31 Ağustos 2009 Pazartesi

KÖYDE YAŞAM - KÖY YAŞAMINA GİRİŞ


Bir deniz insanını belli bir yaştan sonra Ankara’nın tam olarak tatmin etmesi hakikaten zormuş. Özellikle 30’lu yaşlarım başladığından bu yana kendi adıma böyle düşünüyorum. “Ne batıyor, ne eksik, durumu tarif et” dense, buna vereceğim cevap da çoğunuz için tatmin edici olmayabilir. Bazı şeyler o kadar yoğun hissedilir ki kelimeler onu tam olarak ifade etmeye yetmez. Sadece “öyledir” işte:) Gözlerim deniz görmediği sürece bir şeyler hep eksik kalıyor hayatımda sanki.

Her denizi seven doğada bir şeyler yapmayı da sever anlamına gelmez, gelmiyor. Neyse ki biz doğada özgür yaşam kısmına da ilgiliyiz ve şükür ki Ankara doğada bir şeyler yapma konusunda gayet güzel imkânlar sunan bir şehir. Sadece içinde ve civarında değil, ortalama 2 veya 3 saatlik mesafelerde deniz kenarı dahil, pek çok başka doğal güzelliğe rahatça ulaşmanızı sağlayan bir lojistik konumu var.

2000 yılı bilinçli olarak “bir gün deniz kenarında, daha küçük bir yerde yaşamanın” hayallerini yeniden kurmaya başladığım yıl. Fakat, bu hayali bir gün nasıl gerçek yapabileceğimize de pek odaklanmadım. Bunun bir çok sebebi var. Bu düşüncemi incelerken sürekli değişim halinde olan pek çok farklı motivasyon görüyorum. Şu an bulunduğum bilinç düzeyinde ise hayat, eğer biz “gerçekten” hazır ve istekliysek, bu yolu açacaktır diye inanıyorum. Çünkü şu anda öncelikli tercihlerimiz farklı ve en azından bir süre daha Ankara’da yaşamamızı gerektiriyor.

Arsanın alınması ve evin yapılması hikayeleri uzun, bayağı emek harcandı bu işlere. Ama bu detaylara girmek niyetinde değilim. O nedenle, benim burada kısaca “fırsatın fırsatı doğurması” diye özetleyeceğim olaylar silsilesi sonucu, 2006 yılında Abant Gölü’nü çevreleyen dağlardan birinde bulunan bir köyde önce bir arsanın, ardından, 2007 yılının sonlarına doğru da, bir evin sahibi olduk. Olayların gelişimi bizim açımızdan o kadar sürprizli ve hızlıydı ki, ben evrenin bize “Sizin deniz kenarında, doğa ile iç içe yaşama arzunuzun farkındayım, ama o zamana kadar başka tecrübeleri edinmeniz, başka yerlerde bulunmanız gerekiyor. O nedenle şimdilik size bu imkanı sunuyorum” dediğine inandım.

Ankara’daki evimizden tam 2 saat uzakta olan bu minik evimize yaratabildiğimiz her fırsatta gidiyoruz. Evimiz asıl merkezi Abant yolu kenarında bulunan bir köyün daha yükseklerde bulunan yaylasında. Zamanında köylüler merkez köyün yüksekteki bu uzantısını yazlık niyetine kullanıyorlarmış. Birer “perili köşk” görünümünde olan 10-12 metruk ahşap yapı, bu yayla köyüne asıl havasını da veriyorlar. Eve ilk kez gelip, ormanın ve köyün ıssızlığından biraz ürken konuklarımıza “gece ziyarete gelen şeffaf konuklardan rahatsız olmayın, hepsi dosttur, komşu evlerden hoşgeldine gelirler” tarzı şeyler söylemek de oradaki misafir ağırlama ritüellerimizin bir parçası oldu:) Hakikaten, ilk seferlerimizde bu evlerden bir miktar ürktüğümü ben de itiraf etmeliyim:) Şimdi ise bir gün yokolup gidecekler diye endişe ediyorum.

Komşu Perili Köşklerden Biri...

Bolu ve çevresi, malumunuz, tam anlamıyla bir doğa harikası. Gez gez bitmiyor. Her gittiğimizde yeni bir yer keşfediyor, yeni insanlarla tanışıyoruz.

Bolu şehir olarak da renkli ve dinamik. Ne yalan söyleyim, önceden tutucu, aşırı muhafazakar, sıkıcı bir şehir olduğunu sanıyordum. Şehre ilk gittiğimde bu düşüncemden çok utandım. Bir defa şehir planlaması çok düzgün. Şehir merkezinde cıvıl cıvıl bir hayat var. Yakın zamanlarda kurulmuş üniversitenin bu renkli yapıda ciddi payı olsa gerek, çünkü genç enerji her yerde hissediliyor. Tabii turizmin etkisini de dikkate almak gerek. Bolu aslında tam bir turizm cenneti. Genelde turizmden deniz tatilini anlıyoruz, oysa Bolu ve civarında doğa-kültür-spor turizminin pek çok çeşidi yapılıyor. En bilinen spor faaliyeti kayak. Geçen ay gittiğimizde Abant gölü yolunda ralli yarışları yapılıyordu.

Bolu deyince İzzet Baysal’ı anmamak olmaz. Şehre bugünkü dinamik, yaşanılır, değerlerini koruyup sahip çıkan kimliğini veren en önemli kişidir İzzet Baysal. Zaten şehre girer girmez, Bolu halkının kendisine duyduğu minnet ve vefanın izlerini pek çok yerde göreceksiniz.

Bolu kendi markalarını yaratmış bir şehir aynı zamanda. Doğal güzelliklerine, değerlerine ve ürettiklerine sahip çıkıyor, bunları bence gayet de güzel pazarlıyor. Bu anlamda Türkiye için gurur ve verici bir örnek diyebilirim. İlk defa burada yediğim ve tadına doyamadığım Bolçi çikolataları, Bolu’nun kendi yarattığı markalarına güzel bir örnek.

Ülkemizin ünlü ahçılarının Bolu’dan çıktığını düşününce, farklı yerlerde yediğimiz yemeklerin de bu kadar lezzetli olmalarına şaşmıyoruz haliyle. Bizim her çeşit yemek için favori mekanımız “Yeşil Ev”. Bunda evimize yakınlığı biraz rol oynasa da, doğa ile uyumlu, çevreci mimarisi, orman-dağ konseptini sıkıcı olmayan bir tarzda harmanlayan zevkli dekorasyonu, butik otel olarak hizmet veren ağaç evleri, ruhu okşayan müzik yayını ve tabiiki lezzetli mutfağının payı daha büyük.
Sonbaharda yapraklar

Dedim ya, evimiz ormanın içinde, istediğiniz sürece tamamen izole olabileceğiniz bir konumda. Ama “sıkıldım” dediğinizde 10 dk içinde Bolu’nun ya da Abant’ın sosyal hayatına karışabileceğiniz kadar da merkezi. Köyde yaz-kış yaşayan bir hane var, diğer haneler, yazları genelde haftasonları gelen sahipleri dışında, çoğu zaman boş. Fakat, köy civarında ve karşı dağlara gizlenmiş vaziyette bol miktarda çiftlik evi, site vb. de bulunuyor.

Köye bağlanan yollardan biri

Orman...

20 Ağustos 2009 Perşembe

YUNAN ADALARI - 6 : YENİDEN SİSAM



Geçen sene Sisam (Samos) Adası ziyaretimize katılamayan Alev’in isteği üzerine, Ağustos ayı başında hem ailemizi görmek hem de biraz dinlenmek üzere gittiğimiz Kuşadası’ndan yine kızkardeşim ve eşi ile birlikte günübirlik Sisam (Samos) Adası’na geçtik.

Kızkardeşim ve eşi daha yeni 3 gün geçirdikleri İstanköy (Kos) Adası ’ndan gelmişler, Yunan Adaları’nın insanı ayartan cazibesinden iyice paylarını aldıklarından olsa gerek, bir kaç gün sonra yeni bir ada seferi yapmaya pek hevesle yaklaşmışlardı. Aslında her seferinde dediğimiz şeyi yine öneri olarak getirdiler: “Gidelim ama en azından bir gece kalalım, tam tadı öyle çıkıyor, biz İstanköy'den dönmek istemedik”. Kalmak sorun değildi ya, zaten bir haftalığına geldiğimiz Kuşadası’nda senede ancak bir kaç defa görebildiğimiz anne ve babamıza “2 gün de Sisam’a gideceğiz” deme cesareti bulamadığımızdan “e hadi bu kez de günübirlik olsun, ama bu son olsun” diyerek yola çıktık.

Kuşadası – Sisam arası feribotla 1,5 saat, şu ana kadar gittiklerimiz arasında en uzak olanı yani. Aslında ada uzak değil ama adanın merkezi olan Sisam limanı uzak. Yani siz “Sisam’a geldik” dedikten yaklaşık bir 30-35 dakika sonra feribot limana giriyor. Şansımıza o gün deniz de hava da çok güzeldi. Feribot yine, neredeyse hınca hınç doluydu.

Yolda araba kiralayıp adayı gezme konusunu tartıştık. Sisam büyücek bir ada. Feribotun varması ve bizim gümrükten çıkmamızın saat 11’i bulacağını hesapladığımızdan ve en geç saat 16.30’da gümrüğe girmiş olmanız istendiğinden, ancak hemen araç kiralanırsa civardaki bir kaç güzel plaj ve köy daha görülebilirdi. Bu tabii günübirlik bir gezide bir tercih yapmayı gerektiriyor: Ya şehir merkezinde kalıp siesta saati gelen kadar gezip, alışverişinizi yapıp, siesta başlayınca yemeğe gideceksiniz, ya da şehir merkezini gezmeyi- görmeyi pas geçip doğru merkez dışındaki koy ve plajlara gideceksiniz. Hepimizin 2. gidişi olsa, büyük ihtimalle bu sefer araç kiralayıp görmediğimiz yerlere gitmeyi tercih ederdik. Ama Alev’in ilk gelişi olduğundan, haklı olarak şehir merkezini görmek istiyordu, bu nedenle araç kiralamaktan vazgeçtik.

Sisam, karşıdan görüntüsüyle bile size keyif ve huzur vaadeden bir ada. Bu konudaki ilkyazımda da söyledim sanırım, Ada’nın genel mimarisini, ışığını Ayvalık’a benzettim ben. Tabii Ayvalık’ın çok daha bakımlı ve estetik olanı. Burada Sakız’daki gibi apartman yok, 3 veya 4 katlı bazı binalar var ama sayıları çok az ve silüetleri gözü rahatsız etmiyor. Denizden şehre baktığınızda şehrin yukarılarına yükselen merdivenli sokaklar ve onların iki yanına dizilmiş rengarenk taş evleri rahatça seçiyorsunuz. Bir zamanlar Kuşadası’nın da aynen böyle bir silüeti olduğunu bilenlerin hüzünlenmemesi imkânsız. Yine bu konuyu tartıştık aramızda: “Neden koruyamıyoruz??” .


Yunanistan Ulusal Bankası iyi yer kapmış:)

Kız kardeşimin başarılı hamleleri sonucu pasaport kontrolünde ilk sıralarda yer almayı başardık, aksi takdirde bu kuyruktan çıkmanız bir 30-35 dakikaya daha malolabiliyor. Feribotta tanıştığımız ve Sisam’a neredeyse her hafta geldiğini söyleyen turizmci genç bir Türk bize araç kiralarsak mutlaka Pythagorion ve Kokkari plajlarına gitmemizi, şehirde kalmayı tercih edersek de yemek için Garden isimli bir tavernayı tavsiye etti.

Samos'un gelmiş geçmiş en ünlü şahsiyeti ünlü antik çağ düşünürü Phythagoras [Pisagor]
Pisagor kendisini "filozof" ve "ilim-irfan aşığı" olarak tanımlayan ilk düşünürmüş. Kısaca "Hayat= Matematik" diye özetlenebilecek bir dünya görüşünün sahibi. Phytagorion isminin Pisagor ile bir bağlantısı olduğu kesin, nitekim Phytagorion' da üstadın bir heykeli bulunuyormuş.

Pisagor: Sayıların Adamı

Methini farklı farklı kişilerden duyduğumuz Pythagorion ve Kokkari’yi ne yazık ki bu seferlik eleyip, şehir merkezinin içine daldık. Yine rengarenk, capcanlıydı. Aslında, çarşısı herhangi bir turistik kasabada görebileceğinizden çok farklı değil. Bizim için en dikkat çekici farkı “gürültü” olmaması. Elbette ses var ama gürültü yok. Mağazalardan yoldan geçenlere sataşan dükkan sahipleri ya da tezgahtarlar yok. Her bir mağazadan ayrı ayrı diğerini bastırmak için daha da çok sesi açılmış radyo da yok. Tüm bunlar size bir “armoni” duygusu hissettiriyor. Sanki herkes ve herşey burada bir diğeriyle, itişmeden, nezaket ve uyum içinde varolmakta.


Dekorasyonuna ve konumuna bayıldığımız bir Kahve Evi
Çarşı

Bir kitapçının "çok satanlar" bölümündeki kitaplar

Sisam’da (ve tüm Yunan Adaları , Yunanistan ve Avrupa’daki Akdeniz ülkelerinde) yaz aylarında siesta yapılıyor. Restoran ve kafeler hariç, diğer tüm dükkanlar 14.00 – 19.00 saatleri arası kapalı. Bizim turizmcilerin ve esnafın büyük ihtimalle tüylerini diken diken edecek ve “demokrasiye, insan haklarına, liberal ekonomiye ve daha ne varsa hepsine aykırı” diye eylem yapmaya kadar vardıracabilecekleri bir uygulama:)

Oysa Yunanistan’ın turizm gelirinin ne kadar yüksek olduğunu hepimiz biliyoruz. Siesta saatleri yüzünden bir ekonomik kayıpları olmadığının göstergesidir bu diye düşünüyorum. Memleketim saydığım Kuşadası’nda dükkanlar sabah erkenden açılır, aralıksız gece 1, hatta 2’ye kadar açık kalır. Bu tür aşırı sıcak yazlık mekanlarda özellikle güneşin tepede olduğu saatlerde insanlar alışveriş yerine denize gitmeyi tercih ederler aslında.

“E onların tuzu kuru, AB üyesi onlar” denebilir. Standart bir Yunanlı’nın, hele ki bir ada sakinin, ortalama ekonomik durumunun pek de parlak olmadığını, üniversite mezunu gençlerin dahi o kadar az nüfusa rağmen kendi ülkelerinde zar zor iş bulduklarını, buna karşılık komik denecek kadar az maaşların ödendiğini geçtiğimiz kış bir seyahatte tanıştığım iki Yunanlı arkadaştan öğrendim. Hatırlarsanız, geçen sonbahar üniversite öğrencileri de benzer gerekçelerde Atina’yı darmadağın etmişlerdi. Hele ki ekonomik açıdan Sisam ile Kuşadası’nı kıyaslamak gayet abes kaçar. Kuşadası Türkiye’nin en büyük limanlarından birine, yoğun yatak kapasitesine ve ucu bucağı olmayan uzunlukta sahil şeridine sahip. Yaklaşık 15 yıldır sadece yazın değil kışın da kalabalık olan, her anlamda “dev” bir şehir. Gerçi ben çocukken Kuşadası da Sisam gibi minik bir kasabaydı, ama şimdi gören bir zamanlar öyle olduğuna kesinlikle inanmaz. Özellikle yaz aylarında limanı gemisiz görmek pek olası değil. Bir de otellerde konaklayanları, yazlıkçıları düşünürseniz, ne denli canlı bir ekonomik hayatı olduğunu tahmin edebilirsiniz.

Yani konunun zenginlik-yoksulluk meselesi ile pek alakası olduğunu sanmıyorum. Türkiye ile Yunanistan’ın bu konudaki tutumu arasındaki farkın, aslında “yaşam kültürleri” arasındaki bir farktan kaynaklandığını düşünüyorum. Bizler para kazanmak uğruna hayatın çok fazla keyfini feda etmeyi göze alırken, hatta hayattan keyif almayı çoğu zaman "ayıp" ya da "günah" kabul ederken, onlar ekstradan kazanacakları ve tabii ki ihtiyaçları olacak bir miktar avroyu feda edip, hayatlarında bilinçle keyfe yer açmayı tercih ediyorlar.

Geçen sene gittiğimizde, bir yere ilk kez ayak basan her görgüsüz turist gibi, temel motivasyonumuz "alışveriş" olmuştu. Uzunca bir süre alışveriş yapıp, muhtemelen siesta saati gelirken de yemeğe oturmuştuk. O nedenle siesta olgusunu tam idrak edememişiz. Zira, bu sefer yemek yediğimiz yerden çıktığımızda geçtiğimiz yerleri tanımakta zorlandık dersem yalan olmaz. Şehir merkezi adeta sıkıyönetim ilan edilmiş ve halk şehirden tahliye edilmiş gibiydi. Dükkanlar sımsıkı kapanmış, bizden başka tek bir tanrı kulu kalmamış...

Yani tamam, dükkanınızı kapatın (herkesin istisnasız bu kurala uyduğuna bakarak aksi davranış için sıkı bir yaptırım olduğunu tahmin ediyorum), ama bir tanesi de “hazır müşteri yokken ben de bu arada dükkan temizliği yapayım" ya da "dükkanımda sakin sakin oturup gazetemi okuyayım” falan dememiş: Çarşı tamamen boş, bomboş... Herkes evine yemeğe, uyumaya veya bir plajda denize girmeye gitmiş...

Doğrusu bu durumu çok takdir ettik. Elbette, bu insanlarda stres falan olmaz. Çünkü çalışma ve dinlenmeyi, iklimi de dikkate alıp gayet güzel dengelemişler. Öğle uykundan da, denizinden de geri kalmıyorsun, sevdiklerine ve hobilerine rahatça vakit ayırabiliyorsun. Güneş etkisini yitirdiğinde de tekrar çalışmaya devam ediyorsun, böylece verimin de düşmüyor. Herkes kurala uyduğu (ve muhtemelen kimse “ama bu demorasiye, insan haklarına, liberal ekonomiye ve daha bir sürü şeye aykırı, sizi AHİM’e şikayet edicem” demediği) için haksız rekabet oluşturan bir durum da yok. Bu tür bir yaşam kültürünün bir gün bize de yerleşmesini diliyorum.



Sıkıyönetim ilan edildikten sonra çarşının hali:)

Bu seferki çarşı seferimiz bereketsiz oldu. Sebebi alacak şeyi bulamamak değil, seçememekti:) Her beğendiğimizi “bir tur atalım, belki daha iyisi çıkar, dönüşte alırız” diyerek bıraktık, oysa geçen gelişimizde böyle bir kuruntu yapmamış, her beğendiğimizi “bir daha fırsat olmayabilir” deyip almıştık. Bu davranışımızın sonucunda ellerimiz hemen hemen boş döndük bu seferden. Benim en büyük ganimetim bir şarküteriden renklerine ve kavanozlarına bayılıp aldığım ev yapımı narenciye reçelleri ile muhtemelen dünyanın en pasaklı kırtasiyesinden aldığım, Yunan mitolojisi ile ada kültürünü harmanlayan, ünlü Yunan ressamların resimlerinden oluşan 5 adet kartpostal oldu. Alev ise Uğur ile son anda almayı becerdikleri bir kaç şişe uzo ile yetinmek zorunda kaldı.

Etiketi çok hoşuma giden bir ada şarabı

Bu "Pasaklı Kırtasiye" konusuna değinmeden edemeyeceğim. Beğendiğim kartpostalların sergilendiği dükkanın sahibinin rahmetli Cem Karaca ve Ersen karışımı bir stili vardı. Saçları ve giyim tarzına bakarak, kendisini "bohem rockçı hippi kovboy" diye tanımlayabiliriz:) Yaşını 50 civarı olarak tahmin ettiğimiz zayıf, kısa boylu Yunanlı Ersen Abinin yağlı saçları omuzlarına dökülmüş, bıyıkları arasında zor görünen bir sigara ile kapıda gergin gergin etrafa bakınıyordu. Şalvar kotunu kemerle öyle bir büzmüştü ki beli kopacak gibi görünüyordu. Kartları almak istediğimi söyleyince birlikte dükkana girdik.


Aman allahım... Gördüğüm manzara karşısında afalladım. Karşımda "çöp dükkan" diye tanımlanabilecek dehşet bir manzara vardı. O sırada Alev de beni görüp dükkana girdi, suratındaki dehşet ifadesini farketmek zor olmadı:) Ersen Abi o kadar asık suratlıydı ki, 6,5 Euro tutan kartpostallar için 100 € verince bizi dövecek sandım. Aynı somurtkan ifadeyle "bunu bozdurmam" lazım deyip dükkandan çıktı. O çıkar çıkmaz Alev ve ben tabii ki makinelerimize sarılıp, bu belki de bir daha görülmesi mümkün olmayacak manzarayı kayda almaya başladık. Adam hemen gelecek diye de yolu kolluyorduk, ne de olsa Yunanlı Ersen Abi pek sempatik biri değildi.


Benim tahminim bu dükkana en az 1970'tan bu yana el değmediği şeklindeydi. Ele geçen hiç bir kağıt atılmamış, normal olarak dükkanda satılacak ürünleri sergilemesi beklenen tüm rafları kaplamış ve hatta onlardan yerleri de kaplayacak şekilde taşmıştı. Zaten dükkanda kartpostal, garip ebatları nedeniyle kimlerin kullanmak isteyeceğini bilemediğim bol miktarda eski usul kurşun kalem ve biraz da ders kitabı dışında satılabilecek gibi duran hiç bir şey göremedik.

Bu dükkanın Ersen abiye en az kendi kadar pasaklı olan babasından miras kaldığını düşündüm. Ersen abinin babası bu işi 2. Dünya savaşı yıllarında kurmuş olmalıydı. Savaş zamanı, hele ki bir adada, herhangi bir ihtiyaç malzemesini bulmak çok zor olduğundan, "bir gün lazım" olur diyerek eline geçen her türlü kağıdı raflarda istiflemişti. Faturalar, irsaliyeler, vizite kağıtları, defter sayfaları, gazete küpürleri, piyango biletleri, dergiler... Adaya bir kaçakçının getirdiği ve o dönem bulması çok zor olan kurşun kalemlerden de yine "bir gün lazım olur" diyerek yaklaşık 1 milyon adet almıştı. Okumayacağı erken yaşlarda belli olan Ersen abi babasının zoruyla bu kırtasiye işine başlamış, bu işi ve bu dünyayı hiç sevmemişti aslında. Ersen abi "protest" biriydi, kimse onu anlamıyordu, o da bu manasız hayatı külliyen protesto ediyordu. Zaten uyumlu bir çocuk değildi, ama ne olduysa Kıbrıs'a çıkartma yapan barbar Türklere haddini bildirmeye gittiği Kıbrıs savaşından döndükten sonra olmuştu. Artık dünyayı ve yaşamı hepten gereksiz bulmaya başlamıştı. Sigara içmek dışında herhangi bir işle uğraşmaya gerek görmüyordu... Babası hiç olmazsa kağıtları düzgünce istifliyordu, Ersen Abi bu işi de boşlamıştı belli ki...


Ersen abinin gelmesi biraz gecikince, "Bizim 100 € yoksa geri gelmeyecek mi" diye dertlenir gibi olduk, çünkü adamın bizi bırakıp gittiği dükkandaki malların toplam değerinin 100 € bile edeceği şüpheliydi:) Neyse, Ersen abi sonunda geldi, paramızı avucumuza saydı. Onu kaderi ve protest hayatıyla başbaşa bırakıp, dükkandan ayrıldık.




Yunanlı Ersen abinin yoldan çıkmış dükkanı:)



Ersen Abi'nin tezgahı:)

Saat 13.00 civarında karınlarımızın acıktığını hissettik, feribottaki çocuğun tavsiye ettiği Garden Tavern’i bulmamız kolay oldu, "2. alternatif olabilir" diye çarşıda gezerken belirlediğimiz Avli Restoran, Garden’ın dekorasyonunu daha bir “Akdenizli” bulduğumuzdan elendi.

Öğle sıcağında bulabildiğimiz en serin masaya kurulduk. Hemen ne yiyeceğimizin telaşına düştük. Alev ve benim yemek konusunda oburluğumuzdan bahsettim, ama kardeşim ve eşi yanında biz sönük kalıyourz. Kızkardeşim tam anlamıyla bir gurme, ayrıca süper de bir ahçıdır. Bir yemek masasının sadece mideyi değil, gözü ve gönlü de doyurması gerektiğine inanırlar. Hepimiz bir araya geldiğimizde yemek sinerjimiz daha bir arttığından, menü de neredeyse ne gördüysek istedik. Bize servis yapan, 16-17 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğimiz tombiş delikanlı bile “Are you sure? This is too much, too much” deyip durdu:) Ama biz bu konuda tahriklere kapılmayız, geçmiş tecrübeler gösterdi ki bir Avrupalı ya da Afrikalı’ya “too much” görünen yemek miktarı bir Türk evladı için gayet makul ve uygun kıvamdır. Onların sözünü dinlerseniz, aç kalırsınız :)


Taverna Garden

Klasik Yunan meze ve deniz ürünlerine ilave olarak, bu sefer Adaya özgü bir yemek olduğunu öğrendiğimiz kuzu etiyle yapılmış pilavlı bir yemek de söyledik. İsmini unuttum, çünkü telaffuzu zordu. Yalnız kendisi pek lezzetliydi. Musakkayı da üstü sıvama beşamele benzer hamur kıvamında bir sosa bulanmış olarak getiriyorlar. Masanın ortak fikri bizim usul musakkanın daha lezzetli olduğu yönündeydi. Adalıların ortak özelliği olduğuna hükmettiğimiz ağırkanlılık ve rahatlıkla servisini yapan tombiş delikanlı “too much” dediği her tabağın tek tek tükenmekte olduğunu gördükçe şaştı, biz de bu tombiş haliyle bu duruma şaşmasına şaştık:)

Nihayet yeme içme faslımız bittiğinde zaten feribotun kalkış saatine de bir saat kadar bir zaman kalmıştı. Restorandan çıkınca şehrin terk edilmiş olduğunu görünce, çaresiz deniz kenarındaki kafelerden birine gidip oturduk. Oralar açıktı açık olmasına ama müşteri sayıları epeyce azalmıştı. Daha önce gittiğim adalarda dikkatimi çektiği gibi, burada da yerli müşterilerin hepsi istisnasız frape denen soğuk kahvelerden içiyorlardı. Ben kahveyi severim ama soğuk olanı ile pek aram yoktur. Ama "Roma’dayken Romalı gibi davran" prensibine uyup, biz de frape istedik. Maşallah, benimki zehir gibiydi, üstüne konan o kadar krema ve süt köpüğü bile sertliğini birazcık olsun azaltmayı başaramamıştı.

Öğle saatinde kahvede vakit geçiren ada sakinleri

Tatlı bir öğle sonrası rehaveti mekana olduğu kadar, çevreye de çökmüştü. Biz de hafiften aynı rehavete kapılmıştık. "Kalsaydık şimdi bir plajda yüzüyor olacaktık, sonra da tatlı bir öğle uykusu çekip, akşam üstü yine aleme akacaktık", "Yok yok bir daha ki sefere kalınacak" tarzında cümlelerden oluşan klasik "Yunan Adaları geyiğimizi" biraz daha yaptık.

Saat 16.30'da gümrük girişimizi yaptık. Gelirken gördüğümüz genç Türk'e Yunanlı arkadaşı içi buzlarla dolu olan bir torbada bir kaç büyücek balık hediye etmişti, bize "uzomu da aldım, akşama keyfim tam" dedi:)


Rakı içmem ama Uzo fotosuz Yunan Adası yazısı da yazmam:)