30 Temmuz 2009 Perşembe

YUNAN ADALARI 5 - EMBORIOS KÖYÜ


Küçücük, güzel bir koya konumlanmış Emborios Köyü’ne ulaşmamız yarım saatimizi aldı. Öyle küçük, öyle sakin, öyle huzurlu bir yer ki, şayet huzur ve sessizliğin battığı insanlardansanız, tatilde hareket, kalabalık ve ses seviyorsanız, sakın ha sakın buraya gitmeyin:) Yok eğer, bizim gibi, huzur ve sessizlik avcısıysanız, o zaman Emborios bu ihtiyaçlarınızı had safhada tatmin edecektir. Köyün minicik, taşlı bir plajı, Ege’nin binbir tondaki mavisinin dansettiği, yine taşlı, tertemiz bir denizi var. Kıyıda teknelerin bağlanabileceği iskele ya da balıkçı barınağı yok. Arada bir esen hafif meltem burnumuza benim o çok sevdiğim iyot kokusunu getiriyor denizden.

Emborios'un kahvesi

Emborios'un dondurmacısı

Sonradan edindiğim ilginç bir bilgiye göre Emborios aynı zamanda kuruluşu İ.Ö.1800’lere dayanan, “antik” bir köymüş. Düşünün: O zamandan bu yana hayat var orada... Evler yukarı doğru hafifçe eğimlenen kıyıya yarım ay şeklinde, arkalı önlü dizildiklerinden (bazı evlerin dış cephe boyamaları da hayli ilginçti), kıyıdaki küçük meydan haricinde gezebileceğiniz başka bir yeri de yok. Ama ne gam? O manzarayı doyasıya içinize sindirmek için zaten bir yere gitmek istemiyorsunuz.

Emborios'un evleri



İlginç ve çok güzel...

Böyle güzel manzaraların olduğu yerlerde manzarının yanına en iyi ne eşlik eder? Tabii ki manzaraya karşı yenecek güzel bir yemek... Saat bire yaklaştığından karnımızın da acıktığını farkedip, kıyıdaki üç restorandan estetik açıdan gözümüze en farklı ve yaratıcı görünen birine girdik.




Porto Emborios Tavernası

Tabii ki hedefimiz, tatlarını kendi damak tadımıza çok uygun bulduğumuz Yunan yemeklerinden yiyebildiğimiz kadar yemekti. İtiraf ediyorum ki yemek konusunda açgözlüyüm. Alev de benden pek farklı değil. Normal şartlarda yiyebileceğimizden fazlasını sipariş ettik, benzer heyecan durumlarıda hep yaptığımız gibi :) Restoran sahibi adam “karagülmez” bir tipti ama kısa süre sonra yaptığı ve bize “jest”gibi görünen bir kaç nazik davranışıyla (Türk olduğumuzu konuşmamızdan anlayıp, bize Türkçe yazılmış minik bir Sakız Adası kitapçığı getirmesi ve yemek sonunda kahve istediğimizde “Yunan kahvesi mi?” diye genelde milli duyguların hortlamasıyla sonuçlanacak türde bir ajitasyon sorusu yerine, “büyük olandan mı küçükten mi?” diye cevap vermesi, bizim “hani sizin Yunan bizim Türk dediğimiz kahveden” deyince de -nihayet- gülmesi) sempatimizi kazandı.


Sakız Adası'nın kendi üretimi olan uzosu Stefos


Greek Salad

Yemekler yine Türk Jürisinden tam puan aldı:) İlk kez kalamarı bütün halde yedik. Biz de illaki minik tekerlekler şeklinde sunulan kalamar Chios'ta yekpare pişiriliyor, gövdesine peynir doldurularak... Yine söylemeliyim ki ahtapotu çok güzel yapıyorlar. Bir de bu sefer yediğimiz ekmeğe bayıldık. Köy ekmeği, kızartılmış ve üzerine kekikli zeytinyağı damlatılmış... Çok farklı, başlı başına bir yemekmişçesine lezzetli bir tadı vardı. “Keşke fırın bulsak da alsak” dedik ama tabii öyle bir şey araştıracak zamanımız olmadı. Şans bu ya, aynı ekmeğin Alaçatı’da da yapıldığını öğrendik bir sonraki gün. İşin sırrı ekmeğin “ekşi mayadan” yapılmasıymış. Kendisi de iyi bir ahçı olan sevgili arkadaşımız Lerzan’ın hediyesi olarak Ankara’ya getirdiğimiz bu güzel ekmeği hala bayıla bayıla (fakat biteceğinden korkarak az az) yemekteyiz:)

Yenilen güzel yemeklerin, uzo, şarap, Akdeniz sıcağı, enfes manzara ve iyot kokusuyla etkileşime girmesi sonucu ikimize de “tatlı” bir rehavet çöktü. Yüzlerimizde ne yapsak silemediğimiz bir tebessümle oturakaldık. Bu keyif patlamasının bizi Emborios’tan daha ileri götüremeyeceği belli oldu. Emborios’un 20 km kadar kuzeyindeki Mesta’ya gidip tekrar Chios’a dönerek 5’te kalkacak (ama gümrük işleri sebebiyle 16.30’da yolcuların çağrıldığı) feribota yetişmemizin de teknik olarak imkânı kalmamıştı artık. Bu keyif sarhoşluğu sırasında bir ara saate bakınca yola çıkma saatimizin çoktan gelmiş ve geçmiş olduğunu farkettim. Nasıl oldu da zaman bu kadar çabuk geçti anlayamadık. Bize kalsa daha saatlerce o küçük restoranda Mavi’yi seyrederek ve benim hastası olduğum “karizmatik” dil Yunanca’yı konuşan 3-5 müşteriyi dinleyerek geçirebilirdik. Meraklısı için söylüyorum: bir küçük şişe uzo, iki kadeh beyaz şarap, Yunan salatası, cacık, kalamar ızgara, ahtapot, patlıcan ezmesi ve kahve için verdiğimiz para “44 €”. Porsiyonların miktarı da iki kişi için gayet fazla.

Emborios’a veda vakti gelmişti. Toparlanıp, kıyıdaki bir kaç güzel evin de fotoğrafını çektikten sonra yola çıktık. Dönüş yolunda bugüne dek görmediğim çeşitlilikte, son derece yaratıcı ürünlerini yol kenarlarına dizmiş bir kaç büyük seramik atölyesi gördük. Buralara kadar gelip, bize Sakız Adası’nı hatırlatacak özgün bir parça almadan dönmenin içime oturacağını bildiğimden, bu atölyelerden birine girip kendimi “ufak çaplı” kaybettim. "Ufak çaplı "diyorum, çünkü artık zamana karşı yarışmaya başlamıştık. Yoksa, orada da rahat bir kaç saat geçirebilirdim. Kocaman, üstelik iki katlı , her yeri tıka basa objelerle dolu bir mekandı. Üstelik dünya tatlısı bir sahibi vardı. Kadın Türk olduğumuzu öğrenince bize bildiği Türkçe kelimeleri sayarken avuçlarımızı da sakızlı şekerlerle doldurdu. O şekerlerin de tadını unutmak mümkün olmayacak, şeker pek sevmem ama sakızın içine girdiği şeylere büyü yaptığını düşündüğümden, bu şekerleri bu kadar beğenmeme şaşmadım.
Ganimetlerimiz...

Çeşitliliğe inanamadım, yaratıcılığa hayran kaldım... Yunan mitolojisinin ve zengin Akdeniz kültürünün bu sanat dalını etkilememesi beklenemezdi tabii. O çeşitlilikte ve fakat kısıtlı zamanda, zor da olsa, bir kaç parça seramik alabildim. Üstelik fiyatlar makuldü. Tabii biz arabaya yeniden bindiğimizde zamanımız iyice daralmıştı ve önümüzde aşılmayı bekleyen bir 20 km. daha vardı. Nihayet Chios’a girdiğimizde saat 4’ü geçmişti. Yine de rahattık ama çoğu tek yön olan yollarda liman caddesine sapacağımız bir ayrımı kaçırıp şehrin etrafında mecburen bir tur daha atmamız gerekince ben iyiden iyiye telaşlandım. Bir de aklıma acentadaki ağırkanlı kız geldi, “bu kız kaçırtır feribotu bize” diye düşünmeye başladım. Nihayet acentaya geldiğimizde feribot saatine artık dakikalar kalmıştı. Neyseki ultra ağırkanlı Yunan güzelimiz yerine, “eli çabuk” başka bir adamın olduğunu gördük. Aksi gibi feribotun kalkacağı yere en uzak noktadaki acentayı seçmişiz, bu oradan limana bir miktar daha yürümek demek olacaktı ve bu feribotu kaçırma riskimizi daha da arttırıyordu. Adam durumumuzu anladı ve hoş bir jest yaparak teslim ettiğimiz arabayla bizi gümrük giriş kapısına kadar götürdü. Böylece feribota son adım atan yolcular olduk:)

Akşam kuzen Mesta’ya gidemediğimize üzüldü, sözünü dinleyip hemen araba kiralamadığımız için kızdı, sonra da bize bir sonraki Alaçatı ziyaretimizde Chios’a tekrar, bu sefer hep birlikte ve bir kaç gece konaklamalı gitme cezası verdi, biz de bu cezaya çok üzüldük:)

28 Temmuz 2009 Salı

YUNAN ADALARI 4 - SAKIZ ADASI


Geçtiğimiz Haziran ayı sonunda, bir Cuma sabahı saat 10’da Çeşme limanından kalkan feribotla yollandık Sakız Adası’na Alev ve ben. Yolculuk 45 dk. civarında sürdü. Feribotta her tür içecek servisi yapan bir bar da olduğundan, kahvemizi yudumlayarak Ege mavisinin seyrine dalmak ayrıca bir keyif oldu.

Feribotta keyifli bir seyahat

Sakız Adası’nın Yunan dilindeki adı “Chios”. Yabancılar bunu “Kios”, ada yerlisi ise “Hios” diye okuyor. Sakız Adası, 5. büyük Yunan adasıymış. Ayrıca, diğer Yunan Adaları’na göre “turizmi en az gelişmiş olan ada” ünvanının da sahibi. Bunun sebebi, turizmden kazanacağını adada bulunan Sakız ağaçlarından fazlasıyla kazanıyor olması. Sakız, yoğun olarak sadece Ege’nin bu bölgesinde yetiştiğinden kıymetli, ticareti de iyi para getiriyormuş. Hal böyle olunca, diğer adalar içinde “en zengin olanı” da yine Sakız. Nüfus da hayli fazla: 54.000 civarında ama irili ufaklı pek çok yerleşim alanına dağılmış.

Feribot yaklaşırken karşıdan gördüğümüz adanın merkez şehri Chios, daha önce gördüğümüz adalara kıyasla biraz farklıydı: Otantik ve orjinal bir görüntü sergilemeyen, hatta genelde 3-4 katlı sıradan apartmanlardan oluşan bir silüet vardı karşımızda. Fakat şaşırmadık. Bu kez işi bilenden gerekli uyarı ve tavsiyeyi almıştık. Alev’in Alaçatı’da yaşayan kuzeni gördüğü en güzel yeryüzü parçalarından (ki hatırı sayılır yer görmüştür kendisi) biri olduğunu düşündüğü bu adanın şehir merkezinde özel olarak ilgi çekecek otantik ya da farklı bir şeyin olmadığını, asıl ilginç yerlerin adada dağınık halde bulunduğunu söyleyip, feribottan iner inmez araba kiralayarak adayı gezmemizi tavsiye etmişti. Günübirlik bir seyahatte büyük bir ada olan Sakız’ın tamamını görmek mümkün olmayacağından, bu kısıtlı zamanın kendisinin bayıldığı Emporios Köyü ile Mesta Kasabasını görmeye rahatlıkla yeteceği bilgisini de o vermişti bize.

Merkez Chios şehrinin feribottan görünüşü

Feribottan inince, ilk kez ayak bastığımız bu adanın merkez şehrini hiç gezmeden gitmek içimize sinmediğinden, bir şehir turuna çıktık Alev’le. Saat öğlene yaklaşırken Sakız kavrulmaya başlamıştı bile. Yine de şehir merkezinde epeyce hareket vardı. İlk dikkat çeken ama sürpriz olmayan şey, kıyı şeridinin pek çok kafe-bar ile dolu olmasıydı. Görüntü bana İzmir’in kordonunu hatırlattı. Hemen her yerde görebileceğiniz, otantik özellikler taşımadığı için Yunanistan’da olduğunuz hissini vermeyen, genelde Ada sakinlerinin müdavimi olduğu mekanlardı buralar. Alev ile aynı anda farkına vardığımız detay, kafelerde oturan erkeklerin neredeyse hepsinin tespih çekmekte olduklarıydı:)

Chios şehrinde de tabela kirliliği var:)

Arka sokaklarda ise tipik bir Ege şehrinde göreceğiniz (benim yine çocukluğumun geçtiği Söke, Kuşadası, İzmir ve Aydın’dan net olarak hatırladığım) günlük hayat yaşanıyordu. Dapdar yollarda ciddi ama gürültü kirliliği yaratmayan, yayalara her koşulda yol verilen ve araçlar birbirlerine yol verirken de saygıda kusur etmeyen bir araç trafiği, bir turiste cazip gelecek özel herhangi bir şey satmayan bolca dükkan, günlük çarşı-pazar alışverişini “siesta” saati gelmeden tamamlamak amacıyla oraya buraya koşuşturan insanlar...



Daha önce de yazdım, ben Yunan Adaları’nda kendimi yurtdışına çıkmış gibi hissetmiyorum, tam tersi (biraz tuhaf ama), “eve gelmiş” gibi hissediyorum. İnsanlar, evler, sokaklar, davranışlar, bitkiler vb. o kadar, ama o kadar, çocukluğumu yaşadığım yerlerdekilere benziyor ki, Türkiye dışında olduğumu ancak farklı bir dilin konuşulduğunu duyunca anlıyorum. Lokal benzerlik bir yana, Egeli olmayan herhangi bir Türk vatandaşı da buralara geldiğinde genel olarak Yunanlılar, ama özellikle ada halkı ile olan fiziksel-kültürel benzerliğimizi fark edecektir. Tabii Yunanlıların yine de ve üzülerek bizlerden “daha medeni” ve “sahip olduklarının kıymetini bilir” olduklarını söylemek zorundayım. Yine üzülerek belirtmeliyim ki çocukluğumun geçtiği o şehirlerde bu Adalarda hala varolan güzelliklere benzeyen çok az şey kaldı...

Şehir merkezinde "turist bakış açısıyla" umduğumuzu bulamayınca, artık kuzenin tavsiyesine uyma zamanı geldiğine karar verip deniz kıyısında bulduğumuz ilk acentaya dalarak bir araba kiraladık. Enfes mavi gözleriyle bir Yunan güzeli, tüm iyiniyetine rağmen, evrak işini o kadar yavaş halletti ki bizim için önemli olan bir “35 dk” yı daha kaybetmemize sebep oldu.

Her ne kadar kendi klasmanında “büyük” olarak kabul edilse de, netice de her tür klasik ölçüye göre küçük bir ada burası. O nedenle adanın bir ucundan bir ucuna bir –bir buçuk saatten fazla olmayan bir sürede gidilebileceğini tahmin ettik. Chios şehri ise ortada bir yerde olduğundan, gideceğimiz yerlerin de yaklaşık 30-40 dk. lık süreler alacağını hesapladık. Acentadan aldığımız haritadan gideceğimiz rotayı çıkarmak kolay oldu. Yollarda yönlendirici tabelalar da bol olduğundan (bize bir şey ifade etmeyen Yunan harflerinin altına İngilizce açıklamaları da yazıldığından) yönümüzü bulmakta zorlanmadık. Emporios Köyü Ada’nın güneyinde, Mesta ise Emporis’un kuzeyinde bulunuyor.

İlk kez gördüğümüz sakız ağacı bahçelerinin aralarından, deniz manzaralı eşliğinde kıvrıla kıvrıla uzanan yol bize keyif verdi. Sakız ağacı bodur ve dikenimsi minicik yaprakları olan bir ağaç. Çok güzel koku da salıyormuş ama öğlenin o sıcağında kokularını henüz salmaya başlamamışlardı. Yol üstünde bir çok küçük yerleşim alanının ya içinden ya kıyısından kıyısından geçtik. Vakit olsaydı keşke de hepsine girebilseydik...


27 Temmuz 2009 Pazartesi

BİR KİTAP TAVSİYESİ: BDEYYAKT:)

Kitap seçiminin tamamen “kişiye özel” bir konu olduğunu, insanların bu konudaki tercihlerinin birbirine benzemeyeceğini biliyorum. Senin okurken zevkten bayıldığın bir kitap bir başkasını sıkıntıdan bayıltabilir. Fakat, bazen öyle kitaplara denk gelirsin ki onları “gönül rahatlığı” ile herkese tavsiye edesin gelir, tavsiye kaçınılmaz olur. Hele ki bu kitap bir Türk yazara aitse, benim için o kitabı tavsiye etmek artık boynumun borcudur.

İşte bugünlerde elimden bırakmadan okuduğum Ayfer Tunç’un “Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi” isimli son romanı “gönül rahatlığı” ve “boyun borcu” kriterlerinin ikisini de fazlasıyla karşıladığından bugün buradan tavsiye edilmeye hak kazanmıştır.


2001 yılına damgasını vuran kitaplardan “Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek”ile hayranlığımı kazanan Ayfer Tunç’un inanılmaz bir gözlem yeteneği var. İyi yazarları “iyi yazar” yapan en önemli özelliklerden biridir haliyle bu yetenek, Ayfer Tunç'un ki ise kendisini iyi bir yazar olmanın da çok çok ötesine geçiriyor. “Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek” kitabında 70’li yıllardaki "naif" hayatımızı detay detay anlatıyordu. Roman değildi o kitap, belki “sosyolojik araştırma” denebilir ama o kadar keyifli, akıcı bir dille sunulmuştu ki araştırma türü kitaplardan beklenebilecek olası sıkıcılıktan eser yoktu. Elinize alınca bırakmak istemediğiniz kitaplardandı.

“Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi” de aslında sosyolojik gözleme dayalı ama bu sefer “roman” formatında kaleme alınmış bir kitap. Türkiye’nin özellikle son 20 yılının “üç boyutlu” fotoğrafını çekmiş diyebiliriz, boyutlar zaman zaman 60’lı, 70’li ve hatta 1800’lü yıllara kadar genişliyor. Bu fotoğrafın içinde yok yok... Bakın halimize bol bol gülün, dertlenin, “yok artık daha neler?” deyin veya işte bu “yüzden memleketimi seviyorum” deyin. “Bir yerden ilmek çekiliyor ve karakterler, olaylar bir bir sökülüyor” diye özetleyeyim ben de konuyu:) Bölüm başı-sonu yok, bu roman “tek” bölümden oluşuyor. Zaten elinizden kolay bırakamayacağınız için bu okuyucu için sorun olmayacak:)

Uzun yaz günlerinizi iyi edebiyatın özelliklerinden taviz vermeden yazılmış bu eğlenceli kitapla daha keyifli hale getirebilirsiniz.

12 Temmuz 2009 Pazar

NAİROBİ'DE 24 SAAT - 2

Nairobi hakkında internette yapacağınız ufacık bir araştırma sonucu ilk elde edeceğiniz bilgilerden biri (Tanzanya’nın tersine) suç ve hırsızlık oranlarının yüksekliği olacak. Hele de “turist” iseniz... Hatta olaya daha esprili yaklaşanlarca şehre verilen isim “Nairobbery”:) En popüler turist soyma yöntemlerinden birinin, taksi şoförü gibi davranan kişilerin turistleri şehrin arka sokaklarına götürüp, sonra “kaybolduğunu ve yolu birilerine sorması gerektiğini” söyleyerek aslında anlaşmalı olduğu birilerine yanaşması ve bu birilerinin yolcuyu soyması olduğunu, daha bu ülkeye gitmeden, nette yaptığımız araştırmalardan öğrenmiştik.

Son gece bizi Tanzanya’dan Nairobi’ye getiren ve bir miktar saf olduğunu sonradan anladığımız genç şöförümüz Didas da akşamın kör vakti, hiç sokak aydınlatması olmayan sokaklarda (Söylemiş miydim?: Afrika şehirlerinde bizim anladığımız anlamda sokak aydınlatması yok. Nairobi’de dahi, kendi önünü haklı güvenlik endişeleri ile aydınlatmış bazı şirket binaları ve evler dışında, özellikle arka sokaklar zifiri karanlık oluyor güneş batınca) kaybolduğunu ve yolu birilerine sorması gerektiğini söyleyince, tüylerimiz boşu boşuna dikilmedi yani:)

Daha önceki Tanzanya yazılarımda, son gün karayolu ile Tanzanya’dan tekrar Kenya’ya dönerken yolda kalış maceramızı yazmıştım. Bu 3,5 saatlik mecburi rötardan sonra bize Arusha’dan yeni gönderilen araç ve şöför [kendileri işte bu kaybolan Bay Didas oluyor:)] ile hayli yorgun, acıkmış ve geç bir saatte varabildik Nairobi’ye.

Tabii Didas’ın kaybolduğunu söylemesiyle hepimizin kafasında , gelmeden öğrendiğimiz bu malum soygun senaryosu canlandı. Hele ki yol sorduğumuz ilk adam sarhoş çıkıp, bir de yolu tarif etmek için arabaya binmekte ısrar edince, itiraf etmeliyim, epeyce tırstım. Sert müdahale ettik Didas’a, o adamı ve başka kimseyi araca alamayacağını söyledik. O da “tamam” dedi, fakat beş dakika geçmedi ki kırmızı ışıkta durdurduğu arabayı çalıştıramadı ve aracın bozulduğunu, bu sefer de bir tamirci bulması gerektiğini söyledi. Eh yani, bu durumda hala bir soygun senaryosunun ortasında olmadığımıza kimse beni inandıramazdı. Neyse ki Alev, Ertuğrul ve Renay araba konusunda bilgililer. Didas’ın ipiyle kuyuya inmektense, önce biz neler yapabiliriz bakalım dendi. Nitekim, böyle durumlarda olası arıza ihtimalleri üzerince tartışıp, kısa sürede arızanın kaynağını buldular ve arabamız tekrar çalışmaya başladı. Ben içimden “Evet işte Didas Efendi, soygun planlarını yemedik, bizi soymak o kadar da kolay değil” diye geçirdim [kısa süre sonra bu düşüncemden utanacaktım tabii:)]. Sonra Renay’ın aklına taksi durağından taksi çevirmek ve yolu onun eskortluğunda bulmak fikri geldi.

Şanslıymışız: bir durak ve durakta bekleyen bir taksi bulmak fazla zamanımızı almadı, şöföre 10 $ verince, bizi son gece programımız olan, Afrika’nın en meşhur ve en büyük restoranı ve gece klübü olan Carnivore’ye götürmek için eskortluk yapmaya razı oldu.

Bizim için geç ama Carnivore müdavimleri için makul olan bir saatte restorana yorgun, bitkin ve deli gibi aç olarak ulaştık.

Biz koşar adım restorana girerken Didas’ın titrek bir sesle Ertuğrul’u çağırdığını duyduk. 10 dk. sonra geri gelen Ertuğrul, Didas’ın neredeyse ağlayarak, bu olanları patronu duyarsa onu kovacağını, bu işe çok ihtiyacı olduğunu ve patrona onu şikayet etmemiz için adeta yalvardığını söyledi. Neticede Didas’ın "yalancı" değil, sadece "saf" bir arkadaşımız olduğuna ikna olduğumuz için, onun ricasına uygun davrandık.

Carnivore gerçekten çok şık, çok büyük, çok havalı bir mekan. En önemli özelliği restoranında çok çeşitli et servis edilmesi ve masadaki bayrağınızı “ben pes ettim” anlamında indirmedikçe, et servisinin siz çatlayana kadar devam etmesi... Biz gelen hiç bir eti reddetmedik, bu nedenle hayatımızda ilk defa devekuşu, deve ve timsah eti de yedik. Açıkçası, bugüne kadar bu etleri yememiş olmak büyük bir kayıp değilmiş, yokluklarını ve lezzetlerini aramayacağımdan eminim. Merak edenlere söyleyim: Timsah eti balık eti gibi görünüp kokuyor ama tadı gayet yavan tavuk etine benziyor:) Yalnız, gruba hiç de yakışmayan bir şekilde, bayrağımız erken indi. Yorgunluğumuza vererek teselli ettik kendimizi:)

Carnivore'deki çeşit çeşit et işte bu devasa ızgarada pişiyor

Programımız bu kadar sarkmamış olsaydı, biz ayrılırken daha yeni hareketlenmeye başlamış gece klübüne de bakardık ama aşırı yorgunluk ve bir sonraki günün sabahı başlayacak uzun dönüş yolculuğu nedeniyle , Kenya’daki son gecemizi geçirmek üzere otelimize döndük.

Ertesi sabah Afrika'ya "I'll be back soon, I swear baby" diyerek veda ettik:)



Sana kırmızı çok yakışıyor :)

1 Temmuz 2009 Çarşamba

NAİROBİ'DE 24 SAAT - 1

Afrika’nın en gelişmiş ülkelerinden biri olan Kenya’nın başkenti Nairobi bu seyahatimizin asıl “hedefi” değil, ama asıl hedef olan Tanzanya’ya ulaşım için gidilmesi gereken bir yerdi. Seyahatimizin ilk günü, Tanzanya’ya geçmek için yola düşmeden önce bir 6 saat ve yine Tanzanya sonrası dönüşte bir 18 saat daha geçirdik Nairobi’de. Bu kısa süre yine de hafızamıza bazı ilginç ve keyif verici şeyler kazımamıza yetti.

Nairobi’nin şehir merkezi neredeyse küçük bir Londra, batı tarzı giyimleriyle oradan oraya koşturan tipik metropol insanları ile dolu. Göze “otantik” ya da “Afrika’ya has” görünen hiç bir şey yok. Kenya’da yaşayan (özellikle batı kökenli) çok yabancı var. Afrika’nın sanayi ve ticaret merkezlerinden biri olduğu için pek çok büyük şirketin Nairobi’de ofisi bulunuyor.

Şehir merkezinden uzaklaştıkça bizler için merak ve heves edilen, biraz daha “otantik” manzaralarla karşılaşmaya başlıyorsunuz. Ama merkezden uzaklaştıkça, kısa süre önce gördüğünüze tamamen tezat bir şekilde, göze görünen yoksulluk ve dağınıklık dikkat çekici. Sonradan Tanzanya’da yüzlercesini gördüğümüz otantik giyimli yerel kabile halklarını pek göremedik burada. Çoğu Afrikalı gibi mutlaka bir kabileye mensup olduklarını , ama günlük hayatlarında otantik giysilerini giymeyi tercih etmediklerini sanıyorum. Öğrendiğimize göre bu tip “otantik” manzaralar için Nairobi’den biraz daha uzaklaşmak, ülkenin içlerine ilerlemek gerekiyor. Ülke kırsalı bu tip görsel şölen ve safari turları için ideal. Kenya zaten özellikle safari için en popüler rotalardan biri.

Şehrin biraz dışında sırasıyla zürafa, timsah ve devekuşu çifliklerini ziyaret ettik. Zürafa Çiftliği zürafa soyunun devamını sağlamak amacıyla kurulmuş bir fon tarafından işletiliyor, büyük ormanlık bir alanın içinde. Orman içinde pek çok zürafa var, ama bazıları, özellikle adı “Daisy” olanı fazlasıyla insan sever çıktı [Daisy kardeş daha sonra karşımıza geçen kış bir belgeselde çıktı, demek epey şöhret meraklısıymış:)]. Elle zürafa beslemeyi ve bir zürafa tarafından şapur şupur yalanmanın ne menem bir şey olacağını merak edenler burayı ziyaret edebilirler.

Asker arkadaşım Daisy ve ben:)

Bakınız efendim, zürafa işte böyle beslenir:)

Burada hayatımızda ilk kez “varthog” isimli garip bir yaban domuzu türü ile tanış olduk [Safari yazımda bahsetmiştim, ama o haliyle ilk görüşüm olmadı:)]. Gayet tipsiz ama, belki de bu aşırı tipsizlikleri sebebiyle, sevimli hayvanlar. Peki zürafa çiftliğinde ne işleri var? Varthoglar kısacık bacaklı, bodur hayvanlar. Ama belli ki zekiler. Çünkü zürafaların yanında ayrılmıyor, onları bir çeşit “periskop" olarak kullanıyorlar. Zürafalar uzun boyları ve koca gözleriyle etraflarındaki tehlikeyi görmek konusunda başarılılar ve tehlike varsa başlıyorlar deli gibi kaçmaya. Bu aynı zamanda varthoglar için de “amman abi, tehlike var, kaç” demek, maşallah kaçarken zürafalardan daha hızlılar:)

Yavru varthoglar tepişirken

2. durağımız Timsah ve Devekuşu Çifliği. Büyük bir arazinin, bu amaca tahsis edilmiş bölümlerinde özel olarak yetiştiriliyorlar. Buradaki özel amaç “yemek”... Devekuşuna aşinayız, ama timsahın favori bir yiyecek olabileceğini bilmiyorduk. Timsah gerçekten korkutucu bir hayvan. Ve yüzündeki buz gibi sırıtık ifade ile daha da ürkütücü görünüyor. Belki belgesellerde görmüşsünüzdür, ben orada gördüm: Timsahların dili yok ve çenelerini, aynı yılanlar gibi, neredeyse 180 derece açabiliyorlar. Dürtülmedikçe pek hareket etmiyor tembel keretalar:) Belki de böylesi daha iyi...






Resmen gülüyor...


Boşuna aramayınız, dilleri yoktur!

Devekuşları ise sanırım bugüne kadar gördüğüm hayvanlar için en “arsız” olanlarıydı. Gözlerinin güzelliği ise kayda değer. Onları beslemek zürafa beslemeye benzemedi: Gagaları sert , kendileri de arsız oldukları için epey canımızı acıttı hainler:) Sesleri ise pek çirkin; arsız oldukları kadar gürültücüler de. Anatomisi çok ilginç bu hayvanların. Ve bayağı büyükler.




Bir sonraki durağımız müze haline getirilmiş yerel bir kabile köyü idi. Rehberimiz bize Afrika kabile kültürü ve köy hayatı ile ilgili bilgiler verdi. Kabile reisleri çok eşli. Her eşe önem derecesine göre özel bir klübe bir de özel kiler tahsis ediliyor, en heybetli klübe 1.Eş' e ait; Osmanlı’da “padişah anası” olmak gibi bir paye sanırım. Gel gör ki ne eşyası ne de başka herhangi bir lüksü olmayan bu klübeler arasında ebatları dışında hiç bir fark yok. Hepsi tepesi sazlı kapatılmış çamurdan yapılma barakalar. Konfor arayan kadınların bu bölgelere gelin gitmemesini tavsiye ederim:)


Önceki hayatımda reisin 2.eşiymişim, iki de çocuğum varmış:P

Köyü gezerken yine dünya tatlısı çocuklar eşlik etti bize. Tanrım ben bunlara ne diyeyim? İyisi mi fotoğraflar konuşsun:



Köyün yakınında genelde müzik ve halk dansı gösterilerinin yapıldığı bir mekan vardı. Maalesef bir gösteriye denk gelemedik ama bir kaç saat sonra yapılacak bir gösteri için otobüslerle oraya getirilen, ortaokul öğrencisi olduklarını tahmin ettiğim, ağırlığı kız, yüzlerce öğrenci ile karşılaştık. Afrika insanın yüzünde güller açıyor, her daim gülmeye hazırlar. Bu genç kızlar da öyleydi.

Güzeller...

Burada başıma çok ilginç bir şey geldi: Ben fotoğraf çekilmeyi, çekmekten daha çok seven bir insanım. O yüzden üniformaları içinde yüzlerce güzel kızı görünce Alev’e “ne olur çek” diye poz vermeye başladım. Fakat o da ne? Yanımdan geçen kızların hepsi can hıraş saçlarıma dokunmaya çalışıyor. Abartmıyorum, oradan geçen kızların hemen hepsi saçlarımı okşadı. Ben tabii mest oldum fotodan da göreceğiz üzere:) Sonradan rehberimiz söyledi: Afrika insanı için uzun ve düz saç çok kıymetliymiş. Sanırım çok asi, kıvırcık saçlara sahip olduklarından:) Bir kısmı bintürlü usul ile saçlarını düzleştirmeye çalışıyor [yıllar önce New York’ta Bronks mahallesinde bir süper markette bu tip saçları yola sokmak için satılan yüzlerce ürünü gördüğümde gözlerime inanamamıştım:)], bir kısmı çözümü bulmuş: ya kafayı kazıtıyor ya da peruk takıyor. Bir kısmı ise bizim “Bo Derek Stili” dediğimiz şekilde ördürüyor.
Saçları okşanmaktan mest olmuş bendeniz...

Çok tatlısınız...