama ağacı sallayan ağacın tepesine tünemiş olan arkadaşımız Berke:)

Kasım sonunda beklenmeyecek kadar bol güneşli, güzel bir hava vardı Abant'ta, o yüzden keyifli yürüyüşler yaptık orman içinde, renk renk yaprakların oluşturduğu halılar üzerinde.

Bu yürüşlerimizin birinde esaslı bir ders de aldık doğada nasıl davranılması gerektiğine dair: Yürüyüşe çıkarken, dönüşte güneşi kaçırmadan bahçede mangal keyfi de yapabilelim diye yürüyüş mesafesini "1 saat gidiş-1 saat dönüş = 2 saat" diye belirledik. Ormanın büyüsüne kapılmak tahmin edebileceğiniz gibi çok kolay oldu ve 1 saatin dolduğunu haber verdiğimizde ekibimizin erkek üyeleri biraz daha devam etmek istediklerini söylediler. Biz de kadın üyeler olarak "o zaman biz dönüyoruz" deyip, onlardan ayrıldık. Onlardan önce eve varacağımızdan emin olduğumuz için evin anahtarını da biz aldık.

Ve bugüne kadar hiç olmayan şey oldu: Kaybolduk... Yaklaşık bir 10 dakika sonra kaybolduğumuzu anladık, çünkü geçmekte olduğumuz yollar gelirken geçtiklerimize hiç benzemiyordu. Fazlasıyla diktiler ve ortalarında yağışlar sonucu açılmış, uzun zamandır kullanılmadıklarını ele veren, yürümeyi de hayli zorlaştıran derin dere yatakları vardı. Muhabbete daldığımız için dönüş yolunu bulmamıza yarayacak referanslara dikkat etmemiştik.

Teknik olarak kaybolmuştuk ama bu yolların hepsinin birbirlerine ve nihayette Abant yoluna bağlandığını bildiğimizden (şans 1) ve güneş de henüz batmamış olduğundan (şans 2), erkeklere söylenerek yola devam ettik:) Nasılsa yakına gidiyoruz diye ben ve Berke'den başka kimse cep telefonu almamıştı. Telefonla bizimkilere kaybolduğumuzu ve asfalta inmeye çalıştığımızı haber verdik (şans: 3). Geldiğimiz mesafeden çok daha fazlasını katederek, nihayet asfalta vardığımızda, evimizin olduğu yere takriben bir 4 km. daha uzak olan bir noktaya çıktığımızı anladık. Yine bir şans eseri olarak, Alev arabanın anahtarını yanına almış (şans 4), onlar sorunsuz eve ulaşınca arabayla gelip bizi yoldan aldı. O gelene kadar sanırım bir 2 km. de asfaltta yürüdük. Havanın güneşli olmasına güvenip yeterince kalın giyinmemiştik, güneşin son demleri sayesinde (şans 5) bir de soğuğun olumsuz etkisine maruz kalmaktan son anda kurtulduk.

İki temel kural ihlali yaptık:

1. Doğaya çıkarken plan yap, plana sadık kal (erkeklerin ihlali)

2. Şartlar gerektirmedikçe gruptan ayrılma (kadınların ihlali)

Üşüme ve kaybolmaya karşı yeterince donanımlı olmamamız da kural ihlaliydiler ama yukarıdaki temel kuralları ihlal etmesek bunlar zaten sıkıntı yaratmayacaktı (Alev "en tedbirlimiz" olarak, sırt çantasına acil ihtiyaçları zaten depolamıştı). Tabii akşamına boğazımın yanmaya, eklemlerinin kırılmışçasına ağrımaya başlamasıyla aslında üşümüş de olduğumu farkettim:) (bugün itibariyle hala iyileşmiş değilim)

Kısaca; doğada bir şeyler yapacaksanız lütfen tecrübenize, mesafenin kısalığına, havanın güzelliğine ve en önemlisi "şansa" güvenmeyin, önlemlerinizi en olumsuza göre alın.

Cumartesi akşamı ve Pazar günü "köyde vakit geçirme şekillerine" iki yeni eğlence daha ekledik:
Poker ve akrobasi.

Pokeri yıllar önce üniversitede öğrenmiş, çok keyif alarak oynamış ve sonra (her kağıt oyunu gibi) unutmuştum. Renay ve Ayşe yeşil çuhalı, markalı tam bir poker seti getirince yeniden hatırlayıp, keyifli saatler geçirmemize vesile oldular. Tabii bizi yendiklerini söylememe gerek yok:)

Çok havalı:)

Renay ve Berke "sınırları zorlama" konusunda bugüne kadar tanıdığım en iddialı insanlar. Onları görünce Alev de raydan çıkıyor. Üçü bir araya gelince bahçede "akrobasi" gösterilerinin başlaması ve yapılan her hareketten sonra daha iddialı bir yenisinin gündeme gelip denenmesi kaçınılmaz oldu. Bizler sonbaharın belki de en son güzel güneşinin keyfini çıkarırken onların çılgın akrobasi gösterilerini izledik. Fotolara bakın ama bence sakın denemeyin:)


Bu arada çantanın içindeki Alev:)


9 Kasım 2009 Pazartesi

MİM

Asortik Krep 'ten bir mim geldi, cevabını biraz gecikmeli olarak veriyorum. İşyerinde bu yıla ait kullanılmayan izinlerin bitirilmesi talimatı gelince, ben de apar topar son kalan günlerimi aldım. Hepsini yaz aylarında kullanmak istiyordum oysa. Neyse, bu da değişik oldu benim için:)

İşte cevaplarım:

Bloguna neden bu ismi verdin?

Alev de ben de balık burcuyuz, esasen “Akvaryum” ismini seçme nedenimiz bu. Alev'in bundan önce kendi adıyla bir blogu vardı, ama yazma konusunda benim kadar hevesli olmadığından sık güncellemiyordu. Öneri benden çıktı, “ben de bu işi yapayım diyorum, hadi gel, ortak tek bir blogumuz olsun, canı isteyen yazsın” dedim, kabul etti. O kabul edince isim neredeyse otomatik bir şekilde geldi aklımıza:) Bir de burçtan çağrışım yaptığından mı yoksa suyu sevdiğim mi nedir, balık severim. Yemeyi de, onunla ilgili objeleri vs. toplamayı da. Sırtım da bir balık dövmesi bile vardır, o kadar yani:)

Bloguna yazarken star tribiyle olmazsa olmaz dediğin şeyler var mı?

Blog yazılarımı “ilham” geldiğinde ve genellikle onları yayınlamadan çok önce, arka arkaya yazıyorum. O dediğim “ilham” geldiğinde aradığım, istediğim başka şey de olmuyor. Yazı yazarken yanımda içecek olması motive ediyor ama. O zaman işte, daha bir “yazar tribi” oluyor sanki:) Bu bir bardak kahve, delisi olduğum bergamutlu yeşil çay ya da son zamanlarda yeniden kavuştuğum saf yasemin çayı olabilir. Bazen de kırmızı şarap. Yazdığım yazı Alev'le birlikte yaptığımız bir şeyleri anlatıyorsa, bir de önce ona okutuyorum. Unuttuğum detayları hatırlatıyor veya "bazen şöyle desen daha iyi olabilir" şeklinde eleştiriyor.

En son satın aldığın garip şey nedir?

Garip denemez ama yaratıcı bulduğumdan ve işime yarayacağını düşünerek, D&R’dan “Intelligent Pocket” ismiyle satılan minik çantalardan aldım. Ağzı büzülebilen, içinde büyüklü küçüklü, açık ya da fermuarlı cepleri olan, makyaj çantasına benzeyen bir şey. Kullandığınız asıl çantanızın içine koymak üzere. Temel tüm ihtiyaçlarınızı (cüzdan, anahtar, makyaj malzemesi, kalem, ajanda, parfüm vs.) ona koyuyorsunuz, sonra çanta değiştirince “ay öteki çantamda unutmuşum” demiyorsunuz, akıllı cebi yeni çantaya taşıyarak tek seferde taşınma işlemini gerçekleştiriyorsunuz.

Şeker gibi olduğun anlar?

Ben deniz seviyesinde gerçekten ve her durumda şeker gibi olurum. Başka boyuta geçmiş gibi... Su bana her haliyle iyi gelir. Bol oksijenli doğa ortamları da benzer etkiyi yaratır.


Arkadaşım, artık sormayın dediğin şeyler?

Çocuk ne zaman?:)


Aynaya bakınca gördüğün?

Tüm duygularımı ele veren kocaman iki adet göz.

Kendini okutan blog dediğin?

Hayat tecrübelerini (her ne konuda olursa olsun) samimiyetle ifade eden, kendi öğrenirken başkasına da öğreten bloglar.


Bu blog sahibi-sahibesiyle karşılaşabileceğin yerler?

Her ikimiz de Ege ve Akdeniz kıyılarında, Akdeniz ve Bolu ormanlarında, dağlarda, bayırlarda, Likya yolu üzerinde, Ankara’da (özellikle United Clubs spor salonunda, , Anıttepe’deki koşu pistinde, 365’te, Tunalı Hilmi civarındaki mekanlarda, zaman zaman Sakarya’daki görünüşü köhne eğlencesi bol barlarda, Eymir Gölünde, Gelidonya Feneri, Göksu ya da Balıkçıköy restoranlarında) sıklıkla görülebiliriz.

31 Ekim 2009 Cumartesi

KÖYDE YAŞAM - İLK GÖZLEMLER: ZAMAN GEÇİRME ŞEKİLLERİ

Hep köyde yaşamadığımız ve oradaki evi biraz da şehrin hareketli temposundan çıkıp doğada kafa dinlemek için edindiğimizden, köy ziyaretlerimizin bir diğer motivasyonu keyif yapmak oluyor haliyle. Diğer yandan, orada zaman o kadar durağan geliyor ki, tüm gün yan gelip yatsanız inanın feci derecede sıkılırsınız. O nedenle önce bir miktar işi halledip (ki hep yapılması icap eden bir takım işler hep oluyor), iyice bir yorulduktan sonra yapılan keyfin tadı daha çok çıkıyor.

Bizim en keyif aldığımız aktivite orman yürüyüşü. Bu kadar keyif almamızın sebebi ise yaklaşık 2 yıldır içine girip yürüdüğümüz ormanda istinasız her seferinde daha önce geçmediğimiz bir rotayı keşfediyor olmamız. Alev’in yön bulma kabiliyeti fazlaca gelişkin olduğundan, zaten kaybolmayız, fakat köylülerin belki de yüzlerce sene içinde yürüye yürüye açtıkları orman patikaları da yön bulmayı hiç bilmeyen insanlar için birer güvence. Her biri bir şekilde birbirine ve nihayette de köy yollarına bağlanıyor.

Küçük bir misafirimiz köyde geçirdiği zamandan çok memnun kalmıştı...

Mevsimlerin bitki örtüsü üzerinde yarattığı etkileri bu kadar yakından gözlemleme şansını ilk kez elde ettik. Her mevsimin kendine has güzelliklerini burada daha net farkedebiliyorsunuz. Sonbaharda kahve, kırmızı, sarı, mor ve lacivertin binbir tonu ile bezenen ormanlar , kışın bembeyaz, yaz ve bahar aylarında ise çılgınca yeşil oluyor. Bahar ve yaz aylarında bu cümbüşe çiçekler, kuş cıvıltıları ve çağıldayan minik derelerin sesi de katılıyor.

Köy hayatı içinde düzenli yapılması gereken işlerden önceki yazılarımda bahsetmiştim. Bizim gibi arada bir bu hayata karışıyorsanız, normalde hergün yapılmak zorunda olan bu işleri az gidince, "bıkma" ya da "yılma" kotanız dolmadığından, biraz da "hobisel" olarak yapıyorsanız. Alev’in odun parçalamayı sevmesi gibi... Benim genelde uğraştığım, klasik, ev işleri oluyor tabii. Eve gidişlerimizin çoğu misafirlerle olduğundan, misafir öncesi ve sonrasında yapılması gereken işler oluyor. Ama nedense, Ankara’da bazen beni sıkan bu işler orada keyif veriyor:) Çünkü bu derin sessizlik, zaman baskısı veya yetişilecek bir yer ya da programın olmaması ve yüksek miktarda oksijen beden hareket halindeyken bile meditatif, dinlendirici bir etki yaratıyor.

Doğada geçirdiğimiz zaman arttıkça, doğanın sesini dinlemeyi ve onunla akmayı da öğreniyorsunuz. Vücut-ruh-zihin saatleriniz doğaya göre yeniden ayarlanmaya başlıyor. Öğrendikçe sadece orada değil, şehirdeki hayatınızda, hayatınızı algılama tarzınızda da değişimler başlıyor. Çok ama çok kısaca "ne gerek var?" veya "gerek var mı?" modu diye özetleyebileceğim bir değişim bu : Daha fazlasına, gereksiz ve faydasız bilgi- haber bombardımanına maruz kalmaya, toplumsal onay kaygısına, grup aidiyetine, sürekli yargılamaya, sürekli endişelenmeye, sürekli almaya, başkalarının davranışlarına müdahale etmeye, fikirlerini çürütme çabasına veya size bunları yapmaya çalışanlara, gereğinden fazla tüketilen herşeye "ne gerek var?" veya "gerçekten gerek var mı?" diye sorma-sorgulama modu bu. Elbette, insan nefes aldığı her an bir şey öğrenir zaten. Gel gör ki özünde ait olduğu doğada daha fazla vakit geçirmeyi yeniden hatırladığında ve bunu yaptığında, alacağı ders sayısını arttırarak dönüşümünü hızlandırıyor sanırım:)

Keyif düşkünü insanlar olduğumuz artık anlaşılmıştır. Kendimizi iyice yorduktan sonra yapılan keyif ise hakikaten başka oluyor [Hatta Alev ve benim "keyif" için yaptığımız tanım bu sanırım: Bedenen iyice yorulduktan sonra sana haz veren başka bir şeyi daha yapmak:)] Mesela kahve-çay eşliğinde kitap keyfi yapmak, mesela mangal keyfi yapmak, mesela çıtırdayan kuzineyi hoş bir müzik ve bir kadeh şarap eşliğinde izlemek, mesela doğanın sesini dinelemek, mesela “Bolderdash” ya da sessiz sinema oynamak... Mesela tüm bunları arkadaşlarla yapmak...
Kafffe keyfi:)

Misafirle daha güzel oluyor sanki bu ev. Şimdiye kadar misafirsiz gittiğimiz az oldu, o da güzel elbette ama kafa dengi dostlarla, aileyle orada olmak çok daha güzel. "Kafa dengi" derken, doğa içinde sıkılmadan kalabilecekleri kastediyorum biraz da. Gerçi herkesin bir haftasonu böyle sessiz, "dijital olmayan", "manuel" bir ortamda bulunmaya tahammülü olsa gerek:) Yine de orman yürüyüşleri hareketi pek de sevmeyenleri biraz yorabilir. Yürüyüşlere gelmemek serbest (!) olmakla birlikte, şu ana kadar gelmemeyi seçen de olmadı. Bilemiyorum bu seçimlerinde ıssız ve bilmedikleri bir dağ köyündeki bir evde gruptan ayrı, bir başına kalmak istememenin etkisi oldu mu:))))))) Ama, ev sahibi olarak biz de olabildiğince insaflı davranıyoruz bu konuda: Konukların sportif performans ve heveslerine göre belirlemeye çalışıyoruz rotayı. Sonradan esaslı küfürler yememek için:)

Popüler bir Türk sporu olan "atıcılık" da köy yaşamına bulaşınca hortlayıp çıkıverdi genlerimizden:) Alev'in kuzenin hediyesi olan bir havalı tüfekle kola-bira kutusu vurmaya çalışmak da popüler köy aktivitelerimizden. Silah-tüfek hiç sevmem, böyle zararsızı dahi ilgimi çekmiyor. Ama bu tüfek sayesinde aramızda nice keskin nişancılar olduğunu keşfettik:)

Kola kutusu avındaki avcılar:)

Geçen kış harika bir eğlence daha ekledik köy aktivitelerine: şamyel lastiği ile kar kızağı... Abant Gölü'nde favori bir faaliyetmiş zaten. Normal kızaktan farkı sürati ve konforu (poponumuzu lastiğin ortasına iyice yerleştirmediğiniz sürece tabii, bunu yaparsanız şamyelin her havaya fırlayıp yerle tekrar buluştuğu noktada cidden canınız yanabilir)

Abant usulü şamyel kızak

Bu da klasik kızak, bir arkadaşımızın taa çocukluğundan kalma. Küçük olduğundan bunda denge bulması zor, biraz da (özellikle şamyele göre) yavaş

Misafir geldiğinde favori yemek organizasyonu tabii ki mangal yakmak oluyor. Nedense Türk insanın kafasında "su kenarı+orman+dağ= mangal" şeklinde bir algı var. Biz de bu kategorideyiz tabii. Geçtiğimiz bayrama kadar köye gittiğimiz her sefer de, karlı gece ayazında dahi mangalımızı yaktık. Geçtiğimiz bayram ise usta bir ahçı ve gurme olan kızkardeşimin girişimiyle ilk kez kuzinemizden azami faydayı sağlayıp, "efektif" bir şekilde yemek yapmanın keyfini tattık: Kuzine üzerinde mantarlı et sote yaparken, fırınında da patlıcan ve patates közledik. Bu öyle bir keyif verdi ki mangal gözden düşüverdi.

Bir diğer güzel öğün ise sabah kahvaltıları. Özellikle havanın sıcak olduğu dönemlerde bahçede yapılan kahvaltının yeri ayrı. Olabildiğince yerel-organik ürünlerden ve bahçemizin mahsüllerinden oluşturmaya çalıştığımız bir öğün bu. Bolu bu konuda bir hazine zaten.

Canım çekti bak şimdi:)

Oksijen fazlalığından mıdır nedir, orada daima burada yediğimizden daha fazla yeme ihtiyacı hissediyoruz. Belki biraz da şımarıklık, hani yani ille keyif yapacağız ya:) Ama her gelenin hem fikir olduğu gibi, çatlayana kadar yediğini düşündüğünde bile 1 saat sonra hiç bir şey yememiş gibi hissetmek olağan bir durum.

28 Ekim 2009 Çarşamba


Biz izindeyiz Büyük Adam...
Emanetini ve cumhuriyet değerlerini bizden inecek kuşaklara, bizim indiğimiz kuşakların yaptığı gibi, eğilip bükülmeden taşıyacaklardanız...
Ne mutlu ki, doğu ya da batıya karşı bir "aşağılık kompleksi" duymadan, ailelerimizdeki tüm Türk, Rum, Makedon, Ermeni, Arnavut ve Azeri kökenlilerin de hep yaptığı ve bize de öğrettikleri gibi, "Türk'üm" diyebilenlerdeniz, bunu söylerken tam da senin hep söylediğin ve uyardığın gibi, etnik-dini-siyasi ayrım yapmamayı, bunu canı gönülden söyleyebilenin de aynı şeyi hissettiğini bilenleriz.
Demokrasi'nin gerçek anlamını, şu günlerde bolca dış destek takviyesi ile de "zorla" inandırılmaya çalışılandan çok daha farklı bir şey olduğunu idrak etmiş olanlarız.


Bugün bu şekilde yaşayabilmemiz için senin ve seninle birlikte savaşıp, bizler bugün özgürce yaşayabilelim diye kendi hayatlarını bizim şimdilerde anladığımız anlamda hiç yaşamamış olanların anısına sözde değil özde saygı duyanlarız.


Biliyorum sana o boyutta da rahat ve huzur vermemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Sen yine de rahat ol, çünkü bugünlerde yokmuşuz gibi davranılsak da biz varız, burdayız. Sadece, hep denildiği gibi, sabrediyoruz.
En büyük, en anlamlı bayramımız kutlu olsun Atam!

25 Ekim 2009 Pazar

KÖYDE YAŞAM - İLK GÖZLEMLER: HAYVANLAR

Köy hayatının "olmazsa olmaz" larından biri de köpekler. Böyle ıssız bir köyde sadece yabancılara karşı değil, dağdan inebilecek yabani misafirlere karşı da koruma görevi üstleniyorlar. Yani hem köpekten korkup hem de köyde yaşamayı tasarlamak imkânsız bir şey, şimdiden söyleyim:) Onlar her yerdeler ve zaten kendileriyle aranızı iyi tutmakta menfaatiniz var. Bizim köpeklerle bir alıp veremediğimiz yok, ama bazen köpekten korkan misafirlerimize sıkıntılı anlar yaşatıyorlar.

Bunlar bekçi Sarı Bekir'inkiler...

Köy yerinde hayvan kısırlaştırma gibi bir gelenek ve ihtiyaç olmadığından, köpekler hızlı ürüyor ve her bir grup kendi bölgesini oluşturarak, zaman zaman başka bölgelerin köpekleriyle sert kavgalara tutuşabiliyorlar. Köy köpekleri, fazla insan görmeye alışık olmadıklarından bir miktar yabaniler. O nedenle onlara temkinli yaklaşmak gerekiyor.

Alev'in annesi tutkulu bir hayvansever olduğundan, köyde de hayvan dostlar edinmesi çok süratli oldu. Önce civarda bulunan tüm köpekleri besleme işini yüklendi, biz de bu işe severek ortak olduk. Tabii bu sayede evimiz kısa sürede bir köpek ordusu tarafından korunmaya başladı. Artan yemeklerin hiç bir şekilde ziyan olmadığını, sadece insanlara değil başka canlılara da fayda sağladığını görmek bizi çok mutlu etti. Şimdilerde benim severek yaptığım işlerden biri de yemek artıklarından köpeklere güzel ziyafetler çekmek. Mangal da sık yakıldığından, onlara çok malzeme çıkıyor. Kayınvalidem bölgenin tüm köpeklerini beslemezse rahat edemediğinden, ihtiyaç halinde başvurulacak bir hazır mama stoğunu bile yapmış durumda. Sonradan öğrendik ki burada herkesin bir dolu hayvanı olduğu için Bolu'da hayvanlar için uygun fiyata ekmek, et ve kemik satan yerler var. Bu amaçla hazırlanan bir çuval dolusu bayat ekmek 10 TL'den, tavuk eti ise kilosu 3 TL'den satılıyor. Uzun süre gitmeme durumumuz varsa, bunlardan alıp, köyümüzün yaz-kış orada yaşayan yegane hanesindeki komşularımıza bırakmaya başladık. Köpeklerin hemen hepsi onların olduğu [ve/veya onlarınkilerden ürediği için:)] bu katkıya seviniyorlar.

Kayınvalidem yaz başında yeni doğan 2 yavruyu sahiplendi. Aslında bir tanesini sahiplenmişti ama kardeşi onu yalnız bırakmadığından, fiilen 2 adet köpeğimiz oldu. Annem dişi yavrunun kısa sürede yeniden hamile kalıp 5-6 tane daha doğuracağını bildiği için, hiç üşenmedi, yavruyu Ankara’ya kısırlaştırmaya getirdi. İki kardeşi oyun oynarken seyretmek çok keyifli oluyor. Onlar da zaten seyrettiğimizi anladıklarında gösteri yapmaya başlıyorlar. Onları sahiplendiğimizden bu yana daha önce bizi koruyan daha yaşlı köpeklerin bizim bahçeye ziyaretleri seyrekleşti, sanırım biraz büyüyen bizimkiler bizim bahçeyi kendi bölgeleri olarak işaretlediler.


Köpeklerimizden erkek ve hala ismi sabitlenememiş olanı



Bu da dişi köpeğimiz Nazlı

Köyün diğer sakinleri ise inekler. Köyümüzde yaz-kış yaşayan tek hanenin bir kaç ineği var, bunlar köy ve civarında gündüzleri serbestçe otlanıyorlar. Çan seslerinden lokasyonlarını tahmin etmek çok kolay oluyor. Köyün pastoral havasını daha da belirginleştirien bu çan sesini seviyoruz. Evin bahçe duvarı yapılmadan önce inekler bahçemizde de otluyorlardı, hatta bir gün meraklı bir tanesi kafasını açık olan mutfak penceresinden içeri sokup bakınmıştı. Evin içinde ilk kez bir inekle burun buruna gelmek ilginç bir deneyim oldu:)

Yanımızdaki perili köşkte konaklayan bir sincap ailemiz de mevcut. Çok sevimliler ama bahçemizdeki ceviz ağaçlarının meyvelerini hakladıkları için bazen kızıyoruz onlara:)

Komşu perili köşkün sakini sincap

Bir orman köyünü zaman zaman ormandan gelen davetsiz konukların ziyaret etmesi kaçınılmaz. Bunların en "nahoş" olanları tilki, ayı ve yaban domuzu. Özellikle mevsim kıştan bahara dönerken köye inebiliyorlar(mış). Biz henüz gözlerimizle görmedik, evin içinde olmadığım sürece görmek de istemem. Ama komşularımız yakın zamanda bahçelerine giren yaban domuzu ve ayıyı görmüşler. Bir de en son bayramda gittiğimizde köpeklerimizden erkek olanının [isim veremiyorum ne yazıkki, çünkü sabit bir isimde hala aile içinde ve köylülerle mutabakat sağlayamadık. Dişisine "Nazlı" demiş köylüler, onun adı öyle kaldı ama erkeğimiz hala adsız. Her giden başka isim yakıştırıyor:)] sağ ön ayağının kaval kemiği üzerinde derin bir yara vardı, hayvanın resmen kemiği görünüyordu. Öğrendik ki 2 gece önce yaban domuzu köyle inmiş ve bizimkini bu hale getirmiş...

Bizim köyde geçirebildiğimiz zamanlar içinde en sık yaptığımız günün farklı saatlerinde orman içine dalıp yürümek oluyor haliyle. Bu yürüyüşlerin en ilgincini 2008’in Şubat ayının son haftasında bir haftasonu yaptık. İstanbul’dan gelen 3 arkadaşımızla birlikte önce akşam mangal ziyafeti çektik kendimize. Arkadaşlarımızın iki tanesi bir süre Romanya’da yaşamış, oranın en sevilen aktivitesi olan kampçılığı da yaz-kış demeden Romanya’nın uçsuz bucaksız ormanlarında bol bol yapmışlardı. O haftasonu Abant’ta bugüne kadar gördüğümüz en yüksek kar seviyesini gördük. Kar araçları Abant ve köy yolunu açmış olsalarda, aracın geçmediği yerlerde kar seviyesi dizlerimizin üstüne varıyordu. Harika bir manzaraydı.

Yemekten sonra, kafalar da biraz güzelleşince, ormanda kar yürüyüşü yapma fikri doğdu. Giyinip kuşanıp kendimizi orman yolllarından birine attığımızda saat geceyarısını biraz geçmişti. O gece yaklaşık birbuçuk saat boyunca biz hayatımızın en eğlenceli orman yürüyüşünü yaptık. Gökyüzünde parlak bir ay olmamasına rağmen beyaz örtü sanki ışık yakılmışçasına her yeri aydınlatıyor, dolayısıyla orman karanlığından ürkmemize de engel oluyordu. İleride asla uğranıldığını görmediğim 10 kadar dağ evini bekleyen bekçi Sarı Bekir bizi görünce “Gençler, bu saatte ne işiniz var ormanda? Aklınızı peynir ekmekle mi yediniz? Allah akıl fikir versin” dedi:) Beş kişilik ekibimize bizim köyün ve Sarı Bekir’in köpekleri de eşlik ettiği için ormanda, alaca karanlıkta kar üstünde bata çıka, hoplaya zıplaya, zaman zaman taklalar, parendeler ata ata yürüyen bu ekip karşıdan mitolojideki “Baküs Alayı” gibi görünüyor olmalıydı:)

Bu adamlar ne yapıyor? (Cevap: Karda "üçgen" stili takla:)

Diğer orman sakinleri:)

Ertesi gün bu maceramızı anlattığımız ve köyün yerlisi olan komşumuz büyüyen gözleriyle “Nasıl cesaret ettiniz? Tam da ayı ve domuzların ortaya çıkma mevsimi, sakın bir daha yapmayın” dedi. O zaman anladık tabii nasıl bir cahil cesaretiyle davranmış olduğumuzu... Dahası sonradan, doğma büyüme dağ köylüsü olup hayatının çoğunu ormanda geçirdiği için ortamı avuçlarının içi gibi bilen köylülerin gündüz dahi, kendilerini yabani hayvanlara karşı korumak için, ellerine balta almadan ormana girmediklerini duyduk. Biz hakikaten cahilmişiz:)