29 Mayıs 2009 Cuma

YUNAN ADALARI - 2 : YUNANİSTAN'IN UZAK UCU


Her sene gitmezsek eksiklik hissettiğimiz güzelim Akdeniz kasabası ("şehri" mi demeli?) Kaş’ın karşısındaki minik Meis Adası’nı (resmi adı “Megisti”, daha çok bilinen adı İtalyanca “kırmızı kale” anlamında “Castellorizo veya Kastelorizo”) bilirsiniz. Bilinir de pek gidilmezdi. Ama Meisliler, ana karadan en uzak Yunan Adası olduklarından, önemli ihtiyaçlarını karşılamak için sıkça Kaş’a gelirler. Bahsettiğim vize kolaylığı sayesinde bu sene de biz ziyaret ettik bu şirin adayı.

Bir defa Meis hakikaten küçük, hele ki şehir merkezi hepten küçük bir ada. Gerçi, 2. dünya savaşından önce çekilmiş fotolarından bir zamanlar tüm yamaçlarının evle dolu olduğu anlaşılıyor, hatta nüfusu 12.000 civarıymış o zamanlar, ama şimdi durum farklı.

Meis Limanı ve Sahil Yolu

Eylül’ün son günlerinde gittiğimiz için ada hayli ıssızdı, yine de bize tam bir huzur duygusu verdi. Bir de Yunanistan ve adalarında bize pek aşina olmayan “siesta” kültürü var. Kimsenin daha fazla kazanma derdi olmadığından, günün en sıcak saatlari olan 13.00 -18.00 arası hemen her yer kapanıyor. Bu da “ıssız” görüntüsünde etkili.



Tepelerde yeni oluşturulmaya çalışıldığı belli olan orman alanları var henüz bodur çamlarıyla, fakat genelinde çorak olduğu izlenimini veriyor... Diğer taraftan, sokaklarda ve bahçelerde Akdeniz’e has bitkilerin hepsini bol miktarda görmek mümkün. En güzeli ve azmanları begonvillerdi, daha önce görmediğim renklerini gördüm burada.


Meis Market

Evlerin hepsi iki katlı taş binalardan oluşuyor, irili ufaklı... Çoğu eski, bir kısmı ise eskinin aynısı şeklinde yapılmış veya yapılmakta olan yeniler. Belirgin özellik, evlerinin hepsinin yakın zamanda tadilattan geçirilmiş olması. Bu halleriyle adeta film seti için özel hazırlanmış “şirin Akdeniz köyü” dekorunu hatırlatıyorlar. Nitekim Gabriele Salvatores’in Oscar ödüllü şahane filmi Mediterraneo ' da bu adada çekilmiş. Film çekildiğinde ada henüz bu denli kapsamlı restorasyona girmemiş, filmde bayağı eski, döküntü bir yer olarak görüyorsunuz. Oysa şimdi öyle değil, elden geçmemiş hiç bir ev kalmamış.

Mediterraneo filminde tam bu binanın önünde çekilmiş bir sahne var

Yine, öğrendiğimize göre Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini romanınındaki hikayenin (evet, hikaye gerçek, ben de yeni öğrendim) gerçekte geçtiği ada da burasıymış.






Mahsun ve yalnız görünse de, çok sevimli, temiz, insana güzel duygular hissettiren bir yer. Benim çocukken Söke’den , Kuşadası’ndan ve özellikle halamın yazlık evinin olduğu Kadınlar Plajı’ndan çok aşina olduğum ev manzaraları vardı burada... Okul bahçesinde oyun oynayan çocuklar acaba şanslı olduklarının farkında mıydılar? Veya bir adaya tıkılıp kaldıklarını mı düşüneceklerdi biraz daha büyüyünce? Muhtemelen, çoğunun yaptığı gibi, kara Yunanistan’ına atacaklardı kapağı, “buralarda hayat yok” diyerek...



Tenefüs...

Bu adalarda, çok küçük çocukken Söke’de, Kuşadası’nda hissettiklerime benzeyen duyguları hissettim. İlginç bir tecrübe oldu bana. Yabancı bir ülkeden çok, vatan toprağı ve “aşinalık” hissini veren çok fazla imge ve obje vardı buralarda...





Meis sanıyorum Yunanistan’ın Türkiye’ye en yakın olan adası aynı zamanda. Kaş’tan Meis’i “yakındaki küçük bir ada” gibi algılıyorsunuz, nokta gibi görünür hakikaten. Ama Meis’e gittiğinizde, Meis’te neden in-cin top oynadığını ve Türklere karşı pek de huzurlu olamadıklarını anlayabiliyorsunuz: Türkiye’nin uzanan kolları Meis’i çepeçevre sarmalamış, adeta adada değil de Türkiye’de bir yerdesiniz gibi algılıyorsunuz. Çok enteresan bir durum, çünkü dediğim gibi, Kaş’tan bakınca bağımsız bir adacık gibi görünüyor Meis, içindeyken ise Türkiye’nin parçası gibi...

Burada yaşayanların gerginlik hissetmemeleri mümkün değil bu durumda. Her Türk –Yunan gerginliğinde “başı ilk sıkışacak ada” olma özelliği o kadar bariz ki:) Bu tabii adanın nüfusunun azlığını da rahatça açıklıyor. O kadar az ki, Yunan hükümeti adada yaşamaya talip olanlara para veriyormuş orada ikameti devam ettirebilmek için.


Bir daha gelirsek bu otelde kalalım...


Ada zaten epey el değiştirmiş: İlk başta Osmanlı –İtalya arasında, sonra İtalya-Türkiye arasında ve en sonunda, 2. dünya savaşından sonra Paris’te imzalanan anlaşma ile tamamen Yunanistan’a verilmiş. Kaş’ta duyduğum fakat henüz araştırıp gerçekliğini teyit edemediğim bir bilgiye göre, bu anlaşmaya göre, eğer adanın nüfusu 400’ün altına düşerse, tekrar Türkiye’ye geçecekmiş. İşte bu yüzden Yunanistan hükümeti bu adada nüfusun azalmaması için çaba sarfediyor, adada yaşamayı kabul edenlere ev tahsis edip maaş bağlıyormuş. Kayıtlara göre şu anda adanın nüfusu 406 kişi:)

Tabii ada uzak, ada cidden ıssız, ada çorak, ada her an Türkiye’nin kolları arasında boğulma tehdidi altında. Kolay kolay kimse “ben de burada mutlu mesut yaşarım” demez. O nedenle nüfusun ağırlıkla yaşlılardan oluşmasına ve bazıların bir miktar milliyetçi olmasına şaşmamalı:)



Yassak Komşi:)

YUNAN ADALARI -1 : ADA SAHİLLERİNDE BEKLİYORUM...


Türkiye’de yaşayan kimi biraz karıştırsan, kökünden çeşit çeşit renk çıkar. Eh ne de olsa sonuncusu 600 yıl hüküm sürmüş, ondan önce de çoook uzaklardan geze geze Anadolu’ya gelmiş, oradan dünyanın pek çok yerine el atmış atalarımız var.

Benim baba tarafım Girit, anne tarafım Arnavutluk kökenli. Özellikle baba tarafım Akdeniz –Ege kültürünü fazlaca yansıtan bir aile oldukları için, Girit kökenini büyürken daha fazla hissettim. Tabii bunda, büyüdüğüm yer olan Söke’nin yerli halkının büyük kısmının da Girit (ve diğer civar adalar) kökenli olmalarının etkisi vardır. O zamanlar tüm Türkiye’nin aynı şekilde yaşadığını sanıyordum, sonradan anladım ki pek öyle değil. Her bölgenin, şehrin kendine has kültür ve alışkanlıkları var. Bir Avrupa ülkesi gibi homojen değilmişiz. Kültürel renklilik çok güzel bir nimet, kültürler birinin diğerinden daha üstün olduğunu iddia etmedikçe ve diğerini yok etmeye çalışmadıkça... Bunu da Türkiye'de yaşayan insanlar yeni öğreniyor.

Belki bu kökler sebebiyle, belki de daha Türkiye’de henüz “renkli yayın” bilinmezken babamın heves edip Almanya’da çalışan bir vatandaştan satın aldığı renkli televizyonda “ille de renkli seyredeceğiz” diye 2 yıl (81-83 arası) sadece Yunan TV’si izlediğimizden, Yunan kültürüne sempati duydum. Sempati denen duygu genelde benzerlikten doğar, ben de Yunan kültürü ve insanlarıyla pek benzer olduğumuzu ilk bu TV yayınlarından keşfettim: Onların TV kanalları da Yunan milli marşı ile açılır, aynı şekilde kapanırdı. İnsanların tiplerini Türk tipinden, özellikle Ege’de görmeye alışkın olduğum insan tipinden ayırmak mümkün değildi. Halk oyunları bizim bildiklerimize çok benzerdi, hatta bazı melodiler, nidalar ortaktı. Bizim rakı gibi uzoları, bizim mezeler, yemekler gibi mezeleri, yemekleri, benim nineme çok benzeyen nineleri, büyükanneleri vardı. Hatta Türk kahvesi içiyorlardı:) Çok uzun zaman aynı coğrafyada içiçe, dipdibe yaşamış insanların birbirine benzemesi ve birbirlerini etkilemesi kaçınılmaz, Ege’nin karşı kıyılarında yaşayan insanların durumu tam da bu.

Malumunuz, Yunan Adaları turları en popüler gezi rotalarından biridir. Hele Türkiye’den gitmesi çok kolaydır. Bir haftada neredeyse tüm adaları görebilirsiniz. Fakat Alev ve ben de ortak olan içgüdüsel bir davranış modeli var: Bir şeyin “in” olanından, "trend” olanından, “aşırı popüler” ve “pek bilindik” olanından kaçmak, o şey (her ne ise artık) artık, “in”, “trend”, “aşırı popüler” ve “pek bilindik” olmayana kadar mesafeli durmak şeklinde... Bu davranış modeli, ister istemez sizi başka alternatifler yaratmaya itiyor ve bize haz veren pek çok keşfi de bu şekilde yaptık diyebilirim. Velhasıl, bu sebepten, senelerdir “Santorini-Mikanos-Rodos” şeklinde veya benzer kombinasyonlarla sunulan Yunan Adaları turlarına hiç itibar etmedik. Her birinin birbirinden güzel, keyifli ve huzurlu olduğunu giden herkesin teyit etmiş olmasına rağmen... Fakat daha ne kadar bekleyecektik bu güzel adaları görmek için? O kadar güzeldiler ki böyle giderse biz ölene kadar zaten hep “in” olacaklardı.

Fırsat, en pratik ve bizim isteğimize en uyacak şekilde çıktı karşımıza geçen yaz: Türkiye ve Yunanistan arasındaki özel bir anlaşma ile Türk vatandaşlarına Yunan Adaları’na Schengen vizesi ile gidebilme imkânı yaratıldı son 2 senedir (Yunanistan Türklere Schengen’den ayrı, özel vize uyguluyor da...). Biz de bu imkândan yararlanıp, 2008 yazında günübirlik de olsa Yunan Adaları’nın ennnnnn az bilinen ve pek popüler olmayan iki tanesi Samos (Sisam) ve Meis’i (Kastelorizo) görebildik. Günübirlik olması “yahu ne görülecek bir günde ?” sorusunu sordurmasın, zira özellikle Meis o kadar küçük ki ada tavafınızı araçla azami 1 saat içinde tamamlamak olası:) Feribot fiyatı iki yerde de hemen hemen aynıydı: gidiş-dönüş 40€.

Sisam, benim doğduğumdan bu yana yaz tatillerini geçirdiğim Kuşadası’nın tam karşısında, bizim çocukken, sayesinde renkli yayın yapan Yunan TV yayınlarını izleyebildiğimiz bir ada. 35.000'e yakın nüfusu ile Yunan adalarının kalabalık olanlarından. Aynı zamanda adalar içinde en verimli toprakların da sahibi. En çok üzümü meşhur, bol miktarda bağ var.
Sisam Adası, Kuşadası sahillerinden bakıldığında küçük görünüyor ama yanına gidince anlıyorsunuz ki o kadar da küçük değil. Araçla, bir günde tüm adayı rahat rahat gezebilirsiniz. Sisam Adası’nı size “Ayvalık’ın daha bakımlısı” olarak tanıtabilirim. Gerçekten de gider gitmez kapıldığımız his bu. Hatta ben küçükken Söke de geniş bahçeli, buradakilere benzer büyük, müstakil evlerden oluşurdu. Yıllarca da evleriyle meşhur olmuş bir şehirmiş, eskiler öyle der. Şimdi % 95'i yıkıldı, yerlerine sevimsiz apartmanlar yapıldı:(


Sisam'ın ennn eski, İzmir Kordonu'nun da ennnn eski haline benzeyen sahil caddesi

Söke, pardon, Sisam Evleri...


Yunanlılar’ın pek güzel becerdiğini biz neden beceremiyoruz acaba? Bir de bunu düşündüm haliyle... Sahip olduklarının kıymetini bizden çok daha iyi bildikleri kesin. Sisam, diğer popüler Yunan Adaları kadar olmasa da, turistik bir yer. Epeyce turist geliyor. Ama hiç kimse daha çok turist gelsin diye 100-150 yıllık taş binaları yıkıp yerine 8 katlı otel inşa etmemiş, etmiyor... O evler her sene elden geçiyor, minik pansiyonlar, butik oteller olarak hizmet veriyorlar. Varolan bir kaç otel de adanın silütetini bozmayan, alçak binalar. Şehir merkezinde yollar trafiğe kapalı, araç gürültüsü yok, çarşısındaki esnaf kapısı önünde müşteri avına çıkmıyor, yoldan geçen turistleri taciz etmiyor, pazarlık da yok haliyle çünkü her mal hakkettiği fiyatın etiketini taşıyor. Çarşı da herhangi bir dükkandan gelen radyo ya da müzik sesi dahi yok. Çünkü turistik bir kasabada bunlar doğal olarak yasak, çünkü insanlar buraya kafa dinlemeye, huzur bulmaya ve buraya has “otantik” bir şeyler yaşamaya geliyorlar.


Şehir Meydanı

Bunları görünce Kuşadası çarşısının can hıraş, bağır çağır ve artık iyiden iyiye kalitesizleşen hali geliyor gözümün önüne. Konumuz Kuşadası değil tabii. Fakat, Kuşadası’nda büyümüş biri olarak bu güzel minik kasabanın Ege’nin en güzel, kaliteli ve huzurlu sahil kasabalarından biriyken, yıllar içinde nasıl metamorfoza uğrayıp, canavara dönüştüğüne şahit olduğumdan , bu durumun bana verdiği üzüntü başkalarına verdiğinden fazla.

Yunan Adaları, ve en basitinden Sisam, eldeki imkânı daha çok kazanacağım diye yok etmeden de turizmden gelir elde edileceğinin iyi bir kanıtı. O nedenle Yunanistan’ın, İtalya’nın, Fransa’nın turizm geliri hiç azalmıyor. Bizim ki gibi borsa eğilimi göstermiyor. Eskiyi koruyarak ve “oraya has” olanı özenle pazarlayarak, bu işten senelerdir artan oranda gelir elde etmeye devam ediyorlar, o yüzden markalaşıyorlar. Tabii turizmden ne anladığınız da burada önemli oluyor. Bizimkilerin anladığının “cümbür cemaat, bol gürültülü, darmadağın mesire yeri eğlencesi” olduğu kesin. Yoksa sahil şeridini ve tüm turistik kasabalarımızın itinayla beton mezarlığına dönüştürülmesine, isteyenin istediğini yapmasına izin vermezlerdi.

Sisam’da hemen dikkatimizi çeken, insanların Türk olduğunuzu duyunca gösterdikleri ilgi oldu. “Nasıl olur? Yunanlılar bizi sevmez ki...” demeyin. Gerçi kara Yunanistan’ı için aynı şey her zaman söylenemeyebilir, fakat özellikle Türkiye’ye yakın ada halklarının, Türkiye ile olan organik bağları nedeniyle, bizlere hala sempati duydukları bir gerçek. Sisam’da dükkanlarına uğradığımız esnaf hemen bildikleri Türkçe kelimelerle konuşmaya, ailelerinden kimlerin Türkiye’den buraya göçtüğünü anlatmaya başladılar. “Kuşadası, İzmir güzel” diyorlardı, ama konuşunca anladık ki burada “güzel” diyerek aslında sakin, hele kış aylarında iyiden iyiye ıssız olan adanın tersine, oraların hareketliliğini ve imkânlarını kastediyorlar:) İnsanların konuşma şekilleri, yüz mimikleri ve tabii fizikleri bizimkilere çok benziyor, tek farkYunanca konuşuyor olmaları.

Sisam gezimizi canım kardeşim, artık onu da kardeşim olarak kabul ettiğim eniştem ve canım yeğenimle birlikte yaptık. Kardeşim ve eniştem tam birer gurmedirler. Kardeşim mutfakta çok başarılıdır. O nedenle onların seyahatlarinin belli bir kısmı mutlaka gurme keşiflerine ayrılır. Onları görünce ben de azıtırım tabii:) Haliyle bizimkiler Yunan mutfağı ile ilgili biraz araştırma yapmak istedi. O nedenle minik şehir merkezinde girilmedik market, manav, mandra, pastane, baklavacı, fırın, kuru kahveci, içki dükkanı vb. bırakmadık. Tabii hiç birinden elimiz boş çıkmadık. El kol sallayak geldiğimiz Sisam’ı terkederken içleri tıka basa Yunan yiyecekleriyle dolu bir adet tekerlikli pazar çantasının ve 3 adet büyük boy spor çantasının sahibi idik:) Özellikle tekerlikli kırmızı pazar çantası o kadar işimize yaradı ki, feribotu beklerken kardeşim, eniştem ve ben hakkında 30 dk kadar konuşmuşuz. Yeğenim "offfff sıkıldım beee, yarım saattir bir çanta hakkında konuşuyorsunuz, dünyanın en sıkıcı insanlarısınız" demese devam da edecektik sanırım:) Ehh, biz de biraz yaşlanmışız galiba:)

Kırmızı pazar çantası muhabbetinden acaip sıkılmış bir yeğen:)

Hak yemeyelim, baklava hariç, aldığımız her şey birbirinden güzel çıktı. Baklava konusunda biraz daha Türkler’den tavsiye almalılar ama:)

Cacıki ve meşhur Yunan birası Mythos


Binbir çeşit uzo


Market

Adanın etrafında birbirinden güzel ve suyu billur gibi olan plajlar var, fakat biz günübirlik geldiğimizden bu sefer sadece şehir merkezinde gezmeyi tercih ettik.

Yunanlılar özellikle meze işinde çok iyiler. Yediğimiz herşeyin lezzeti yerindeydi. Ve inanmayacaksınız, hayatımızdaki en lezzetli kokoreçi de burada yedik:) Hani Avrupa Birliği kokoreçi yasaklamıştı?:) Yemek isimleri “cacıki” , “dolmaki”, “musakka” şeklinde, yabancılık çekmiyorsunuz. Sanki her Türkçe kelimeye bir “ki”takısı eklerseniz Yunanca derdinizi anlatabileceğiniz fikrine kapılıyorsunuz. Bu fikre çok kapılan Uğur garsondan “kürdanaki” ve “çatalaki” bile istedi:)

Ada konsepti edebiyatta ve sinemada değişik metaforların konusu olmuştur hep. Çağrıştırdığı ıssızlık, ana parçadan kopukluk ve belki bu yüzden mahsunluk ve yine aynı sebepten özgünlük, sanatçılara ilham olur. Ve tam da bu sebeplerden, sıkıcı değil, çok çekicidir.

Limandan şehrin görüntüsü

Sisam’da uzun süre yaşayabileceğime ve orayı kendi memleketim gibi benimseyebileceğime kanaat getirdim ben. İlerleyen yıllarda orada bir kaç gün de olsa kalmak isterim, çünkü feribotumuz 17.00’da limandan ayrıldığı için asıl şenliğin olduğu gece hayatını gözlemleme imkanımız olmadı. Yine de o kısıtlı zamanda gördüklerimizin ruhumuzu çok mutlu ettiğini rahatlıkla söyleyebilirim.

24 Mayıs 2009 Pazar

İLLEDE LİKYA OLSUN - 4

Gezimizin 3. günü, diğerlerini bilemem ama, Alev ve benim için en önemli gündü. Senelerdir fotoğraflarını görüp, sadece resimlerdeki görüntülerinden büyüsüne kapıldığımız Gelidonya Feneri'ni bu kez kendi gözlerimizle göreceğimiz gündü bugün...

Gidilecek yerle ilgili teorik araştırma yapmayı çok sever(d)im. Gitmeden orası ile ilgili ne var ne yok öğrenip, ukalalık yapmaya yetecek bilgi ile donanmak hoşuma giderdi. Fakat son yıllarda bu hobimin yerini başka bir şey aldı: Ansiklopedik bilgilerden çok, gidilen yerin daha gitmeden ve gidip görünce bana hissettirdikleriyle kendimi donatmak ve, sağdan soldan değil, bilhassa o şeyin bana sunduklarından bir şeyler öğrenmek... Gelidonya Feneri bu konuda en uç noktadaki tecrübem oldu. Fenerle ilgili, o güne kadar bir şekilde zihnime girmiş olan bilgiler dışında, hiç bir ekstra araştırma yapmadım. Senelerdir onun silüetlerinden onlarcasını Alev ile birlikte sık gittiğimiz "Gelidonya Feneri Balıkçısı"nda gördük, her gidişimizde bu büyülü fenerle ilgili türlü muhabbeti yaptık Alev'le. Bir anlamda görücü usulü ile beğenmiştik kendisini, nasıl olupta yarimiz edeceğimizin planını yapmıştık uzaktan uzaktan:) Kısmet bu geziye imiş...

Üç tarafı denizle çevrili Türkiye'de onlarca deniz feneri vardır, ancak ben konumu ve mimarisiyle Gelidonya Feneri'nden daha güzelini ve öne çıkanını bilmiyorum (bilen varsa, benimle paylaşırsa çok da sevinirim). Oysa, deniz fenerleri dünya kültüründeki ciddi fetiş objelerindendir: Dünyanın ünlü fenerlerini ziyaret etmeyi tutku haline getirenler, delice deniz feneri objelerinin koleksiyonu yapanlar, çeşitli deniz feneri hayran grupları, hatta hayranlarının tutkularını bir nebze olsun tatmin edebilmek için butik otel konseptiyle müşteri kabul eden fenerler... Bizim kültürümüzde nedense o kadar belirgin etkileri yoktur. Oysa, karanlıkta, fırtınada yolunu yitirmiş nice denizcinin kurtarıcısıdır fenerler. Onlara bu dünyada bir şans daha verecek yolu işaretlemişler, vadelerinin henüz dolmadığını müjdelemişlerdir . Belki bu yüzden, özellikle batı kütüründe etkileri derindir.

"Gelidonya Feneri'nde güneşin batışı bir başkadır" denir, biz de bu tecrübeyi yaşayabilelim diye, Ertuğrul programı güneş batışına yakın bir zamanda Fener'e varacağımız şekilde yapmıştı. Gelidonya Feneri'ne karadan araçla ulaşmak mümkün değil. Utangaç silüetini ancak bir miktar taban teperek veya denizden görebilirsiniz. Ertuğrul, aracın gidebileceği son noktadan sonra yaklaşık 1 saat sürecek bir yürüyüşle fenere ulaşacağımızı söyledi.

Fener antik Likya Yolu (Karaöz-Adrasan Rotası) üzerinde bulunuyor. Ancak, kendisi antik bir fener değil. 1934'te yapımına başlanmış, 1936'da hizmete girmiş. Diğer taraftan, bulunduğu nokta antik dönemin en tehlikeli deniz rotasıymış. Pamfilya ve Likya ülkelerinin de bir anlamda sınırını oluşturan bu burun şiddetli ters rüzgarlar yüzünden tarih içinde yüzlerce gemi ve denizciye mezar olmuş. Bugün Bodrum Sulatı Arkeoloji Müzesi'nde sergilenen Uluburun Batığı, bölgede batmış gemilerden sadece bir tanesi... [Bu bilgileri google'dan değil, birinci ağızdan, yani Fener'in kendisinden öğrendim:)]

2. bir aracın geçmesinin neredeyse imkansız olduğu taşlık, stabilize bir yolda hayli ilerledikten sonra aracımızdan ayrıldık. Araçla katettiğimiz bu mesafe trekking ile de geçilebilir. Akşamüstü kızıllığına bürünmüş dağ yamacında, sağ tarafımızda muhteşem Akdeniz mavisi ile birlikte yürümeye başladık. Likya Yolu'nun çoğu rotasını yürüdük, bir kısmını kano ve off road ile geçtik. Hepsi birbirinden güzeldi, hepsinin sunduğu farklı bir hikaye vardı. Ancak, Gelidonya Feneri'ne yürüdüğümüz bu görece kısa rota, şimdiye kadar gördüklerimin en güzeli oldu. Bu konuda Alev de benimle hem fikir.

Bazen tasvir konusunda kelimeleri başarılı kullanamadığımı veya seçebildiğim kelimelerin gördüklerimi ve hissettiklerimi anlatmaya yetmediğini düşünürüm. İşte, bu rotada başıma gelen tam da bu oldu... Ormanda harmanlanıp, rüzgarın burnumuza taşıdığı binbir ağaç ve çiçeğin güzelim kokusu Akdeniz'in kokusuyla birleşince sarhoş edici bir etkiye sahip oluyormuş, bunu öğrendik mesela:) İnsanın "ben şimdi buradan bu denize atsam kendimi ve deniz beni yese, içine alsa , bir daha geri vermese " veya "bu ormanda, tam da bu konumda bir ağaç olsam" gibi şeyleri rahatlıkla düşünebileceği bir rota bu.

Yeşil ve Mavi

Bir süre bu düşünceler ve manzaranın etkisiyle, yüzümde şapşal bir tebessüm ve yarı sarhoş bir ruh hali ile yürüdükten sonra, rotanın eğimi sola doğru kıvrılıp, dikleşmeye başladı. Ertuğrul bir süre tırmanacağımız bu sırtın arkasında Fener'in olduğunu söyledi. Birazdan görücü usulüyle sözlendiğimiz sevgili ile resmen tanışacak olmanın heyecanından, ben o dikçe sırtı nasıl tırmandığımı hiç hatırlamıyorum:)


Ne kadar süre geçtiğini bilmiyorum, ancak sırtın uç noktasına ulaştığımızda Gelidonya Feneri bütün zerafeti ve mahsunluğu ile karşımıza çıkıverdi. İşte, yine betimlemekte başarısız olacağım bir manzara... Oysa bu silüetin, bu manzaranın yüzlerece fotoğrafını gördüm. Ama hakikaten fotoğraflar gerçeğin sadece sembolik bir kısmını yansıtıyormuş meğerse... Uçsuz bucaksız bir doğanın en uç noktasında, denizden dik bir şekilde yükselmiş sarp kayalıkların üzerinde, kendisine Beş Adalar'ı arkadaş yapmış, yorgun ama bilge, görevini her daim hakkıyla yapmış olmanın rahatlığını yaşamakta olan bir fener... Tam da bunları düşündüm Fener'i görünce. Neden böyle hissettirdi bana bilmiyorum.

Gelidonya Feneri ve arkadaşları


Fener'e yaklaşınca heskes çil yavrusu gibi dağıldı. Hepimizin derdi, her cepheden başka güzel görünen bu Fener'i tekrar ve tekrar fotoğraflamaktı. Bu arada güneş iyice eğilmişti, hala batmasına bir 20 dk. vardı. Şiddetli rüzgara rağmen pes etmeyip, onlarca fotoğrafını çektik Sevgili'nin.



Gelidonya Feneri'nin enerji kaynağı: Rüzgar Değirmeni

Her cephesini iyice kayda aldığımıza kanaat getirdikten sonra, Fener'in yan tarafında, bir ağacın gövdesi etrafına tahtadan yapılmış çardakta, muhteşem Akdeni güneşini uğurlamak için yerlerimizi aldık. Kızaran güneşle uyum sağlasın diye aldığımız kırmızı şarabımızı açtık. Kadehlerimizi Akdeniz'in güvenilir bekçisi Gelidonya Feneri'ne ve binlerce yıldır ışığını cömertçe bu bölgeye sunan güneşine kaldırdık. İçimden "Yaşamak, hele de bu ülkede, her şeye rağmen, çok güzel" diye geçirdim.

Çardak altında güneşi uğurlarken

Sevgili...

16 Mayıs 2009 Cumartesi

İLLEDE LİKYA OLSUN - 3


Arykanda’nın dik sokaklarında, tatlı bahar güneşi altında gezmek [daha doğrusu tırmanmak:)], gece boyunca süren yolculuk yorgunluğu ile birleşince, akşam otelimizde yediğimiz yemeğin tadını daha da güzel yaptı. Şükriye hanım bize kendi elleriyle, tamamı bahçesinin ürünlerinden oluşan güzel yemekler hazırlamıştı. Yine kendilerinin imalatı olan ev şarapları ve köy ekmekleri eşlik etti lezzetli yemeklerine. Explorer gezginlerinin hoş sohbeti de cabası...

Yemekten sonra aslen tıp doktoru olup, sonradan kendini Türkiye’ nin eşsiz bitki ve kuşlar alemine adamış bir insan olan Riyad beyin Akdeniz bitkilerini tanıtan slayt gösterisini, kendisinin açıklayıcı ve faydalı sunumu eşliğinden seyrettik. Akdeniz’in binlerce bitki çeşidinden o gece için sadece 700 kadarını seçmişti Riyad bey. Öğrendiğimiz şeylerin çoğu bizim açımızdan şaşırtıcı oldu. Örneğin; İngiltere’de sadece “6” çeşit endemik bitki varken, Türkiye’de bu sayı “3000” imiş!!! Bir sonraki günün hedefi olan Akdeniz’e özgü yabani dağ laleri hakkında da biraz bilgi edindik: Bu laleler çok yüksek yaylaların belli kesimlerinde ve Nisan sonlarında sadece 2 haftalığına açıyorlamış.

Tüm yorgunluğumuza rağmen, tatlı dost sohbetleri nedeniyle, çok da erken olmayan bir saatte odalarımıza çekildik. Yabani kuşların, uzaktan çağlayan derenin ve vadide esen rüzgarın sesini dinleye dinleye güzel bir uykuya daldık.

2. günümüzün programı Ahmet Amcanın artık emekliye ayrılma zamanı geldiği her halinden belli olan kamyonu ile Alacadağ’ın araçla çıkılabilecek en yüksek noktasına çıkıp, oradan orta uzunlukta bir yürüyüşle yabani dağ lalerinin saklandıkları yerleri bulmak ve öğlen dağda güzel bir piknik yapmaktı.

Köy meydanında buluştuğumuz Ahmet Amca ve “Ekibi” bizi yine yüksek perdeden “merhabalar” ve “hoşgeldiniz canlar” nidalarıyla karşıladılar. “Ekip” dedim, çünkü Ahmet Amca’nın eşi dışında, 2 çift daha “bu fırsat kaçmaz, biz de biraz kar görelim [Antalya’da yaşayana kar görmek ufak çaplı bir olay oluyor haliyle:)] hem de keyifli bir piknik yapalım konuklarla” diyerek, programa dahil olmuşlardı. Kamyonun arkasına piknik sepetleri, ocaklar, saclar, içecekler çoktan istiflenmiş; bizlerin oturması için de beyaz plastik sandalyeler dizilmişti. Dağlarda tırmanışa başlanacak rotalara ulaşmak için kamyon ve traktör arkasında seyahat etmişliğimiz oldu, hepsinde yerlere bağdaş kurup otururduk. O yüzden bu sandalye düzeni bize pek sosyetik geldi:)

Kamyon Yolculuğu


Köyde hayatın günübirlik ve anlık yaşandığını daha bir farketmeye başladık. Kamyon kalkacak, Ahmet Amca hala daha gelmek isteyen olur mu, yemek yetmez mi, yoksa biraz daha takviye yapsa iyi olur mu derdindeydi:) Hepimizden daha heyecanlı görünüyorlardı.


2. bir aracın yandan geçmesinin ve bir kaç nokta hariç geri manevra yapmanın imkânsız olduğu, daracık, bol virajlı, stabilize dağ yolundaki seyahatimiz, sosyetik sandalyelerimiz üzerinde oradan oraya savrula savrula ve biraz endişeye rağmen bol kahkahayla 2 saat kadar sürdü. Hepimiz yayık ayranı kıvamına geldik. Şehirli alışkanlıkları ile hepimiz sağ sola fırlamamak için kamyonun tutabildiğimiz kenarlarına yapışmışken, şen kahkahalar atan ve sohbete ara vermeyen köylü çiftler birbirlerinin ellerini hiç bırakmadılar:)

Seyahat sırasında döne döne etrafında yükseldiğimiz Alacadağ bizlere enfes manzaralar sundu. Arada bir yeni keşif yapmış bir mucit heyecanıyla “Ahmet bey çabuk durun” diye bağırıp, kendini kamyondan adeta aşağı atarak yamaçlara tırmanan Riyad sayesinde bazı nadir bitkileri görme ve fotoğraflama şansına sahip olduk. Yolculuğun canımızı sıkan tarafı ise yakın zamanda bir bir ruhsatları verilen ve dağdaki ağaçlar katledilerek açılan mermer yatakları oldu.

Köylülerin "Ayı Gülü" dediği, yüksekte açan yabani bir şakayık türü

Pembe kır çiçeklerinin çirkinliğini kapatmaya yetmediği, ağaçlar kesilerek açılan yeni bir mermer ocağı...

Zirve yakınlarında, karın yolu bir miktar kapadığı ve artık aracın daha ileri gidemeyeceği bir noktada kamyondan indik. Plana göre yaklaşık 2 saat kadar yürüyüp dağ lalelerini bulacak, sonra öğlen yemeği için kamyonun ve yemeklerin bizi karşılayacağı daha aşağı noktadaki bir yaylaya inecektik.

Bu tip turlarda genelde yemek yapacak ekip kamp alanında kalır ve yürüyüş ekibi dönene kadar yemekleri hazırlar. Fakat bizim Gökbük Köyü ahalisi Alacadağ’ın güzellikleri karşısında en az bizler kadar büyülendiklerinden ve anı yaşama konusunda içgüdüsel davrandıklarından olsa gerek, “nasılsa sizden erken döner, yemekleri de hallederiz” diyerek, bizlerle yürümeye koyuldular. Hallerinen gayet memnun oldukları belli oluyordu:)

Daha önceki Likya Yolu rotalarından aşina olduğumuz, bu derece bakirine ise en son 2 yıl önce katıldığımız Competus Keşif Konvoyu ’nda rastladığımız eşsiz bir manzaranın içinde yürümeye başladık. Akdeniz’in bu yüksekliklerinde koruma altındaki sedir ormanları var. Sedir antik çağdan bugüne hep kıymetli olmuş, mis kokulu bir ağaç. Keşif Konvoyunda tam 2000 yaşında olanını da görmüştük. En genci bir kaç yüzyıllık zaten.

Yürüyüş

Koruma (!) altındaki sedir ormanları...


Fotoğraf çekmeyi sevenler de, doğaya aşıklar da, kendi iç sesini duyabilmek için kayıtsız şartsız sessiliğe aç olanlar da bu ortamda istediklerine kavuştular. İki saat kadar yürüdükten sonra yabani dağ lalelerinin saklandıkları bölgeyi bulduk. Aradığımıza değdiğini söyleyebilirim. Bir hafta sonra gelsek muhtemelen bulundukları yer kıpkırmızı olacaktı, çünkü henüz tomurcuk halinde yüzlercesi vardı. Biz aralarda tek tek açanların seyrine dalmakla yetindik. Riyad'ın bu çiçeğin bahçede yetiştirilemeyeceğini söylemesine rağmen, Gülistan teyze, "ya tutarsa ?" diyerek, bir tanesini kököünden çıkarıp, sırf bu iş için yanında getiriği minik kovaya koydu:)



İşte Akdeniz'e has yabani dağ lalesi

Bu arada karnımız acıkmaya başlamıştı ama Ahmet Amca ve Ekibi şen kahkahalarıyla, turist edasında gezinmeye devam ediyorlardı. Rehberimiz Ertuğrul Ahmet Amcaya artık yemek zamanının geldiğini söyleyince, Ahmet Amca “dert değil, ben şimdi geri döner kamyonu aşağı indiririm, siz gelmeden ocağı yakarım, siz gelince etlerin pişmesi 15 dakika, hanımlar halleder” dedi, pür neşe gitti. Saat öğleyi geçmişti. Kamyonla buluşmak için katedeceğimiz yolun ve Ahmet Amcanın gerisin geriye tekrar kamyona çıkıp onu alıp aşağıya indirmesinin de epeyce bir zaman alacağını hesaplayınca, geç bir öğle yemeği olacağına hükmettik. Fakat ortam ve manzara o kadar güzeldi ki ansızın bastıran açlık dert edilmedi; tam tersi hepimiz, kısa bir süre sonra yiyeceğimiz yemeklerin hayallerini kura kura, yemeklerle buluşacağımız yere doğru inmeye başladık.





Yaklaşık 1 saat kadar yürüdükten sonra Ahmet Amca Ertuğrul’u arayarak malesef kamyonun yoldan kaydığını ama ne yapıp ne edip çıkaracağını söyledi. Hepimiz ufak çaplı şok geçirdik. Ya daha kötüsü olsaydı? Bize göre eser miktarda, ama dağdaki yol şartlarına göre önemsenecek mikatrda kar birikintisi kamyonu yoldan çıkarmaya yetmişti. Ya Ahmet amcaya da zarar gelseydi? Ya içinde bizler de olsaydık? "Buna da şükür" dedik haliyle. Fakat aradan 1 saat kadar daha zaman geçince kamyonun mevcut imkanlarla kaydığı yerden çıkarılamayacağı kesinleşti. Bir durum değerlendirmesi yapıp, yapılacak en makul şeyin durmaksızın dağdan aşağı yürüyüp, hava kararmadan asfalt yola ulaşmak olduğuna karar verdik.

Bu beklenmedik gelişme, fazla zorluğu olmayan, hafif bir dağ gezintisine göre hazırlığını yapmış bizler için tam bir sürpriz oldu. Ekipteki herkes iyi kötü trekking kültürü olan, sporla arası iyi insanlar. Bu durumda, henüz hesaplayamadığımız uzuuuun kilometreler ve saatler boyunca yokuş aşağı yürüyecek olmak pek çoğumuzca tolere edilebilirdi. Gel gör ki piknik sefasına göre hazırlık yapıldığı için, uygun kıyafet bir yana, hiç birimizin yanında, su dışında, hiç bir besin maddesinin olmaması, oksijenle birlikte daha da acıktığını hissettiren midelerimize en kötü haber oldu.

“Ya bu faaliyet biraz light olacak galiba” diye turun başında hayıflanmaya başlamış Alev ve ben bu duruma pek bozulmadık, hatta açıktan açığa sevindik bile. Benim endişem, yemekten ziyade, ekibimizde 10 yaşında bir kız çocuğu [ki kendisi Rehberimiz Ertuğrul’un, soyaçekim nedeniyle babasının özel yeteneklerine doğuştan sahip ve yıllardır babasıyla trek ve kamplara giden, kaya tırmanışları yapan, dünya tatlısı kızı olduğu için, aslında belki son endişelenmem gereken kişiydi:)] ile köyden yeni by-pass ameliyatı olmuş bir kişinin olması ve tabii güneşi kaçırırsak içimizi titretecek serin dağ havasıydı. Daha önceki tırmanış tecrübelerinden basit gibi görünen bu tür durumların umulmadık can sıkıcı sonuçları olabileceğini biliyorduk. Yine de ortada açlık dışında moralimizi bozmaya değecek ciddi bir sorun yoktu. Sadece dağın ulaşılması zor yüksekliğinde kalan Ahmet Amca için üzülüyorduk. Bu arada Ertuğrul, telefonda asfalta ulaştığımızda aracımızın bizi karşılaması ve gelirken de elbette yiyecek bir şeyler getirmesini sağlayacak organizasyonu yapmaya çalışıyordu.
Bu şekilde 3 saate yakın bir süre yürüdük. O gün toplamda kat ettiğimiz mesafe 14 km olmuş. Aslında günübirlik gidilen orta şiddette bir trek turunun ortalamasıdır bu mesafe ve spor yapan insana pek koymaz. Fakat, tamamı boş mideyle yürününce, bir miktar “komandovari eğitim” kategorisine giriyormuş, onu öğrendik:) Ama gözlerimizin bu vesile ile gördükleri herşeye değerdi.


Dağdaki binbir çiçekten bazıları

Akşam üstü nihayet asfalta ulaştığımızda, koca bir tepsi gözlemeyle bizi karşılayan şöförümüz Kemal Abiyi görmek hepimiz için günün en mutlu anı oldu galiba:) Bu arada Ahmet Amca da kan ter içinde aşağı inmiş, inerken bizleri aç koymamak için yanına bir miktar ekmek almayı unutmamıştı. Yaşadığı o kadar sıkıntıya rağmen, hala gözlerinin için gülüyor, kamyonu nasıl kurtaracağından daha çok bizi aç bıraktığına tasalanıyordu. Tabii bir taraftan aklı da kamyonda kalan onca yiyecek ve içecekteydi:) Bizi sağsalim aracımıza bindirince, köyden getirdiği başka araçla, hiç üşenmeden “rakılara ve etlere yazık olmasın” diye, gerisin geri tekrar 2 saatlik yolu tırmanıp kamyonda kalan yiyecekleri almaya gittiler. Akşam güzel bir ziyafet çekmiş olmalılar. Nitekim biz öyle yaptık: Otele ulaştığımızda, birbirinden güzel yemekleri bizi bekler bulduk. Güzel muhabbet eşliğinde, yorgunluğumuza da unuturak, hepsini afiyetle midelere indirdik:)

11 Mayıs 2009 Pazartesi

İLLEDE LİKYA OLSUN - 2

Sabah köyde konaklayacağımız otele gitmeden, Ahmet Amca ve eşi Gülistan Teyzenin evinde enfes bir kahvaltı yaptık. Herşeyin organik, domatesin domates gibi, salatalığın salatalık gibi olduğunu söylemeye gerek var mı? Ahmet Amca, enerjisi neredeyse kendi fiziksel varlığından önce hissedilen, inanılmaz bir adam. Tam bir Anadolu bilgesi (gerçi kısa sürede köyde herkesin “bilge” olduğuna hükmettik, o ayrı).

Enerji bombası, güzel insan: Ahmet Amca
Dedi ki : Köyümüze gelen herkese, bir ülke halkı hariç -ismini vermeyim-, kapım açık, arkadaşlarınıza söyleyin:)

Ahmet Amca ve eşinin bizi daha ilk günden, yemekten çatlatmaya karar vermiş gibi bir halleri vardı. Masadaki herşeyi silip süpürmemize rağmen, “az yediniz” diye hayıflandı durdu.

Saldırın!!!


Ahmet Amca ve eşinin birbirlerine sürekli “hayatım, canım, tatlım” diye hitap etmeleri dikkatimizi çekti. Espriyle karışık sorduğumuzda, "bizde eşler kıymetlidir” dedi. Dikkatinizi çekerim: “kadınlar kıymetlidir” demedi, “eşler kıymetlidir” dedi. Bu sıradan gibi görünen ifade, bana kalırsa aslında çok daha derin, farkındalıkla söylenmiş bir felsefenin yansımasıydı. Sonraki günler köyde tanıştığımız diğer çiftlerin de birbirlerine içtenlikle bu şekillerde hitap ettiklerini, hatta 2 saatlik bir kamyon seyahatimizde eşlerin birbirlerinin ellerini bir an bile bırakmadıklarına şahit olduk. Cinsiyet ayrımı yok, “insana” kıymet veriyorlar, yaradanın eseri oldukları için... Hayat, insan, doğa sevgisi ve misafirperverlik bu insanların genetiğinde kazılı, ne yapsanız değişmez. Ankara’da nedense çoğu caminin kapısında “İçki bütün kötülüklerin anasıdır” diye bir yazı vardır. Antalya bölgesinde yollardan geçerken gördüğümüz camilerin hepsinde ise şu yazı vardı: “Eşlerinizi sevin”:)

Bugünlerde, hele de Türkiye’de yaşıyorsanız, ne yaparsanız yapın, zaman zaman “herşeyin kötüye gittiği” düşüncesine kolayca kapılabiliyorsunuz. Kapılmamak için yapılacak şeylerden biri de yolunuzu bu köye, bu bölgeye düşürmek olabilir. Yıllardır ısrarla karartılmaya çalışılsa da, hala parıl parıl parlamaya inat ve devam eden Anadolu aydınlığından bir parçayı orada göreceksiniz. Biz bu şirin cennette medeniyet, huzur, toplumsal barış ve ne olursa olsun tükenmeyen bir yaşam ve insan sevgisi gördük.

Otelimiz yerli turistlerin az bildiği bir mekan: 16 dönümlük, ormanı dahi olan, binbir çeşit bitkinin fışkırdığı bir arazi içinde. Sahipleri köyün yerlisi olan Şükriye hanım ve Avusturyalı (ama artık Türk olmuş) eşi Bernard.

Hemen odalarımıza yerleşip, antik Likya’nın en güzel şehirlerinden biri olan Arykanda’ya doğru yola çıktık. Arykanda Likya dilinde "yüksek kayalığın yanındaki yer" anlamına geliyormuş (bkz: Likya -Cevdet Bayburtluoğlu - Suna & İnan Kıraç akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü). Likya’nın hali vakti yerinde, bu sebeple eğlence ve keyfe diğer komşularından daha fazla düşkün olmuş kentlerinden biri. Kent sakinlerinin ağızlarının tadını bildiğini, şehrin kurulduğu lokasyondan ve devasa sosyal tesislerinden kolayca anlamak mümkün. Ancak, ne kadar zevk ve sefa düşkünü olmuş olsalar da, Likya halkına has belli karakter özelliklerinden sapmadıkları ortada: Şehir, diğer Likya şehirleri gibi, yine gayet dik bir yamaca kurulmuş, taraçalar üzerinde yükseliyor.

Kuşbakışı Arykanda hamamları

Arykanda tiyatrosu ve ortaoyuncuları:)


Herzamanki gibi objektif ardında bir Alev:)

Bilir misiniz bilmem, Likyalılar gururlarına, onurlarına çok düşkün, sert ve inatçı karakterli, buna rağmen asla savaşçı ve istilacı olmayan bir halktı. Fakat, yurtlarına el uzatıldığında, en amansız savaşçı ve direnişçilere dönüşürlerdi. Tarihlerinde, bir kaç kez, şehirlerini istiladan kurtaramayacaklarını anladıklarında, agorada toplanıp çoluk çocuk topluca intihar etmişlikleri vardır.

Zarif süslemeler...

Antik dönemde istilalar genelde denizden geldiğinden, güvenlik sebebiyle şehirlerini dağların tepelerine kurmuş olmaları gayet mantıklı. Ancak, sanki biraz abartmışlar. Bugüne kadar gördüğümüz tüm Likya şehirleri bana böyle düşündürdü. Binlerce yıl öncesinin (ulaşımdan tarıma, iklimden su taşımaya) son derece kısıtlı imkânları da dikkate alınırsa, bu insanların gerçekten zoru seven, hatta neredeyse bundan garip bir zevk alan tipler olduğunu düşünmemek imkansız:) Likya kültürünü bir burç olarak tasvir etmeniz istense [benden başka kim ister acaba?:)], kesinlikle bir oğlak burcudur derdim. Yalnız, mağrur, zirvelere ne pahasına olursa olsun tırmanmaya ve orada kalmaya adanmış... Şehir öyle dik ki, korunma amaçlı sur yapmaya dahi gerek duymamışlar... Ekip olarak bu güzel şehri adeta “tırmanarak” gezerken kendilerinin ruhlarını da epeyce yadettik:)


Kimbilir ne yazıyor?

Arykanda ahalisi , turist görünce pek sevindiler:)

Arykanda'nın namı dünyaya yayılmış güzel kızları:)))))

Arykanda'yı şimdi görürseniz, bundan 170 yıl öncesinde tamamen toprak altında olduğuna inanmanız da mümkün olmayacaktır. O arada başka neler yapıldı henüz bilmiyoruz. Bildiğimiz, şehrin 1970'lerin başından bu yana bir başka Likya aşığı olan Cevdet Bayburtluoğlu ve ekibi tarafından kazıldığı ve bu özverili çalışma sayesinde yaklaşık 30 senelik bir süre içinde, 100 yıla yakın zamandır kazılan Efes ve Bergama ile yarışacak düzeye gelmiş bir kent görünümünde olduğu. Biz kente girerken Cevdet Hoca'yı arabasıyla çıkarken gördük. Kendisini bizlerin Likya kültürünü tanımasına adamış, bu uğurda ciddi emeği geçmiş bu değerli insanı saygıyla selamlıyoruz.