21 Haziran 2009 Pazar

SAFARİ

2006 Yılının ekim ayında, Kilimanjaro Dağı tırmanışımız bitip, sağsalim Arusha’ya dönünce macera yolculuğumuzun 2. bölümü de başlamış oldu. Bu bölümün adı başka bir büyülü sözcük: Safari...

Tanzanya topraklarının %50’den fazlasının “milli park” statüsünde olduğunu oralara gitmesek ya hiç bilmez ya da çok geç öğrenirdik. Tanzanya Hükümeti, Türkiye’nin tersine, doğal hazinelerinin kıymetini çok iyi biliyor ve bunları korumak adına takdire değer çaba sarfediyor. Ülkenin çok önemli bir gelir kaynağı bu doğal alanlar (demek ki doğal alanları tahrip etmeden, onlar üzerinden para kazanmak mümkünmüş, bunu birilerinin bizim yöneticilerimize anlatması gerekiyor). Kilimanjaro Dağı’nın içinde bulunduğu devasa alan da bir milli park.


Safari Bölgemiz “Ngorongoro Krateri ve Manyara Gölü Milli Parkı”. Arusha’dan bir kaç saatlik yine enfes manzaralarla dolu seyahat sonucu Manyara Gölü Milli Parkına ulaştık. Safarimiz 2 gün sürecek. Bir hafta süren uzun safariler de var. Bu turlarda gece veya şafak sökmeden , hayvanların avlanma, çiftleşme ve beslenmelerini gözlemleyebileceğiniz özel programlar da oluyor. Bizim seyahatimizin asıl amacı tırmanış olduğu için, safariye 2 gün ayırdık. Diğer taraftan, bunun da yeterli bir süre olduğunu söyleyebilirim.

Ngorongoro Krateri

Milli Park girişinde ücretimizi ödedikten sonra milli parka ait, şoförlü aracımıza bindik. Bunlar safari için özel dizayn edilmiş, oldukça yüksek, 4X4 araçlar. Üstleri açılıyor, çevreyi ve hayvanları buralardan gözlüyorsunuz. Safari boyunca ne olursa olsun araçtan inmek yasak. Bu delinmesine kesinlikle izin verilmeyen bir kural.

Safari Araçları

Arada yer yer safari araçları için yapılmış toprak yollar olsa da derinlere, özellikle de kraterin içine girince gerçek bir jip-safari de yapıyorsunuz. Yol falan yok, engebeli bir arazi de bata çıka, sarsıla sarsıla gidiyorsunuz.



İmpalalar

Konuya aşina olmayan bizlerin ilk farkettiği şey keskin bir dışkı kokusu. Yabancısı olduğumuz yüzlerce yabani hayvanın doğaya bıraktığı dışkıların kokusunun nasıl olabileceğini sizlerin hayal gücüne bırakıyorum. Yine de rahatsız edici olmadığını, sadece “farklı” olduğunu belirtmek istiyorum. Özellikle fillerin dışkıları da kendi cüsselerine yaraşır ebatlarda:)



Ngorongoro Krateri'nde hayvanlar alemi geçit yapıyor. Aklınıza ilk anda gelenlerin hepsi mevcut: çeşir çeşit maymun, babun, zebra, zürafa, fil, su aygırı, antilop, impala, yüzlerce çeşit kuş, yaban öküzü, devekuşu, sırtlan, varthog (bir tür yabani domuz, görüntüleri korkutucu ama aslında komik hayvanlar) ve tabiiki ormanlar kralı aslan...
Varthog
O kadar çirkin ki, bu derece çirkinlik sevimli yapmış kendisini:)

Hayvanları ürkütmemek için gözlemler de derin bir sessizlik içinde yapılıyor. Bu güzel bir an. Hayvanlar arasındaki huzur ve barışı görünce hava kararınca aralarından bazılarının diğer bazılarının yemeği olacağına inanmanız da zor oluyor:) Ama doğa kanunu...



En çok maymun ve zebra gördük. Zebra inanılmaz estetik bir hayvan. Sarı Afrika savanına çok yakışıyor. Yakın zamanda seyrettiğim belgeselde zebraların her ne kadar atlara benzese ve onlar kadar güçlü olsalar da, binlerce yıl etoburların avı olmaları sebebiyle asi ve gergin bir karakter geliştirdikleri, bu nedenle hiç bir zaman evcilleştirilemediği anlatılıyordu (Bkz: Tüfek Mikrop Çelik). Fakat yemek yerken pek munis göründüklerini söyleyebilirim:)



Su aygırlarını da zararsız ve otobur hayvanlar sanırdım. Öyle değillermiş, suyun içinde mırıl mırıl uyumaları ve hantal görünen cüsseleri sizi yanıltmasın. Gerçekten büyük, heybetli hayvanlar. En ilginci, su içindeyken her birinin “adacık” gibi görünen sırtının başka kuşlara yuva vazifesi görüyor olması. Her su aygırı minik bir kaç ya da bir adet irice bir kuşu evlat edinmiş gibi:)


O kuşun tünediği yer kaya değil, su aygırı:)

Maymun ve babunların davranışları insan davranışlarına o kadar benziyor ki... Saatlerce izleyebilirsiniz, hiç sıkılmadan. Beni en çok eğlendiren iki sevgili (!)maymunun birbirilerinin tüylerine yapışmış pislikleri temizlemeleri ve yeni doğmuş yavrusuna eğitim veren anne babun oldu.

Canikom çok kirlenmişssin ama:))


Babun


Yavrusunu eğiten anne babun

Manyara Gölü ise, tahmin edebileceğiniz gibi, tam bir kuş cenneti. Görebildiğimiz kuşların hepsi gerçekliklerinden şüphe duyulacak kadar değişik ve rengarenktiler.







Safaride hiç aslan görülmez mi? Saatlerce gezip yüzlerce kuş, su aygırı, fil, zürafa, maymun, babun, antilop ve daha bir sürü başka hayvanı görünce “E nerede aslan?” diye kıpırdanmaya başladık. O arada şoförümüzün telsizine bir bilgi geldi ve söförümüz bunun üzerine gaza bastı. Telsizden, tarifi söföre bildirilen bir bölgede dinlenmekte olan iki genç aslanın olduğu bilgisi gelmiş. Şöförümüz 40 dakikadan fazla o bölgede dolaştı, "buralarda olmalılar" diyor, başka bir şey demiyordu. Çok heyecanlanmıştık ama zaman uzadıkça görebileceğimize dair ümidimiz azalıyordu. Ve ta taaaaa: İşte ormanlar kralı Aslan. Akşam yediklerini sindirmek için dinlenmeye çekilmişti iki ahbap çavuş ve o kadar keyfe dalmışlardı ki dikkatlerini çekebilmemiz bayağı zamanımızı aldı:)

Aslan kardeşler


Karnı tok, dünya umrunda değil:)

Milli Park içinde harika bir otel de kaldık, “lodge” deniyor buralara. Çok katlı bina yok, yeşillerin arasına gömülmüş klübelerde, cibinlikli yataklarda, savan ve orman derinliklerinden gelen birbirinden ilginç sesler eşliğinde uyuduk.

Kaldığımız Lodge'da odamızın verandası

İnsanın tüm bu güzellikleri gördükten sonra varoluşuna şükretmemesine imkân yok. Nitekim bu Afrika seyahati benim kendi kişisel gelişim ve dönüşümüm için önemli dönüm noktalarından biri oldu. Hayat ve yaşadığımız Dünya çok ama çok güzel. Cennet de Cehennem de burada saklı, hangisini görmek istersen, sana ona gösteriyor Evren. Bunu sık sık kendimize hatırlatmakta fayda var. Seyahatler de hatırlamanın başka bir yöntemi oluyor...

Kraterden çıkarken yeni oluşmaya başlamış hortum gördük

Dönerken uçakta çok enteresan İstanbullu bir Türk grubu ile tanıştık. Yaklaşık 10-12 kişi, yaş ortalaması 60 üstü bir grup. Hepsi üniversiten arkadaşlar ve gençlik yıllarından bu yana her sene birlikte, kimsenin (en azından rahatına düşkün Türklerin) aklına gelmeyen yerlere seyahat ediyorlar. Kendisiyle sohbeti koyulaştırdığımız beyefendi “bize Paris, Londra falan demeyeceksiniz, biz nerede garip nerede az bilinen, nerede gizemli yer var, oraya gideriz” dedi. Bu güne kadar zaten görmedikleri yer kalmamış, saydıkları arasında Vietnam, Kamboçya, Paraguay, Brezilya Yağmur Ormanları, Venezualla, Avustralya,Tazmanya özellikle aklımda kalanlar. Zaten Afrika’ya da bilmem kaçıncı gelişleriymiş, bu sefer Zambiya’ya gitmişler. Memleketimde böyle insanlar olması bizi ayrıca mutlu etti, enerji ve birikimleriyle ufkumuzu genişlettiler. Hepsinin kulağı çınlasın. Umarım sağlıklı ve keyifli bir şekilde Dünyayı keşfetmeyi sürdürüyorlardır.

8 Haziran 2009 Pazartesi

Yalnızlık v. Tekbaşınalık


Kendi iç yolculuğuna çıkan her insanın bir dönem, bir şekilde takıldığı bir konu olduğunu sanıyorum: Yalnızlık nedir? Tek başınalık nedir? Bu soru özellikle ansızın kendi kendinize olmaktan da büyük bir keyif aldığınızı ve fakat sosyalleşmenizde, eskiye kıyasla, görünürde bir düşüş olduğunu farkettiğiniz (veya bunun size çevrenizdekilerce farkettirildiği) zaman aklımıza düşer.

İnsanın kendiyle olmaktan delice zevk alması, tek başınalığının saltanatını sürmesi aslında onun yalnız olduğuna mı işaret eder? Yoksa hayattaki en büyük nimetlerden biri midir?

Osho'nun bu konuya ışık tutan bir yazısını paylaşmak istedim bugün. Bakın bakalım içiniz ne diyor ?? Siz yalnız mısınız? Yoksa tek başına mı?

"Yalnızlıktan Tek Başınalığa...

Yaşamlarımızda önemli bir başkası olmadığında kendimizi ya yalnız
hissederiz ya da yalnızlığın getirdiği özgürlüğün tadını çıkarırız. Derinden
hissettiğimiz gerçekler konusunda başkalarından destek alamadığımız zamanlar, kendimizi ya yalnız ve acı dolu hissederiz ya da vizyonumuzun, ailemizin, dostlarımızın veya iş arkadaşlarımızın onayına olan insani gereksinimimizin üstesinden gelecek kadar güçlü olmamıza seviniriz. Yaşama bakış şeklimiz yolumuzu belirler.
Yalnızlık kelimesi bile insanın içinde bir üzüntü yaratmaya yeter. Bu sadece
yanlış bir çağrışım, yanlış bir yorumdur. Buna yalnızlık, yalıtılmışlık yerine tek başınalık demek daha doğrudur. İnsanlar yalnız olduklarında üzülmeleri gerektiğini düşünürler. Bu doğru değildir, insanlarla olmanın getirdiği mutluluk son derece yüzeyselken, kendi başına olduğunda beliren mutluluk ise muazzam bir derinliğe sahiptir. Tek başınalık üzüntü getirmez. Tek başınalığın en derinlerine bir kez olsun inmişsen, artık her türlü ilişki sana yüzeysel gelecektir.Tek başına olduğunuz zaman yapayalnız değilsiniz.

Yalnızlık ile tek başınalık arasında büyük bir fark vardır. Yalnız olduğunuz zaman bir başkasını düşünmektesinizdir, bir başkasını özlemektesinizdir. Yalnızlık olumsuz bir durumdur. Diğeri-dostunuz, kocanız,karınız, anneniz,sevgiliniz - yanınızda olsa daha iyi olacağınızı hissediyorsunuzdur. Diğeri yanınızda olsa çok iyi olacaktır, ama değildir. Kişinin er ya da geç yalnızlıkla karşı karşıya gelmesi gerekir. Bir kez onunla yüzleştiğinde, yalnızlık renk değiştirir,nitelik değiştirir. Tek başınalığa dönüşür.

Yalnızlık diğerinin yokluğudur. Tek başınalık, yanınızda kendinizin olmasıdır. Tek başınalık çok olumludur. Bir varlıktır, bol bir varlıktır. Varlıkla o kadar dolusunuzdur ki , varlığınızla tüm evreni doldurabilirsiniz ve başkalarının varlığına ihtiyaç kalmaz. Yalıtılmışlık içinde üzüntü ve sefaleti barındırırken, kendi başınalık gerçek mutluluğa dair bir enginliğe sahiptir."


OSHO

1 Haziran 2009 Pazartesi

YUNAN ADALARI 3 - ALMA TÜRK'ÜN AHINI:)

Limandan bir başka görüntü

Adanın tepesinden manzara

Sıcak sonbahar güneşinin altında adayı gezip turumuzu tamamlayınca, deniz kıyısında güzel bir yemek için limanda yan yana dizili sevimli restoranlardan birine oturduk. Oturmak için hangi restoranı seçeceğimizde kararsız kaldık, ancak bir tanesinin sahibinin “oooo komşi, ben çok bilir Kaz (Kaş demek ister), Simirna (İzmir diyor), Turkiye, çok misafir gelir bana Turk” şeklinde, yarım yamalak Türkçe konuşması hoşumuza gitti. Hemen sempati duyduk adama. Gerçi, geri planda adamın karısı olduğunu sonradan anladığımız, aramızda “Eleni” ismini yakıştırdığımız, aşırı mutsuz görünen, asık suratlı, yumurta sarısı boyayla boyanmış ve alabildiğine kabartılmış saçlara sahip, kara kaşlı, adeta robot gibi hareket eden bir kadın için aynı şey söylenemezdi. Derdini pek merak ettik. Bu ıssız adadaki hayatını ne yapsa renklendiremiyor, fırtınalı ruhunu bir türlü besleyemiyor olabileceği fikri bize çok cazip geldi, yemekleri beklerken bu konudaki teorimizi geliştirdik, hatta kadının bu şekilde hissetiğinden neredeyse emin olduk:)

Masamızı, her birine Türk mutfağından gayet aşina olduğumuz ama “Yunan usulüyle” yapılmış, birbirinden güzel meze ve yemeklerle donattık, afiyetle yemeğe başladık. Yunanlıların yemek işini en az bizim kadar iyi bildikleri, hatta bazı mezelerde bizden başarılı oldukları gerçeğini kabul ettik:)

Hele ki o sağdaki patlıcan salata enfesti...

Sisam'da tanış olduğumuz Yunan birası Mythos burada da karşımıza çıktı:)

Meis’e gelen yat ve teknelerin demirlediği liman, sadece bizim restoranın önündeki iki teknelik boş yer hariç hınca hınca doluydu. Keyifle biralarımızı, uzolarımızı yudumlayıp, manzarayı seyrederken, limana Türk bayraklı bir guletin girdiğini ve demir atmak üzere bizim önümüzdeki boş yere yaklaşmaya başladığını gördük. Bayağı bir yaklaşmışlar ve hatta demiri atmak üzerelerdi ki, içeriden can hıraş bağırışlarla bizim restoran sahibi adam çıktı. Adeta bir maymun gibi zıplıyor, “No, no!!!” diye bağırıp, elleriyle hayır işareti yapıyordu. Adam o kadar şiddetle karşı koydu ki bizim gulet çaresiz tornistan yaptı, başka da yer olmadığından açıkta bir yere demir attı. Biz adamın bu hareketini müşteri memnuniyetini kollamaya yönelik bir jest olarak algıladık. “Aferin adama, ne düşünceli, manzaramız kapanmasın diye tekneyi postaladı” falan dedik ve yemeğimize devam ettik.

Kısa bir süre sonra limana daha küçük, Türk kıyılarından geldiğini anladığımız (teknenizin menşei bayrağı ile birlikte, hangi kara sularındaysanız o ülkenin bayrağını da bayrak direğine çekmek zorundasınız, teknedekilerin de Türk bayrağını indirip Yunan bayrağını çekmeye başladıklarını görmüştük) İngiliz bayraklı küçük bir yelkenli aynı boş yere yanaşmaya başladı. Yaklaştıkça içinde 6 kişinin olduğunu farkettik.

Bizim restoran sahibi yine içeriden deli gibi koşarak geldi. Biz yine tekneyi kovacak sanıyoruz, fakat yaptığı el kol hareketleri bu sefer "gelme" anlamında değil, bilakis “buyrunuz efendim” şeklinde. Aman aman, bir izzet-i ikram, sormayın gitsin... Teknenin halatlarını almalar, bağlamalar falan... Biz olaya anlam veremedik. "Acaba adamı bilen bir tekne daha önce buraya rezervasyon mu yaptırmış?" diye düşündük önce. Fakat tekne iyice yaklaştığından teknedekilerin konuşmaları duyulmaya başlamıştı. Onlar da az önceki Türk teknesi gibi, rezervasyonsuz limana girmiş bir tekne idi, içindekiler hayli yorgun görünüyorlar ve tabii nerede ne yiyeceklerini konuşuyorlardı.

Renay teknede bezmiş görünen genç adama nereden geldiklerini sordu, çocuk gayet snop bir eda ile “Turkey-Gocek” dedi. Bu arada bizim adam tekne bağlama işi bitince, nedense (!) bizim masaya gelip teknedekilere avazı çıktığı kadar “Wellcome to Eurooooope” diye bağırdı. “Allah allah” diye birbirimize baktık. Arkadaş, burası en azından coğrafya olarak Avrupa değil, hadi öyle say, ama ondan önce Yunanistan ve ondan da önce Meis Adası... Niye böyle dedi?? Sonra “ya belki de biz fesatız” deyip yemeğe devam ederken, adam hiç gereği ve manası yokken yine bizim masaya geldi ve oradan teknedekilere bu sefer daha yüksek sesle “Wellcome to Europe agaiiiin” diye bağırdı.

E yani, bu kadarı da fazlaydı. İngilizlere “barbar Türklerin vahşi ülkesinden yakayı zor kurtarıp, medeniyete ulaşmış insanlar” muamelesi yapıyordu bize göre. Adamın kesin bir “Türk düşmanı”, üstelik Türklerin parasını almaya meraklı bir "Enosisçi" olduğuna hükmettik hemencecik... Hatta karısı Eleni’nin mutsuzluğunun sebebi de oydu, kesin!!!

Biz geldiğimizde boş olan restoranın iki masası daha dolmuştu bu arada. Bir masada özel bir yattan inmiş haylı kalabalık bir Türk grubu vardı. Onlar da, aynen bizim gibi, masayı çılgınca donatmışlardı. Yanımızdaki masaya ise 6 kişilik bir ingiliz grubu oturmuştu kısa süre önce. Menüyü sanki matematik problemi okuyor gibi, dikkatle ve tartışarak inceleyip en sonunda 6 bira ve birlikte paylaşmak üzere bir tabak patates kızartması istediklerini duymuş, biz de aramızda “cimrileeeeer, zevksizleeeer” diye kıkırdamıştık :)

Masacak, bu adamın bize bir şey anlatmaya çalıştığına ikna olduk. Ne nankördü bu adam!!! Kendisine asıl parayı Türk müşterileri kazandırıyordu ve onun Türklere yaptığına bakındı...

Muzipliği seven ve o an itibariyle milli duyguları en az bizim kadar kabarmış arkadaşımız Renay, “madem öyle, işte böyle” diyerek, az önce konuştuğu ve üzerinde "Alaçatı Surf Club"yazan bir tişört olan genç İngiliz adama “Sen de mi sörf yapıyorsun Alaçatı’da” diye sorup, adamla muhabbet etmeye başladı. Adam Türkiye’den çok keyif aldıklarını ama Göcek’ten buraya çok rüzgarlı ve yorucu bir yolculuk yaptıklarını ve şu anda yemekten başka hiç bir şey düşünmediklerini söyleyerek, Renay’a acaba bu restoranı onlara tavsiye edermiyiz diye sordu.

O an hepimizin gözgöze gelmesi ve sonraki adımda mutabık kalmamız sadece bir an sürdü. Renay’ın yakın bir akrabası ünlü bir tiyatro ve sinema sanatçısıdır, kendisine de bu yetenek genetik olarak bulaşmıştır. Bir anda en memnuniyetsiz surat ifadesini takınıp, yüzünü buruşturarak adama eliyle “şöyle böyle” işareti yaptı. Biz kikirdedik, bize göre komik ve masum bir Türk şakasıydı:) Bunu başka bir Türk’e yapsan “hadi ya o zaman biz şu ilerideki yere oturalım” der gider, konu da orada kapanırdı. Biz de kendi küçük dünyamızda Enosisçi restorancıyı 6 adet müşteriden ettiğimize sevinerek, "gizli intikam" aldığımızı düşünüp eğlenirdik.

Gel gör ki adam (herhalde İngiliz olduğundan) Renay’ın bu cevabını pek ciddiye aldı. Hemen pes edecek bir hali olmadığını, tabaklarımızı gösterip “madem iyi değildi, o zaman neden bütün yemekleri bitirdiniz?” diye sorunca anladık. Önümüzdeki boşalmış tabaklara baktık hafif bir utançla... Renay yine duruma el koydu “Biz buraya sık geliriz, normalde şu yan restoranda yeriz, bu sefer buraya da bir şans verelim dedik ama hayalkırıklığı oldu, adama ayıp olmasın diye yedik yemekleri” gibi bir şeyler geveledi. İngiliz adam tatmin olmadığını belli eden bir surat ifadesi ile kafasını sallayarak tekneye döndü.

Bu arada bizim Enosisçi aynı can hıraş modda, birazdan tekneden inecek 6 İngiliz misafirine masa hazırlamaya başlamıştı bile. Konunun burada kapandığını düşündüğümüzden kendi kendimize “ya işte böyle Yorgo efendi, alma Türk’ün ahını, böyle alır intikamını” diye dalgamızı geçmeye başlamıştık. Keyfimiz pek yerindeydi doğrusu...

Kalkmaya hazırlanırken, teknenin, aralarında 70 yaş üstü bir adamla kadının da olduğu, 6 kişilik ekibi birden etrafımızı sardı. Her biri birimizi, adeta sorguya çeker gibi, restoranı neden sevmediğimizi, sevmediysek neden yemekleri yediğimizi, yemeklerdeki sorunun ne olduğunu sormaya başladılar. Hatta her bir ara çapraz sorgu pozisyonu bile oldu. Açıkçası bu basit olaydan ben İngilizlerin bir dünya imparatorluğu olmayı nasıl becerdiklerini gayet iyi anladım. Adamlar hiç bir şeyi “adam sen de" deyip pas geçmiyor olsalar gerekti, her şeyi kılı kırk yararcasına inceliyor, mantık düzlemine oturtmaya çalışıyor olmalıydılar. Bir uyduruk yemek muhabbettini getirdikleri hale baksanıza...

Her birimiz, birbirine benzer yalanlar geveledik, bu arada konuşmaları bizim Enosisçi duyacak diye endişe etmeye başladık. Düşünsenize, bizim Enosisçi bayıla bayıla mideye indirdiğimiz yemekleri için “işe yaramaz” dediğimizi ve 6 müşterisini kaçırmaya çalıştığımızı duysa ne olurdu? Türkiye’de değiliz arkadaşlar, burası Yunanistan, pardon "Evvvroooopa"!!!:)

Bir anda aklımdan Enonsisçi’nin “ey bre Meisli dava kardeşlerim, Türk gavuru benim yemeklerime hakaret etti, yemeklerimin itibarını yerde komayın” diye bağırdığı, bunu duyan ada halkının bizi evire çevire dövdüğü, akşam haberlerine de “Türk – Yunan gerginliği” şeklinde yansıdığımız sahneler geçti. Hatta Türk jetleri, biz adanın rutubetli karanlık zindanlarında kurtarılmayı beklerken, ada üzerinde alçak uçuş bile yapardı belki gözdağı vermek için...

Hakikaten tekneye koşmaya kararlıydık artık, bu tartışma biraz daha uzasa gerginliğe dönüşeceğine emindik. Neyseki İngiliz aile, cevaplarımızdan (daha doğrusu iyice dallanıp budaklanmış yalanlarımızdan) ikna olmuş olmalı ki (şu işe bak, ısrarcılıkları yüzünden masum bir yalan bir anda dallı budaklı, içinden çıkılmaz bir hale gelivermişti) sorguyu bıraktılar ve “o zaman biz de yan restoranda yiyelim” diyerek diğer restorana yürüdüler.


Bizim Türk dostu sandığımız restorancı bir Enosisçiye dönüşmeden önce böyle fotomuzu da çekmişti:)

Bizim Enonsisçi İngiliz müşterilerinin gittiğini görünce ne yaptı bilmiyoruz, çünkü biz tekneye kendimizi bir an önce atmak üzere tabanları yağlamıştık. Koşuyor, bir taraftan da kahkahalarla gülüyorduk. Bir daha geldiğimizde restorancının bizi tanımayacağını ümit ederek, yolda da “yahu Enosisçiydi falan ama yemekleri harbiden güzeldi, üstelik fiyatı da iyiydi ama Türklere bu yamuğu yapmayacaktı” diye kulağını bolca çınlatıp, tekrar gelme niyetiyle bu sevimli adadan ayrıldık:)



Bye Bye Meis...