31 Ekim 2009 Cumartesi

KÖYDE YAŞAM - İLK GÖZLEMLER: ZAMAN GEÇİRME ŞEKİLLERİ

Hep köyde yaşamadığımız ve oradaki evi biraz da şehrin hareketli temposundan çıkıp doğada kafa dinlemek için edindiğimizden, köy ziyaretlerimizin bir diğer motivasyonu keyif yapmak oluyor haliyle. Diğer yandan, orada zaman o kadar durağan geliyor ki, tüm gün yan gelip yatsanız inanın feci derecede sıkılırsınız. O nedenle önce bir miktar işi halledip (ki hep yapılması icap eden bir takım işler hep oluyor), iyice bir yorulduktan sonra yapılan keyfin tadı daha çok çıkıyor.

Bizim en keyif aldığımız aktivite orman yürüyüşü. Bu kadar keyif almamızın sebebi ise yaklaşık 2 yıldır içine girip yürüdüğümüz ormanda istinasız her seferinde daha önce geçmediğimiz bir rotayı keşfediyor olmamız. Alev’in yön bulma kabiliyeti fazlaca gelişkin olduğundan, zaten kaybolmayız, fakat köylülerin belki de yüzlerce sene içinde yürüye yürüye açtıkları orman patikaları da yön bulmayı hiç bilmeyen insanlar için birer güvence. Her biri bir şekilde birbirine ve nihayette de köy yollarına bağlanıyor.

Küçük bir misafirimiz köyde geçirdiği zamandan çok memnun kalmıştı...

Mevsimlerin bitki örtüsü üzerinde yarattığı etkileri bu kadar yakından gözlemleme şansını ilk kez elde ettik. Her mevsimin kendine has güzelliklerini burada daha net farkedebiliyorsunuz. Sonbaharda kahve, kırmızı, sarı, mor ve lacivertin binbir tonu ile bezenen ormanlar , kışın bembeyaz, yaz ve bahar aylarında ise çılgınca yeşil oluyor. Bahar ve yaz aylarında bu cümbüşe çiçekler, kuş cıvıltıları ve çağıldayan minik derelerin sesi de katılıyor.

Köy hayatı içinde düzenli yapılması gereken işlerden önceki yazılarımda bahsetmiştim. Bizim gibi arada bir bu hayata karışıyorsanız, normalde hergün yapılmak zorunda olan bu işleri az gidince, "bıkma" ya da "yılma" kotanız dolmadığından, biraz da "hobisel" olarak yapıyorsanız. Alev’in odun parçalamayı sevmesi gibi... Benim genelde uğraştığım, klasik, ev işleri oluyor tabii. Eve gidişlerimizin çoğu misafirlerle olduğundan, misafir öncesi ve sonrasında yapılması gereken işler oluyor. Ama nedense, Ankara’da bazen beni sıkan bu işler orada keyif veriyor:) Çünkü bu derin sessizlik, zaman baskısı veya yetişilecek bir yer ya da programın olmaması ve yüksek miktarda oksijen beden hareket halindeyken bile meditatif, dinlendirici bir etki yaratıyor.

Doğada geçirdiğimiz zaman arttıkça, doğanın sesini dinlemeyi ve onunla akmayı da öğreniyorsunuz. Vücut-ruh-zihin saatleriniz doğaya göre yeniden ayarlanmaya başlıyor. Öğrendikçe sadece orada değil, şehirdeki hayatınızda, hayatınızı algılama tarzınızda da değişimler başlıyor. Çok ama çok kısaca "ne gerek var?" veya "gerek var mı?" modu diye özetleyebileceğim bir değişim bu : Daha fazlasına, gereksiz ve faydasız bilgi- haber bombardımanına maruz kalmaya, toplumsal onay kaygısına, grup aidiyetine, sürekli yargılamaya, sürekli endişelenmeye, sürekli almaya, başkalarının davranışlarına müdahale etmeye, fikirlerini çürütme çabasına veya size bunları yapmaya çalışanlara, gereğinden fazla tüketilen herşeye "ne gerek var?" veya "gerçekten gerek var mı?" diye sorma-sorgulama modu bu. Elbette, insan nefes aldığı her an bir şey öğrenir zaten. Gel gör ki özünde ait olduğu doğada daha fazla vakit geçirmeyi yeniden hatırladığında ve bunu yaptığında, alacağı ders sayısını arttırarak dönüşümünü hızlandırıyor sanırım:)

Keyif düşkünü insanlar olduğumuz artık anlaşılmıştır. Kendimizi iyice yorduktan sonra yapılan keyif ise hakikaten başka oluyor [Hatta Alev ve benim "keyif" için yaptığımız tanım bu sanırım: Bedenen iyice yorulduktan sonra sana haz veren başka bir şeyi daha yapmak:)] Mesela kahve-çay eşliğinde kitap keyfi yapmak, mesela mangal keyfi yapmak, mesela çıtırdayan kuzineyi hoş bir müzik ve bir kadeh şarap eşliğinde izlemek, mesela doğanın sesini dinelemek, mesela “Bolderdash” ya da sessiz sinema oynamak... Mesela tüm bunları arkadaşlarla yapmak...
Kafffe keyfi:)

Misafirle daha güzel oluyor sanki bu ev. Şimdiye kadar misafirsiz gittiğimiz az oldu, o da güzel elbette ama kafa dengi dostlarla, aileyle orada olmak çok daha güzel. "Kafa dengi" derken, doğa içinde sıkılmadan kalabilecekleri kastediyorum biraz da. Gerçi herkesin bir haftasonu böyle sessiz, "dijital olmayan", "manuel" bir ortamda bulunmaya tahammülü olsa gerek:) Yine de orman yürüyüşleri hareketi pek de sevmeyenleri biraz yorabilir. Yürüyüşlere gelmemek serbest (!) olmakla birlikte, şu ana kadar gelmemeyi seçen de olmadı. Bilemiyorum bu seçimlerinde ıssız ve bilmedikleri bir dağ köyündeki bir evde gruptan ayrı, bir başına kalmak istememenin etkisi oldu mu:))))))) Ama, ev sahibi olarak biz de olabildiğince insaflı davranıyoruz bu konuda: Konukların sportif performans ve heveslerine göre belirlemeye çalışıyoruz rotayı. Sonradan esaslı küfürler yememek için:)

Popüler bir Türk sporu olan "atıcılık" da köy yaşamına bulaşınca hortlayıp çıkıverdi genlerimizden:) Alev'in kuzenin hediyesi olan bir havalı tüfekle kola-bira kutusu vurmaya çalışmak da popüler köy aktivitelerimizden. Silah-tüfek hiç sevmem, böyle zararsızı dahi ilgimi çekmiyor. Ama bu tüfek sayesinde aramızda nice keskin nişancılar olduğunu keşfettik:)

Kola kutusu avındaki avcılar:)

Geçen kış harika bir eğlence daha ekledik köy aktivitelerine: şamyel lastiği ile kar kızağı... Abant Gölü'nde favori bir faaliyetmiş zaten. Normal kızaktan farkı sürati ve konforu (poponumuzu lastiğin ortasına iyice yerleştirmediğiniz sürece tabii, bunu yaparsanız şamyelin her havaya fırlayıp yerle tekrar buluştuğu noktada cidden canınız yanabilir)

Abant usulü şamyel kızak

Bu da klasik kızak, bir arkadaşımızın taa çocukluğundan kalma. Küçük olduğundan bunda denge bulması zor, biraz da (özellikle şamyele göre) yavaş

Misafir geldiğinde favori yemek organizasyonu tabii ki mangal yakmak oluyor. Nedense Türk insanın kafasında "su kenarı+orman+dağ= mangal" şeklinde bir algı var. Biz de bu kategorideyiz tabii. Geçtiğimiz bayrama kadar köye gittiğimiz her sefer de, karlı gece ayazında dahi mangalımızı yaktık. Geçtiğimiz bayram ise usta bir ahçı ve gurme olan kızkardeşimin girişimiyle ilk kez kuzinemizden azami faydayı sağlayıp, "efektif" bir şekilde yemek yapmanın keyfini tattık: Kuzine üzerinde mantarlı et sote yaparken, fırınında da patlıcan ve patates közledik. Bu öyle bir keyif verdi ki mangal gözden düşüverdi.

Bir diğer güzel öğün ise sabah kahvaltıları. Özellikle havanın sıcak olduğu dönemlerde bahçede yapılan kahvaltının yeri ayrı. Olabildiğince yerel-organik ürünlerden ve bahçemizin mahsüllerinden oluşturmaya çalıştığımız bir öğün bu. Bolu bu konuda bir hazine zaten.

Canım çekti bak şimdi:)

Oksijen fazlalığından mıdır nedir, orada daima burada yediğimizden daha fazla yeme ihtiyacı hissediyoruz. Belki biraz da şımarıklık, hani yani ille keyif yapacağız ya:) Ama her gelenin hem fikir olduğu gibi, çatlayana kadar yediğini düşündüğünde bile 1 saat sonra hiç bir şey yememiş gibi hissetmek olağan bir durum.

28 Ekim 2009 Çarşamba


Biz izindeyiz Büyük Adam...
Emanetini ve cumhuriyet değerlerini bizden inecek kuşaklara, bizim indiğimiz kuşakların yaptığı gibi, eğilip bükülmeden taşıyacaklardanız...
Ne mutlu ki, doğu ya da batıya karşı bir "aşağılık kompleksi" duymadan, ailelerimizdeki tüm Türk, Rum, Makedon, Ermeni, Arnavut ve Azeri kökenlilerin de hep yaptığı ve bize de öğrettikleri gibi, "Türk'üm" diyebilenlerdeniz, bunu söylerken tam da senin hep söylediğin ve uyardığın gibi, etnik-dini-siyasi ayrım yapmamayı, bunu canı gönülden söyleyebilenin de aynı şeyi hissettiğini bilenleriz.
Demokrasi'nin gerçek anlamını, şu günlerde bolca dış destek takviyesi ile de "zorla" inandırılmaya çalışılandan çok daha farklı bir şey olduğunu idrak etmiş olanlarız.


Bugün bu şekilde yaşayabilmemiz için senin ve seninle birlikte savaşıp, bizler bugün özgürce yaşayabilelim diye kendi hayatlarını bizim şimdilerde anladığımız anlamda hiç yaşamamış olanların anısına sözde değil özde saygı duyanlarız.


Biliyorum sana o boyutta da rahat ve huzur vermemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Sen yine de rahat ol, çünkü bugünlerde yokmuşuz gibi davranılsak da biz varız, burdayız. Sadece, hep denildiği gibi, sabrediyoruz.
En büyük, en anlamlı bayramımız kutlu olsun Atam!

25 Ekim 2009 Pazar

KÖYDE YAŞAM - İLK GÖZLEMLER: HAYVANLAR

Köy hayatının "olmazsa olmaz" larından biri de köpekler. Böyle ıssız bir köyde sadece yabancılara karşı değil, dağdan inebilecek yabani misafirlere karşı da koruma görevi üstleniyorlar. Yani hem köpekten korkup hem de köyde yaşamayı tasarlamak imkânsız bir şey, şimdiden söyleyim:) Onlar her yerdeler ve zaten kendileriyle aranızı iyi tutmakta menfaatiniz var. Bizim köpeklerle bir alıp veremediğimiz yok, ama bazen köpekten korkan misafirlerimize sıkıntılı anlar yaşatıyorlar.

Bunlar bekçi Sarı Bekir'inkiler...

Köy yerinde hayvan kısırlaştırma gibi bir gelenek ve ihtiyaç olmadığından, köpekler hızlı ürüyor ve her bir grup kendi bölgesini oluşturarak, zaman zaman başka bölgelerin köpekleriyle sert kavgalara tutuşabiliyorlar. Köy köpekleri, fazla insan görmeye alışık olmadıklarından bir miktar yabaniler. O nedenle onlara temkinli yaklaşmak gerekiyor.

Alev'in annesi tutkulu bir hayvansever olduğundan, köyde de hayvan dostlar edinmesi çok süratli oldu. Önce civarda bulunan tüm köpekleri besleme işini yüklendi, biz de bu işe severek ortak olduk. Tabii bu sayede evimiz kısa sürede bir köpek ordusu tarafından korunmaya başladı. Artan yemeklerin hiç bir şekilde ziyan olmadığını, sadece insanlara değil başka canlılara da fayda sağladığını görmek bizi çok mutlu etti. Şimdilerde benim severek yaptığım işlerden biri de yemek artıklarından köpeklere güzel ziyafetler çekmek. Mangal da sık yakıldığından, onlara çok malzeme çıkıyor. Kayınvalidem bölgenin tüm köpeklerini beslemezse rahat edemediğinden, ihtiyaç halinde başvurulacak bir hazır mama stoğunu bile yapmış durumda. Sonradan öğrendik ki burada herkesin bir dolu hayvanı olduğu için Bolu'da hayvanlar için uygun fiyata ekmek, et ve kemik satan yerler var. Bu amaçla hazırlanan bir çuval dolusu bayat ekmek 10 TL'den, tavuk eti ise kilosu 3 TL'den satılıyor. Uzun süre gitmeme durumumuz varsa, bunlardan alıp, köyümüzün yaz-kış orada yaşayan yegane hanesindeki komşularımıza bırakmaya başladık. Köpeklerin hemen hepsi onların olduğu [ve/veya onlarınkilerden ürediği için:)] bu katkıya seviniyorlar.

Kayınvalidem yaz başında yeni doğan 2 yavruyu sahiplendi. Aslında bir tanesini sahiplenmişti ama kardeşi onu yalnız bırakmadığından, fiilen 2 adet köpeğimiz oldu. Annem dişi yavrunun kısa sürede yeniden hamile kalıp 5-6 tane daha doğuracağını bildiği için, hiç üşenmedi, yavruyu Ankara’ya kısırlaştırmaya getirdi. İki kardeşi oyun oynarken seyretmek çok keyifli oluyor. Onlar da zaten seyrettiğimizi anladıklarında gösteri yapmaya başlıyorlar. Onları sahiplendiğimizden bu yana daha önce bizi koruyan daha yaşlı köpeklerin bizim bahçeye ziyaretleri seyrekleşti, sanırım biraz büyüyen bizimkiler bizim bahçeyi kendi bölgeleri olarak işaretlediler.


Köpeklerimizden erkek ve hala ismi sabitlenememiş olanı



Bu da dişi köpeğimiz Nazlı

Köyün diğer sakinleri ise inekler. Köyümüzde yaz-kış yaşayan tek hanenin bir kaç ineği var, bunlar köy ve civarında gündüzleri serbestçe otlanıyorlar. Çan seslerinden lokasyonlarını tahmin etmek çok kolay oluyor. Köyün pastoral havasını daha da belirginleştirien bu çan sesini seviyoruz. Evin bahçe duvarı yapılmadan önce inekler bahçemizde de otluyorlardı, hatta bir gün meraklı bir tanesi kafasını açık olan mutfak penceresinden içeri sokup bakınmıştı. Evin içinde ilk kez bir inekle burun buruna gelmek ilginç bir deneyim oldu:)

Yanımızdaki perili köşkte konaklayan bir sincap ailemiz de mevcut. Çok sevimliler ama bahçemizdeki ceviz ağaçlarının meyvelerini hakladıkları için bazen kızıyoruz onlara:)

Komşu perili köşkün sakini sincap

Bir orman köyünü zaman zaman ormandan gelen davetsiz konukların ziyaret etmesi kaçınılmaz. Bunların en "nahoş" olanları tilki, ayı ve yaban domuzu. Özellikle mevsim kıştan bahara dönerken köye inebiliyorlar(mış). Biz henüz gözlerimizle görmedik, evin içinde olmadığım sürece görmek de istemem. Ama komşularımız yakın zamanda bahçelerine giren yaban domuzu ve ayıyı görmüşler. Bir de en son bayramda gittiğimizde köpeklerimizden erkek olanının [isim veremiyorum ne yazıkki, çünkü sabit bir isimde hala aile içinde ve köylülerle mutabakat sağlayamadık. Dişisine "Nazlı" demiş köylüler, onun adı öyle kaldı ama erkeğimiz hala adsız. Her giden başka isim yakıştırıyor:)] sağ ön ayağının kaval kemiği üzerinde derin bir yara vardı, hayvanın resmen kemiği görünüyordu. Öğrendik ki 2 gece önce yaban domuzu köyle inmiş ve bizimkini bu hale getirmiş...

Bizim köyde geçirebildiğimiz zamanlar içinde en sık yaptığımız günün farklı saatlerinde orman içine dalıp yürümek oluyor haliyle. Bu yürüyüşlerin en ilgincini 2008’in Şubat ayının son haftasında bir haftasonu yaptık. İstanbul’dan gelen 3 arkadaşımızla birlikte önce akşam mangal ziyafeti çektik kendimize. Arkadaşlarımızın iki tanesi bir süre Romanya’da yaşamış, oranın en sevilen aktivitesi olan kampçılığı da yaz-kış demeden Romanya’nın uçsuz bucaksız ormanlarında bol bol yapmışlardı. O haftasonu Abant’ta bugüne kadar gördüğümüz en yüksek kar seviyesini gördük. Kar araçları Abant ve köy yolunu açmış olsalarda, aracın geçmediği yerlerde kar seviyesi dizlerimizin üstüne varıyordu. Harika bir manzaraydı.

Yemekten sonra, kafalar da biraz güzelleşince, ormanda kar yürüyüşü yapma fikri doğdu. Giyinip kuşanıp kendimizi orman yolllarından birine attığımızda saat geceyarısını biraz geçmişti. O gece yaklaşık birbuçuk saat boyunca biz hayatımızın en eğlenceli orman yürüyüşünü yaptık. Gökyüzünde parlak bir ay olmamasına rağmen beyaz örtü sanki ışık yakılmışçasına her yeri aydınlatıyor, dolayısıyla orman karanlığından ürkmemize de engel oluyordu. İleride asla uğranıldığını görmediğim 10 kadar dağ evini bekleyen bekçi Sarı Bekir bizi görünce “Gençler, bu saatte ne işiniz var ormanda? Aklınızı peynir ekmekle mi yediniz? Allah akıl fikir versin” dedi:) Beş kişilik ekibimize bizim köyün ve Sarı Bekir’in köpekleri de eşlik ettiği için ormanda, alaca karanlıkta kar üstünde bata çıka, hoplaya zıplaya, zaman zaman taklalar, parendeler ata ata yürüyen bu ekip karşıdan mitolojideki “Baküs Alayı” gibi görünüyor olmalıydı:)

Bu adamlar ne yapıyor? (Cevap: Karda "üçgen" stili takla:)

Diğer orman sakinleri:)

Ertesi gün bu maceramızı anlattığımız ve köyün yerlisi olan komşumuz büyüyen gözleriyle “Nasıl cesaret ettiniz? Tam da ayı ve domuzların ortaya çıkma mevsimi, sakın bir daha yapmayın” dedi. O zaman anladık tabii nasıl bir cahil cesaretiyle davranmış olduğumuzu... Dahası sonradan, doğma büyüme dağ köylüsü olup hayatının çoğunu ormanda geçirdiği için ortamı avuçlarının içi gibi bilen köylülerin gündüz dahi, kendilerini yabani hayvanlara karşı korumak için, ellerine balta almadan ormana girmediklerini duyduk. Biz hakikaten cahilmişiz:)

11 Ekim 2009 Pazar

KÖYDE YAŞAM - İLK GÖZLEMLER: EVDE, ORMANDA, BAHÇEDE YAPILACAK İŞLER

Köy hayatı aynı zamanda hem dingin hem hareketli. Dingin, çünkü genelinde hayat sessiz-sakin, belli rutinlerle akıyor. Hareketli, çünkü köyde yaşam çiftçi olmasanız dahi sürekli bedensel faaliyette bulunmanızı gerektiriyor. Tipik bir köy hayatında en basit ihtiyacın dahi karşılanması, uğruna belli bir emeğin harcanmasına bağlı. “Tatlı su köylüsü” olarak, burada teknolojinin tüm nimetlerinden faydalanıyor olsak da harcanması gereken bu emeklerin bir kısmından biz de muaf değiliz. Kaldı ki bunları yapmaktan büyük de bir keyif alıyoruz.

Köy insanı, hele ki dağ köylüleri, belki coğrafya şartları nedeniyle, çok hareketli ve güçlüler. Köyümüzde gördüğümüz yaşlı kadınların bedensel dinçliklerine inanamıyoruz. Sonra, bu kadınların sabahın kör vaktinden akşama kadar sürekli aktivite içinde olduklarını dikkate alınca, bu sonuca şaşmamak gerektiğini anlıyoruz. Üstelik aktiviteleri sadece ev işleriyle sınırlı değil. Dağ köylerinin halkı, mesleği “ormancı” olmayanlar da dahil (tahmin edebileceğiniz gibi bu bölgede ormancılık yaygın bir meslek), mevsimlerin bir kısmını orman içinde geçiriyor. Amaç çalı çırpı, mantar, böğürtlen, kızılcık vb. toplamak olabildiği gibi, belli zamanlarda avlanmak da olabiliyor. Bir de dağların yükseklerinde de bahçe ve tarlası olanlar var.

Özellikle “mantara çıkmak”, iyi para getirdiği için, ahalinin önemsediği bir faaliyet. Biz henüz bu mantarlardan yiyemedik, mantar çeşitlerini ayırt edemediğimiz için de orman yürüyüşlerimizde özellikle yağmur sonrası her yerden fışkıran çeşit çeşit mantarlardan “Türk’e bir şey olmaz” diyerek deneysel yemekler yapmayı da düşünmedik. Bulunup toplanması gereken tür “çintar” denen bir mantar çeşidi. Niyetimiz, bir gün işin ehli bir komşuyla “mantara çıkmak” ve mantar dünyasını biraz da olsa tanımak.



Pek güzel görünüyorlar, yapacaksın şunlardan bir sote:))))

Benim tabii hamur açmak, buğday dövmek vs. gibi marifetlerim yok. Ama ne kadar tipik köy evi standartlarına uymasa da bu evde de her gidişte yapacak iş mutlaka çıkıyor. Çekiçlik, matkaplık işler ve odun stoğu yapma en popüler olanları. Gevşeyen vidalar, rutubetten sorun çıkaran armatürler, su kaçıran radyatörler, soba borusu temizliği de zaman zaman ilgilenilmesi gereken işlerden.

Yine de en çok ve düzenli ilgiyi bahçe istiyor. Bugüne kadar aman aman bir bahçe deneyimimiz olmuş değil. En ciddi faaliyetimiz çim biçmek ve yabani ot yolmak olmuştur. Fakat “köyde bir ev” deyince, insan bahçesinde illa ki bir bostanı, biraz meyve ağacı olsun istiyor(muş).

Bahçecilik aslında çok zor, teknik bir iş. Hiç bir şey dışarıdan görüldüğü kadar basit değil. Belli dikim, bakım ve sulama tekniklerinin yanısıra çeşit çeşit bitki hastalığı da kapıda bekliyor. Düzenli gidemediğimiz için biz bu işte karınca adımı ile ilerliyoruz. Sağolsun, köydekiler biz yokken bahçenin bakımına yardımcı olup, bize yapmamız gerekenler hakkında fikir veriyorlar.

Minik bostan bu yıl baharda yapıldı. Yaz boyunca da bahçemizin mahsulü olan yeşil fasulye, biber, yeşil soğan, salatalık ve marul yedik. Yerken çok mutlu olduk, insanın kendi yetiştirdiğinin tadı daha bir tatlı geliyormuş hakikaten. Ama düzenli gidemediğimiz için bazılarının tohuma kaçmasına da engel olamadık.

En bereketli ürünlerimizden biri fasulye oldu.

İnanması zor olsa da bu gördükleriniz marul:) Sanmayın ki hepsinin akibeti böyle oldu. Ama bir kaç tanesi böyle coşup, tohuma kaçtı işte. Annemin tavsiyesini dinleyip marulları bağlayınca böyle ağaç haline gelmelerini önledik.

Bahçemizde 2 adet büyük ceviz, yine büyük bir elma ve iki de erik ağacı bulunuyor. Bunların hepsi arsa alındığında vardı, fakat özellikle meyve ağaçları, senelerce bakımları yapılmadığından, biraz yozlaşmışlar. Meyveleri küçücük, ama tatları gayet yerinde. Ceviz ağaçlarının meyvelerini ise bahçemizin müdavimi olan bir kaç sincap yağmalıyor. Cevizleri korumak adına nasıl bir çözüm bulunur bilmiyorum, ama hayatımızda ilk kez sincaplarla bu kadar yakın olduğumuz için varlıkları şimdilik hoşumuza gidiyor.

Bahçe yapıldıktan sonra sadece bir tane çam fidesi diktik, şimdilik tutmuş görünüyor ve buna çok seviniyoruz. Ormanda kendi kendine filiz vermiş binlerce fide ise bizi ayrıca mutlu ediyor, yürürken onlara basmamak için özel dikkat gösteriyoruz. Hedefimiz Kasım ayında bahçeye bir kaç ağaç daha dikmek. Özellikle Göknar ağacı dikmemizi tavsiye ettiler. Bolu’da bitkilerin yetişmesi için ideal bir iklim var.. nerdeyse her çeşit bitki yetişiyor. Şehir merkezinde bir eve sarılmış devasa acem borusu ise beni en çok şaşırtan. Acem borusunu Akdeniz bitkisi sanıyordum çünkü.