28 Temmuz 2010 Çarşamba

GEMİDE - IV


Havuz

Gemide nakit para geçmiyor. Check-in yaparken ya gemi hesabı açtırıp buraya nakit para yatırıyorsunuz ya da bir kredi kartınızı tanımlatıyorsunuz. Gemiye binerken size bir kart veriliyor. Bu kartta sizinle ilgili tüm kimlik bilgileri yüklü. Aynı zamanda hem anahtarınız hem de kredi kartınız. Yaptığınız harcamaları hergün gemi televizyonundaki bir kanaldan takip edebiliyorsunuz. Gemiye binip inerken bu kartı basıyorsunuz. Böylece sizin nerede olduğunuzu takip edebiliyorlar.

Gemi seyahatlerinde en merak ettiğimiz şey bir limanda gemiyi kaçıran yolcuya ne olduğu. Hem gitmeden önce hem de gemide bu konuda epeyce geyik yaptık. Benzer hikayeler duyduk, web sitesinde bu konuda yazılanlara baktık. Hatta Barcelona limanında, Kaptanımız klasik sabah anonsunda gemiyi kaçıran olursa kendilerine limandan güzel gemimizin hareket halinde fotoğraflarını çekmelerini tavsiye etti:) Konunun uygulamasını ise bilfiil Mallorca Adası’ndan ayrılırken görme fırsatı yakaladık.

Mallorca Adası geminin en erken ayrıldığı limanlardan biri: gemi gazetesinde saat en geç 15.30’da gemide olmamız gerektiği yazıyordu. Genelde bu saatten 30 veya 40 dakika sonra gemi limanı terkediyor. O gün güvertede yemek yediğimiz için "hadi bugün geminin ayrılışını izleyelim"dedik. Bulunduğumuz güverte en üst katta, dolayısıyla limandaki her şey minicik görünüyor. Saat 4’te gemi limandan ayrılmaya başladı. Bu arada Alev limanda kocaman bir bavulun üstüne oturmuş bir insan ve onun başında bekleyen bir polis ve polis arabası gördü. Merakla bu sahneyi izlemeye başladık. Acaba huzursuzluk çıkaran bir yolcuyu kaptan gemiden mi indirmişti? Yoksa kaçak bir yolcu gemiye binmeye mi çalışmıştı?

Biz bu tartışmayı yaparken uzaktan bir taksinin geldiğini farkettik, taksi polis arabasına yakın bir yerde durdu, içinden bir adam can hıraş inerek el kol sallayarak gemiye koşmaya başladı. Adam öyle can havliyle koşuyordu ki çizgi filmlerdeki gibi koşarken havada ekstra boş adımlar falan atıyordu. Bir taraftan eliyle gemidekilere telefon işareti yapıyordu. Bu arada gemi zaten 100 m kadar açılmıştı bile. Neredeyse her dediğine güldüğüm esprili arkadaşımız Güçlü birden adamcağıza “geçmiş olsun kardeşim, hadi sana güle güle, hadi canım hadi canım” diye bağırarak el sallamaya başladı. Sırık gibi boyu ve ultra fosforlu turuncu tişörtüyle o kadar yolcu arasında gemiyi kaçıran adamın net olarak farkedebileceği yegâne yolcuydu üstelik:) O hali o kadar komikti ki ben durup dururken gülme krizine girdim, sinirim bozuldu. Ama yani öyle böyle bir kriz değil. Güçlü de coştukça coştu. Alev ve Özge ise Güçlü ve beni “duyarsızlıkla” suçlayıp azarlamaya başladılar. Ama ne kadar bize kızsalar da onlar da gülmekten kendilerini alamadılar. Trajikomik bir durumdu aslında. Ben kendimi "kardeşim gemiye dönülmesi gereken saat belli, kalkış saati belli ve bu adam kalkış saatinden de sonra geldi, zamanında gelen bu kadar yolcunun suçu ne o zaman ? Herkes bilirdi nasıl olsa gemi beni bekler diyerek geç gelmeyi" diyerek savundum. O sırada kıyıdan hareket eden bir sahil güvenlik botu gidip adamı kıyıdan aldı ve gemiye getirdi. Tabii adam bota biner binmez Güçlü ansızın yüzünü ayrılmakta olduğumuz Palma şehrine dönerek “Güle güle Palma, seni özleyeceğiz” diye bağırıp el sallamaya, bir yandan da aslında adama el sallamadığını, sadece Mallorca adası ile vedalaştığını iddia etmeye başladı. Sonraki günlerde bir daha fosforlu turuncu tişörtünü de giymedi gemide ne olur ne olmaz diyerek:) Garsonlardan öğrendik ki bu şekilde gemi kaçıran çok oluyormuş, gemi duruma göre en fazla 30-40 dk. bekliyor, sonra gidiyormuş. Kalan kişi şanslıysa (üzerinde yeterli parası var ve uçakta bulursa) bir veya iki gün sonra diğer limanda gemiyi yakalıyormuş.

Olmazsa olmaz: Geminin burnunda Titanik aşıkları pozu:)

Gemi seyahatinin maliyetinin ne olduğu bize en çok sorulan sorulardan biri. Biz de gitmeden en çok bunu soruşturduk. Öncelikle, gemi seyahati hepimizin bugüne kadar yaptığı en pahalı seyahat olmuş. Diğer taraftan tur ücreti olarak ödediğimiz fiyat (ki bu ücrete İstanbul-Roma gidiş dönüş uçak bileti ve bahsettiğim kişi başı 150 USD bahşiş de dahil) Türkiye’deki kaliteli otel ve tatil köylerinin ücretinden fazla değil (Kişi başı 1200 Euro). Bodrum’da geceliği 400-500 Euroluk oteller olduğunu duyunca, bu rakamın hem gemi seyahatini tecrübe etmek, hem de 3 ülke 7 şehir görmek için hiç de fazla bir para sayılmayacağını siz de kabul edersiniz sanırım.

Su (ki çeşme suyu içilebiliyor, restoranda da çeşme suyu veriliyor), kahve ve restoranlarda sunulan limonata, portakal suyu, buzlu çay hariç tüm içecekler ekstra ücrete tabii. Genel fiyata baktığınızda en ucuz alkollü içki viski (6.95 USD). Gazlı içecekler 2,5 – 3 USD, biralar 4,5 – 8 USD, kadeh şarap ve kokteyller 8-12 USD arasında. Tabii bunlara da bir de %15 bahşiş ekleyeceksiniz.

Bir diğer masraf kalemini ise limanlarda harcayacağınız para oluşturuyor. Bu masrafın miktarı ise tamamen size kalmış. Yalnız Cenova hariç tüm limanlarda şehir merkezine ulaşmak için bir vasıta kullanmanız şart ve vasıtanın cinsine göre farklı fiyat ödemeniz gerekiyor. Gemide tur da satın alabilirsiniz, böylece gemiden iner inmez otobüse biner, akşamüstü yine aynı otobüsle gemiye ulaşırsınız. Tur fiyatları kapsamlarına göre 40-50-60 USD arasında değişiyor. Biz sayımız fazla olduğu için taksi kiralamayı tercih ettik, hem tur fiyatından ucuza geldi hem de katıldığımız bir turdan memnun kalmadığımız için, taksi kiralamanın maksimum fayda sağlamak adına daha iyi bir yöntem olduğuna karar verdik. Yok eğer “ben yürüyerek gezebildiğim kadar gezerim, yemek de yemem” derseniz bu durumda limandaki maliyetiniz az olacaktır. Ama insan geldiği yerde illaki görmediği bir yeri görmek, lokal yemeklerden tatmak, bir hatıralık eşya almak falan istiyor. Yani bir miktar para harcamak kaçınılmaz.

Asıl bomba son akşamsularını fışkırta fışkırta gemiyle birlikte yaklaşık 5 dk yüzen balinaydı. Hayatımızda ilk kez balina gördük, inanılmazdı. Ne yazıkki bu fotoda pek anlaşılmıyor.

Bu yüksek maliyete rağmen, hepimizin ortak fikri ödediğimiz her kuruşa değdiği şeklinde. En çok eğlendiğimiz seyahatlerden biri oldu. Herkese gönül rahatlığıyla en az bir kez gemi yolculuğu yapmalarını tavsiye ederiz. Bir kere hergün bir başka ülkede, limanda uyanmanın keyfi bambaşka. Kaplumbağa gibi eviniz sırtınızda bir çok şehir geziyorsunuz. Eşya indir, bavul topla vs. dertleri yok. Gemi seyahati çocuklu ailer için de çok uygun. Zaten gördüğümüz kadarıyla çocuklar bizden de fazla eğlendi. Küçük çocuklar için çocuğunuzu tüm gün gönül rahatlığıyla bırakabileceğiniz türlü aktvitelerle dolu kocaman bir çocuk klübü, ergenler için ayrı klüp ve ayrıca onlara özel alkollü içki verilmeyen bir bar var. Henüz 3-4 aylık bir çok bebek de gördük.
Ve tabii eğer balayında değilseniz, arkadaşlarla gitmenizi tavsiye ederiz. Böylece eğlence katsayısını iyice arttırmayı garanti etmiş olursunuz:)

Veda

21 Temmuz 2010 Çarşamba

GEMİDE - III

Aşk Gemisi dizisini bilmeyen yoktur değil mi? Çocukluklarını 80’lerin başında yaşayan herkes için fenomen bir diziydi. Gemi limandan ayrılırken şenlik, kıyamet olur, balonlar, konfetiler uçuşur, yolcular limanda kalanlara el sallardı. Günümüz gemileri (şayet ilk seferleri değilse) limandan böyle şenlikli bir şekilde ayrılmıyorlar. Siz yine de nostalji yapmak isterseniz, limanda yüklenmeyi bekleyen binlerce ticari konteynıra el sallayabilirsiniz, tabii geminin limandan ayrıldığını farkederseniz:) O kadar sessiz ayrılıyor ki, bir bakıyorsunuz liman çoktan uzakta kalmış. Öyle arkanızdan su döken, el sallayan da olmuyor ne yazıkki. Fakat bunun yerine daha çılgın bir kalkış kutlaması geminin içinde sizi bekliyor: Royal Parade. Gemi yola çıktıktan 1 saat sonra geminin piyasa caddesi 5th Avenue’da gemi çalışanlarının hazırladığı çılgın bir geçit töreni “oh iyiki gelmişiz biz buraya” dedirtecek kadar eğlenceli bir tören yapıyorlar. Bu kostümlü, bol danslı, konfetili, yanar döner gösteri sizi hemen seyahat havasına sokuyor.



Royal Parade (sis makinası yüzünden fotolar iyi çıkmamış)

Gemide 2. akşam “Kaptan’ın Gecesi”. Gemideki en önemli gece diyebiliriz. Resmi giyinmeniz bekleniyor. Giymeyebilirsiniz elbette ama çoğunluk gayet şık giyindiği için kendinizi kötü hissedebilirsiniz:) Çünkü kaptan gemideki “en önemli”, “en merak edilen” ve tabii ki “en meşhur” kişi. Kaptan’ın gecesi saat 8’de bol şampanyalı bir kokteylle başlıyor. İsteyenler upuzun kuyruğa girip Kaptan’la fotoğraf çektirebiliyor. Normalde “ay ne gerek var?” diyebilirsiniz, ama bizim için “Romadayken Romalı gibi davran” felsefesi geçerli olduğundan kendimizi fotoğraf sırasında bulmamız da gayet kolay oluyor [daha sonra fotoların tanesinin 20 USD olduğunu öğrenince almıyoruz, o ayrı:) ]. Fotoğraf konusunda sonradan Kaptan'ın korkulu rüyası oluyoruz üstüne üstlük:)


Kokteyl orkestrası ve süslenmiş halde biz...

Ama o ne? Bu bebek yüzlü , muhtemelen bizden küçük sarışın adam mı kaptanımız?? Kaptanımız bizi gençliğiyle şaşırtıyor. Hatta Suat fotoğraf çekilirken adama “lütfen bize kullandığınız cilt kreminin markasını söyleyin” deme ihtiyacı hissediyor:) Hatta bir süre bu Kaptanın gerçek kaptan olmayıp, sırf “vitrin” için piyasaya çıkarıldığını, sakalları upuzun, koca göbekli, ağzında piposu olan babacan gerçek kaptanımızın ise kaptan köşkünde bir yerlerde dümen sallamakta olduğunu düşünüyoruz:) Bir ara kaptanın yüz ifadesi hiç değişmediği için, kendisinin robot olabileceğini bile iddia etmekten geri kalmıyoruz:) Ama iftiralarımız asılsız. Bu genç adam gerçekten de Kaptan. Bu yaşta böyle bir geminin kaptanı olmak her yiğidin harcı olmasa gerek. Tebrik ediyoruz kendisini.



Kısa sürede Kaptan'ın korkulu rüyası haline geldik, gördüğümüz her yerde kendisiyle fotoğraf çektirerek:)


Kaptan köşküne girmeniz yasak ama camekanla çevrilmiş bir bölümden burayı her zaman izleyebilirsiniz. Dümen falan yok tabii, onlarca bilgisayar ekranı ve uzay mekiğini andıran bir ortam sözkonusu:)

Kaptan Barcelona limanından çıkarken kendisini izleyen yolculara zafer işareti yapıyor. Şöhreti gayet benimsemiş:)

Kaptan Köşkünü izleyen yolcular

Kaptan Köşkünün izlenebildiği camekanın üstünde Türk usulü bir uyarı: )))

Bu dev gemide her an birden fazla farklı aktivite var. Bunların ne olduğunu bilmek için gemide hergün çıkan Gemi Gazetesini (Cruise Compass) takip etmelisiniz. Bu gazetede Gemi ve liman programları ayrı ayrı anlatılıyor. Bir sonraki gün uğranılacak liman şehriyle ilgili çeşitli bilgiler ve gideceğiniz şehrin haritası da bu gazetede veriliyor. Gemide neredeyse 24 saat boyunca onlarca çeşit farklı etkinlik var. Bunların neler ve nerede olduklarını saat saat bu gazeteden öğreniyorsunuz. Mesela ilk gün saat 5’te bir barda “Bekarlar Klübü Toplantısı” vardı. Gemiye bekâr gelenlerin birbiriyle tanışmaları için fırsat yaratılıyor böylece:) Dans dersi, bingo gibi klasik etkinliklerden “havlu katlama kursu” gibi [kat görevlileri her gece yatağınızın üzerine havluları katlayarak yaptıkları bir hayvan figürü bırakıyor, “ben de öğreneceğim bu işi" diyenlerin adresi bu kurs:)] garip faaliyetler de mevcut. Gündüz etkinlikleri pek ilgi alanımıza girmiyor, ne de olsa her liman da ineceğiz. Ama gemi yolcularının önemli bir kısmı gemiden inmiyor, o nedenle gün boyu gemide sürekli etkinlik var. Bir insan yeni geldiği bir ülkeyi merak etmez mi? Bir kısım Amerikalı hakikaten merak etmiyor. Fakat daha büyük bir kısmı onlarca kez gemi seyahati yaptığı ve bu limanları artık avucunun içi gibi bildiğinden inmiyor gemiden. Türk personelden gemide 40., hatta 50. gemi seyahatini yapan yolcular olduğunu öğrendik mesela. bu tür yolcuların da gemide ayrı bir klübü var, onlara daha özel imkânlar ve ikramlar sunuluyor. Gemide sanatsal etkinlikler de var. Bunlardan en hoşumuza gideni ünlü fotoğraf sanatçılarının 50'li 60''lı yıllarda çektikleri ünlü fotoğrafları sergisi oldu. Bu fotolardan bazıları açık arttırmayla çok yüksek fiyatlara satıldı. Bizim de en beğendiğimiz Beatles üyeleri Muhammed Ali Clay'in yumruklarına karşı ringde sözde savunma yaparken çekilmiş fotoğraf en yüksek fiyatla satılmış son akşam.

Murat kaya tırmanışı yaparken

Golf de oynadık, aman eksik kalmasın:)

Her gece yatağın üzerine kat görevlilerin bıraktığı havlu hayvanlardan biri (Fil)

Gemideki tiyatro salonunda her gece ayrı bir gösteri var. Biz bir gece gittik ama sonradan geminin Kaptan’dan sonra en önemli şahsiyeti olduğunu öğrendiğimiz baş animatör Pietro’nun durmak bilmeyen çenesi nedeniyle fazla kalamadık. Allahım o gürültülü adamdı öyle?? Bizdeki muadili Mehmet Ali Erbil oluyor sanırım ama bu adamdaki çene yanında MALİ sessiz bir insan sayılabilir. Bir de kart ses tonuna İtalyan aksanıyla konuştuğu İngilizcesi eklenince, hakikaten bizim için çekilmez oldu. Gemi içinde yayın yapan gemi TV’sinde de sürekli bu adam çıkıp program yapıyor, yani adamdan kaçış zor:) Gemi Gazetesinde Pietro’nun özgeçmişini okuyunca elbette etkilendik ama gerçekten geçici duyma bozukluğuna yol açacak kadar gürültülü bir insandı kendisi.

Gemi diskosu gayet başarılı dekorasyonuna rağmen başarılı olmayan müzik seçimleri nedeniyle bizi hayal kırıklığına uğrattı. Buna sebep 18 yaşında bile olduğu tartışmalı, belli ki tecrübesiz DJ idi [Türk gemisi olsa kesin "kaptanın akrabası, torpille girmiş bu işe" derdik:)]. Bir gece hariç hep insanları havaya sokmaktan uzak şarkılar çalarak bizi dehşete düşürdü. Bu yüzden disko hep erken saatte boşaldı, pist boş kaldı. Ne kadar çabaladıksa nafile, adam müşteriye ritm tutturmayı bir türlü beceremedi. Kendisini bir kaç kez kibar dille uyaran Suat, bir gece büyük beklentiyle gittiğimiz güverte partisinde aynı feci müzik seçimini görünce, önce hesapta parti başlayalı 2 saate yaklaşmasına rağmen, DJ’e gidip “Parti ne zaman başlayacak?” diye sordu. DJ “son iki saattir zaten başladı” deyince de “Öyle mi? Bu müziklerden parti olduğunu anlamak imkansız da” dedi. En sonunda da dayanamayıp pistin ortasında “Your music sucks, your party sucks” diye bağırdı. Diğer insanlar da alkışlayarak Suat’ı desteklediklerini gösterdiler. Herhalde bu ayar sonucu, bir sonraki gece güzel çaldı bizim yeni yetme DJ:)

Senkronize keyif:)

Disko dışında 8-10 tane bar ve gece klübü de vardı. Her bir barın konsepti ayrı, hepsinde canlı müzik var ve hepsi farlı bir tarzda. Biz tabii ki en çok latin müziği orkestrasını beğendik, onların program yaptığı her akşam Türk olarak latin danslarında sahip olduğumuz marifetlerimizi gerçek latinlerle yarıştırdık:) Geminin güzel tarafı hangi bardan ya da restoran almış olursanız olun, elinizdeki kadehle gemi içinde istediğiniz yere gidebilmeniz. O yüzden içkinizin bitmesini beklemeden sürekli barlar arasında gezmek, hoşlandığınızda takılıp, hoşlanmadığınızdan hemen ayrılmak mümkün. En sevdiğimiz bar ise geminin en üstündeki, 365 derecelik manzaraya sahip Cosmopolitan Bar oldu. Her akşam üstü güneşi orada batırdık.
Alev ve Güçlü'nün favori aktiviteleri gece 23'ten sonra kumarhanede takılmak oldu. Mütevazı kumarhane bütçeleri el verdiğince bir şeyler oynadılar. Alev bir de gemideki tam teşkilat fitness salonunun hakkını iyi verdi. Ben spor ayakkabı götürmemenin ne büyük hata olduğunu bu güzel salonu görünce anladım. Ben ve diğer grup üyeleri, en üst güvertedeki koşu parkurunda fırsat buldukça yürüyüş yaptık. E bu da bir şey...



Cosmopolitan Bar'da güneş batırma

18 Temmuz 2010 Pazar

GEMİDE - II


Sabah saat 10 civarında limana geldik. Limanın olduğu Chivitta Veccia Roma’ya 70 km uzaklıkta küçük bir sahil kasabası. Etraflı gezme şansımız olmadı ama genel görünüm olarak Türkiye’de benzeri çok olan tipik bir sahil beldesi hissini veriyordu (Elbette mimari estetik değil buradaki benzetme kriteri, bu konuda herhangi bir ülkenin İtalya ile yarışabileceğini sanmıyorum). Pazar günü olduğu için insanlar sabahın erken vakti plajlarda yerlerini almaya başlamışlardı bile. Geminin limandan demir alma saati 19.00 olmasına rağmen web sitesinden geminin saat 14.00 civarı yolcu almaya başladığını öğrenmiştik. Tabii tahminimizden daha erken gelince, sisteme falan aldırmayan Türk turist mantığını devreye sokup, yapılacak en iyi şeyin hiç bir şey bilmiyormuş havasında gemiye girmeye çalışmayı denemek olduğuna karar verdik:) Bu arada gemi bir önceki seferinden yeni dönmüş olduğu için bir taraftan da yolcu indiriyordu.

Grubumuzun her üyesi 5 dk ara ile henüz kapalı olan biniş bankolarının önünde bekleyen farklı farklı görevlilere gidip “biz geldik, ne zaman başlayacak yolcu kabulü?” diye sordu. Hepsi de geminin yeni yolcular için hazırlandığını, hazırlık ve temizlik biter bitmez yolcu kabulünün başlayacağını söylüyordu. Fakat işin komik tarafı herbirinin yüzlerinde kocaman gülümsemeyle bize yolcu kabulü için farklı farklı saatler bildirmesiydi: Bir tanesi “4 saat sonra” , diğeri “2 saat sonra” derken, bir diğeri de “20 dakika içinde” bile dedi. Neyse ki çok da fazla beklememiz gerekmedi, belki çok sorup talebi ve baskıyı arttırdığımızdan, üzerine bir de online check-in yapmanın da faydasını görerek, saat 12.00 civarında gemiye binmiştik bile.



Gemiye binerken bavullarınızı sizden alıyorlar, onlar bir kaç saat sonra kamaranıza ulaşıyor.
Herşey sistem dahilinde tıkır tıkır işliyor.

Özge "embarke" olmak üzere:)

Gemiye biner binmez çil yavrusu gibi dağıldık tabii:)


Erken binenlerin keyfi görüldüğü üzere pek yerinde.

Daha ekonomik olsun olsun diye hepimiz balkonu ve penceresi olmayan iç kamaralardan almıştık. Kamara numaralarımızı ve hepimizin "9. katta", aynı koridorda olduğumuzu ve hatta akşamları restoranda hangi masada yemek yiyeceğimizi zaten online check-in sırasında öğrenmiştik. Kamaralar küçüktü ama zifiri karanlığı ve yataklarının inanılmaz rahatlığı bize seyahatimiz süresince süper uykular çektirdi. Günün yorgunluğunu geceleri uyurken %100 atabildik, böylece her güne 0 km yeni enerji ile başladık. “Kaliteli uyku” için gereken iki şey tam karanlık (öyle alaca falan değil, bildiğiniz zifir) ve rahat, gerçekten rahat bir yatak. Bunu test etmiş olduk bu vesileyle. Her zaman bir miktar uyku sorunu olan ben gemide hayatımın en dinlendirici uykularını uyudum. Belki bir daha gemi seyahatine gidersek balkonlu kamara alırız, ama bu güzel uykuları borçlu olduğumuz için ben şahsen iç kamaraya yine razı olabilirim. Diğer taraftan, çocuklu aileler için dış kamaralar daha rahat olabilir, tabii fiyatta kişi başı 400 Euro civarında fark yarattığını da belirteyim.

Çocuk yataklı kamara

Gemide dilerseniz ekstra ücret de ödemeden tüketebileceğiniz en bol şey yemek. Her daim açık olan dev açık büfe restoran (Wind Jammer) ve bizim "Beleşçi Lokantası" adını taktığımız minik pastane dışında, akşam yemeklerini daha şık bir ortamda yemeniz için Titanik'in romantik restoranı gibi düzenlenmiş (filmden hatırlarsınız) 3 katlı devasa bir ana yemek salonu da var. Tabii sembolik ekstra ücretler ödeyerek gidebileceğiniz diğer küçük restoranları saymıyorum bile. Bu restoranlar arasında bizim favorimiz sadece 5 USD ekstra vererek sınırsız yemek yiyebildiğiniz Amerikan tipi hamburgerci Johnny Rockets oldu, diğerlerini denemedik. Alev ve Güçlü'nün gemide daha da sınır tanımaz hale gelen yeme kapasitesi nedeniyle Johnny Rockets belki sonraki seferlerinde bu sınırsızlık konusunu gözden geçirebilir:)) Eğer akşamları Titanik ambiansındaki şık ana yemek salonunda yemek yiyecekseniz, bazı kurallarına (web sitesinde yazılı) uymanız gerekecek: 7 gecenin 2 gecesi resmi, 2 gecesi de yarı-resmi giyinmeniz gerekiyor. Diğer geceler serbest. Sırf bu sebeple yanımızda söylene söylene takım elbiseler, gece kıyafetleri taşıdık. Fakat, resmi giyinmekten hiç hoşlanmayan ben bile bu zahmete değdiğini söylemeliyim.

Bugün de doyduk:)))


Garsonlar belli akşamlar atraksiyon yapıp, şarkı söylüyorlar birlikte.


Yemekler toplama vurduğunuzda gayet başarılı. Seçenek çok fazla. Belki ölümüne Türk yemeği seven ve damak tadı konusunda tutucu biriyseniz sizi bir miktar zorlayabilir. Bir de Türk rakısı yok, uzo var. Babam gitseydi bu durumdan hiç memnun kalmazdı mesela:) Ama biz o kadar çok rakı reklamı yaptık ki bir dahaki seferlerinde Türk rakısı da bulundurmayı ciddi ciddi düşüneceklerdir eminim:) Balili sevimli garsonumuz Alev ve Güçlü rakıyı zora da olsa öürettiler, telaffuzda zorlandı ama 2. geceden itibaren bizimkileri her gördüğünde “Do want Rahı sir?” deyişi hala aklıma geldikçe güldürüyor beni. Ama aşırı tutucu değilseniz kesinlikle memnun kalırsınız. Biz gayet memnun kaldık, ki aramızda boğazına gayet düşkün, gurme arkadaşlarımız mevcuttu. Açık büfe restoranda zaten günün istediğiniz saati çatlayana kadar yiyebiliyorsunuz. Gerçi o kadar yemeğe rağmen bir türlü de gelemedik o çatlama noktasına. Sanırım deniz havası ve hareket tokluk hissimizi yok etti [bu da ne güzel bahane:)]. Akşam gittiğimiz ana yemek salonunda her gün değişen ve epey seçeneğin bulunduğu bir menüden yapıyorsunuz seçimlerinizi. Bizim Beleşçi Lokantası adını taktığımız pastane ise geminin meşhur caddesi 5th Avenue’de her daim açık (baş müşterileri ise Hintlilerdi, allahım ne çok seviyorlar tatlıyı... Yemek salonundan çıkar çıkmaz soluğu orada alıyor, yatana kadar kalkmıyorlardı).


Üç katlı ana yemek salonundaki Titanik ambiansı...


Web sitesinde “Sık Sorulan Sorular” bölümünde Seyahat süresince gemide kilo alınır mı?” şeklindeki bir soruya verilmiş komik bir cevap vardı: Seyahat süresince ortalama 3-3,5 kilo alabilirsiniz. Dolayısıyla, seyahatten önce 3- 3,5 kilo verirseniz, bu sizin için bir sorun olmaz”:)

Yemek yiyeceğiniz masayı online check-in sırasında öğreniyorsunuz ve artık hep orada yemek yiyorsunuz. Böylece sizin masanızdan sorumlu olan garsonlarla daha samimi oluyorsunuz. Bizim masamızın şef garsonu İtalyan, garsonu Özbek’e benzeyen bir Hintli , içki servisinden sorumlu yardımcı garsonu ise Bali’dendi. Hepsini tahmin edebileceğiniz gibi çok sevdik. 1. Sınıf hizmet aldık kendilerinden. Aynı şekilde sizin odanızı da hep aynı kat görevlisi topluyor.
Garsonlardan ve kat görevlilerinden bahsetmişken, gemi seyahatinin belki de “en önemli” unsurundan da bahsetmeden geçmeyeyim: Bahşiş! Daha seyahatimizi ayarlarken acenta bize “bahşiş dahil” ve “bahşiş hariç” olmak üzere iki ayrı fiyat seçeneği gönderdiğinde şaşırmıştık. Malum, bizim kültürümüzde bahşiş servisten memnun kalınırsa ödenen bir anlamda “keyfe bağlı” bir ödemedir. Ama Amerikan sisteminde, ve özellikle gemide, öyle değil. Size hizmet edenlere bahşiş ödemek zorundasınız. Çalışanların pozisyonlarına göre belirlenmiş günlük minmum bahşiş oranları hem web sitesinde hem de kamaralarınızda yazıyor. Gemi çalışanlarının da asıl gelir kaynağı. Siz “7 X belirlenmiş günlük minimum bahşişi” sizinle seyahatiniz boyunca ilgilenmiş servis elemanlarına ödemek zorundasınız. Bunu ya baştan (bizim yaptığımız gibi) tur fiyatıyla birlikte ödüyorsunuz ya da son gece odanıza bırakılan bahşiş zarflarına koyarak. Elbette ödeme yapmazsanız sizi gemiden atmazlar, ama o kadar izzet-i ikram ve nezaket karşısında bahşiş vermemek ancak sizin kabalığınız olur ve inanın bana kendinizi gerçekten kötü hissedersiniz sonrasında:)

Dediğim gibi, biz bahşişimizi tur ücretinin içinde ödedik, ki bu da kişi başı 150 USD civarında bir para ediyor. Ayrıca, gemide ekstradan yaptığınız her harcama da %15 tutarında bahşiş içeriyor, bu gizli bahşiş de geminin müşterilerce görünmeyen çalışanlarına gidiyor. Biz servis kalitesini gerçekten beğendiğimiz ve bizle ilgilenen personeli sevdiğimiz için son gece bırakılan bahşiş zarflarına da her biri için bir miktar daha para koyduk.


Sevimli garsonlarımız Marisha ve Edi ile birlikte

Gemide 65 milliyetten 1000 küsür çalışan olduğunu yazmıştım. Öğrendik ki bu personelin 50 kadarı Türkmüş. Zaten “gemide Türk yolcu var” haberi Türk personel arasında jet hızıyla yayıldığından hemen hepsi daha ilk günlerde masamızı ziyaret etti. Hepsi de birbirinden sevimli insanlardı. Kendi adımıza pek mutlu olduk. Öğrendik ki gemiye Türk yolcu çok az biniyormuş. Sebebi bu gemilerin Türkiye çıkışlı olmaması olabilir. O yüzden bize çok ilgi gösterdiler sağolsunlar.


14 Temmuz 2010 Çarşamba

GEMİDE - I

Bu yıl tatilimizin bir kısmını farklı bir şeyi denemeye ayırdık: Gemi seyahati ya da sosyetik tabiriyle “Cruise”. Alev’i [kendisi “gemi seyahati=emekli tatili” denklemine inanmış bir insan(dı)] ikna edemediğim için bugüne kadar denememiştik. Yakın arkadaşlarımız taa kış aylarından bu işe soyununca da haliyle pek ilgilenmedik (ben ilgilendim de, Alev hiç oralı olmadı). Sonra Alev bir gün bana “hazır ol, haziranda biz de o gemiyle gidiyoruz” dedi. Alev’in bu hayret verici hızlı ikna oluşun da sanırım son dönem bir miktar bozuk olan moralimi düzeltme isteği vardı ve işe yaradı tabii.

Arkadaşlarımız zaten aylardır bu organizasyonu yapıyorlardı, biz de dahil olunca dağ tırmanışlarımızdan sonra hayatımızda yapacağımız en fazla “ön hazırlık” gerektiren seyahat türü olacağını anladık. Bunda tabii bineceğimiz geminin “dünyanın en büyük 3. gemisi” olması etkiliydi sanırım. Bineceğimiz gemi Royal Caribbean’a ait. Royal Caribbean dünyanın en büyük cruise gemilerinin sahibi olan meşhur bir Amerikan denizyolu acentası. Ben şahsen Kuşadası’nda büyürken sık sık Kuşadası limanına gelen devasa gemilerini “ah o gemide ben de olsaydım” diye iç çekerek izledim. Şimdi onlardan biriyle seyahat edecek olmak gerçekten heyecan vericiydi.

Gemimizin adı “Navigator of the Seas”. İsim annesi Steffi Graf’mış (evet, meşhur teniççi olan). 14 katlı , devasa bir yapı. İçinde gerçekten yok yok: Ankara’dakilerden daha büyük tiyatro salonu, buz pateni pisti, kütüphane, kumarhane, kaya tırmanışı duvarı, onlarca restoran ve bar, disko, spor salonu, kilise, spa, havuz, hatta adı “5th Avenue” olan bir sokak... Tam anlamıyla orta ölçekte bir şehir. 3000 yolcu kapasiteli ve 1000 küsür de mürettebatı var. Bir kaç yıl önce kardeşim bu gemiyi Kuşadası limanına geldiği bir seferinde gezmiş, anlata anlata bitirememişti.

Gemi 6 Haziran, Pazar günü Roma – Chivitta-Veccia limanından yola çıkacak ve “Genova – Toulon – Barcelona - Palma de Mallorca – Sardinya –Roma” rotasını izleyecek. İlk ve özellikle son gün uzun seyir nedeniyle gemide en uzun geçireceğimiz zamanlar, o yüzden gemi imkânlarından sonuna kadar faydalanmak için de birer fırsat.

Amerikan sistemi hiç bir şeyi şansa bırakmaz, her şeyin bir sistematiği vardır. Aynı mantık gemi seyahati için de geçerli. Royal Caribbean’ın web sitesine girdiğinizde bir gemi seyahatine gidecekseniz neler yapmanız gerektiği neredeyse dünyanın toz bulutu olduğu zamanlardan başlayarak (abarttım, farkındayım) anlatılıyor ve bu durum önce sizi bir miktar ürkütüyor, “tatile mi çalışma kampına mı gidiyorum?” diye düşünmekten alamıyorsunuz kendinizi. Biraz okuyunca, bu bilgilerin büyük çoğunun sistem dahilinde düşünmeye programlı Amerikan insanına hitap ettiğini anlıyorsunuz. Çünkü sitede mesela “gemi seyahatine gitmeden evde yapılacaklar (doğal gazı ve su vanalarını kapadığınızdan emin olunuz, evin yedek anahtarını komşuya bırakmak acil durum anında faydalı olabilir...)”, “kamarada bavulunuzu nereye koymalısınız” türünden bize gayet absürt görünen dünya kadar gereksiz bilgi de mevcut. Diğer yandan, bir kısım bilgi seyahatinize sorunsuz başlayıp devam etmeniz için hakikaten önemli.

Gemiler uluslararası hukukta hangi ülkenin bayrağını taşıyorsa o ülkenin toprağı sayılıyor. Seyir halinde olduğu süre boyunca da bir tür “devlet” olduğunu rahatlıkla varsayabilirsiniz. 1. Kaptan “devlet başkanı”dır ve nikah kıymaktan, gemide huzursuzluk çıkaranı hapse atmaya ve hatta ilk limanda gemiden indirmeye kadar pek çok olağanüstü yetkisi vardır. Uyulması gereken sıkı güvenlik kuralları da vardır haliyle.

Gemi bu kadar büyük olunca neyin nerede olduğunu, yolunu yordamını bilmek, hatta gemiye nasıl bineceğiniz bile önemli hale geliyor. Zira hepsi, önceden bilmemeniz halinde olay mahalinde size ciddi zaman kaybettirebilir. Örneğin; seyahatten önce “online check-in” yapmazsanız, bu en iyi ihtimalle gemiye binişte size 1 saat zaman kaybettirecek demektir. Elbette dünyanın sonu değildir. Diğer taraftan, üşenmeyip online check-in’ini yapıp bu sayede gemiye erken binen yolcular çoktan mayolarını giymiş, havuz başında ilk içkilerini yudumlarken, siz hala binlerce kişiyle birlikte gemiye binmek üzere limanda bekliyor olacaksınız. Tercih meselesidir:) Aynı şekilde; gemi kurallarını, ödediğiniz ücretin karşılığında neler alabileceğinizi, ekstra hizmetlerin neler olduğunu ve tarifelerini, gemiye nelerin getirilebileceği veya getirilemeyeceğini, neyin nerede olduğunu gösteren gemi krokisini, uğranacak limanlarla ilgili bilgileri, bahşiş kurallarını vb. yi bilmek de gayet yararınıza olacaktır. Royal Caribbean bunları bilmemekten doğabilecek olası sorunları web sitesinde “ölümüne” detay bilgi sunarak çözmüş. Size düşen biraz zaman ayırarak, dersinizi iyi çalışmak. Biz de dersimizi iyi çalıştık. Bu dev geminin sefasını maksimum seviyede sürmek ve tüm imkânlarından lâyıkıyla faydalanmak istiyorsanız, seyahat öncesi bu ön çalışma pek faydalı oluyor. Biz faydasını gördük nitekim.

Bu seferki seyahat arkadaşlarımız, ben ve Alev dışında, 6 yetişkin ve 6 yaşında bir çocuk [ama ne çocuk, süper bir sehayat arkadaşı çıktı kendisi:)]. İki arkadaşımız ve sevimli oğulları İstanbul’dan katılıyor, kalanlar Ankara’dan.
Alev herzamanki gibi kamera arkasında olduğu için burada tek eksik o:)

Keyfe düşkün insanlar keyif vaadeden her fırsatı değerlendirme konusunda da bir tür yeteneğe sahip oluyorlar. Veya her ana herhangi bir şekilde keyif unsuru katmak gibi bir dürtüleri oluyor. Ekibimizin “ehl-i keyif” olduğu da şüphesiz. Bu nedenle daha yola çıkmadan bu seyahatin keyif dozajını daha daha nasıl arttırabiliriz diye düşünmeye başladık. Ne de olsa gemi Pazar günü yola çıkacak , oysa bizim daha değerlendirmemiz gereken bir Cuma ve Cumartesimiz de var. Keyif de katsayı artışı şu güzel planla sağlandı: Cuma gecesi saat 20.00 civarında Ankara Garı’ndaki Gar Restoran’da buluşulur, tren vakti gelene kadar yenilir, içilir. 22.30’da yataklı trene binilir, hemen tren restoranına gidilir içkiler eşliğinde sohbetlere devam edilir. Tıngır mıngır sallanarak çekilen güzel bir uykunun sonunda sabah İstanbul’a ulaşılır. Grup burada şimdilik kaydıyla ikiye ayrılır. Başak ve Alev ekibimizin İstanbul ayağı Betül, Alişan ve tatlı oğulları Erim’in evlerine giderken, diğer grup (Suat, Özge, Güçlü ve Murat) Suat’ın İstanbul’daki evine giderler. Bir kaç saatlik dinlenmeden sonra tekrar biraraya gelen ekibimiz önce Beylerbeyi Sarayı’nı gezmeye, akabinde Kanlıca’da yoğurt ve daha ilerleyen saatte de boğazdaki İskele Restoran’a balık yemeye giderler. Roma uçuşunun sabahın kör vakti olması sebebiyle birbirlerinden ve muhabbetten zar zor ayrılarak, evlere uyumak ve sabah havalimanında görüşmek üzere ayrılırlar. Sabah sorunsuz bir uçuşla önce Roma’ya, sonra önceden ayarladığımız özel araçla geminin kalkacağı Chivitta Veccia limanına ulaşırlar. Ve Navigator of the Seas’in limandaki güzel silüetini görünce hepsi tatlı bir heyecana kapılırlar.

Navigator of the Seas limanda yeni yolcularını beklerken

8 Temmuz 2010 Perşembe

ESKİ DOSTLAR HEP DOSTLAR

Lise 2. sınıfın sonuna kadar Ege’nin bir ilçesinde yaşadım. Yaşadığımız yer o zamanlar henüz büyük şehir kategorisine bile girmiyordu (şimdi öyle). Ama biz bunun çok az farkındaydık. Hayat orada o kadar renkli, keyfili ve huzurluydu ki... Ben o zamanlar Türkiye’yi ve farklı kültürleri şimdiki kadar bilmiyordum. Yazları Kuşadası’ndaki evimizde geçirirken farklı şehirlerden (daha çok İstanbul, Ankara, İzmir, Aydın, Denizli, Samsun taraflarından) sitelere gelmiş arkadaşlarımı bilirdim sadece, onların da bizden pek farkı yoktu. Yani o zaman sanıyordum ki Türkiye’de herkes bizim gibi mutlu, mesut, huzurlu ve modern bir çevrede yaşıyor. Sonradan pek öyle olmadığını, Türkiye’de sadece şanslı bir azınlığın yaşadığı yerde huzuru ve refahı elde edebildiğini öğrendim.

O zamanlar bile 35.000 civarında nüfusu olduğu için küçük diyemeyeceğimiz bir yerdi, ama yine de hemen herkes birbirini bilirdi, biz okullarımıza yürüyerek giderdik, öğle aralarında yemek için eve gelirdik hatta. Kızlarla erkeklerin birarada gezmeleri, sosyalleşmeleri sorun yaratmazdı. Şehirde bir şekilde hep bir faaliyet olurdu, kısıtlı imkânlar çerçevesinde olsa bile. Yazları ahalisinin çoğu Didim ve Kuşadası’ndaki yazlıklarına giderdi. O zamanlar Didim ve Kuşadası sadece yazları gidilen yerlerdi, kışları terkedilir, ıssızlaşırlar, orada yaşayanlar da sosyalleşmek için bizim şehrimize gelirdi:) Şimdi ise her biri büyüklük ve imkân bakımından bizim şehrimizi geçti...

İlçenin şehirle aynı adı taşıyan meşhur bir lisesi vardı. Başka liseler de vardı ama en eskisi olduğu için meşhurdu belki. Bir de düz lise olarak üniversiteye çok sayıda öğrenci gönderme konusunda ciddi başarısı vardı. O dönemin şartlarında şehrimizden İzmir’deki okullara yatılı okumaya gönderilen az sayıda öğrenci dışında, gençleri genelde bu okula gönderilirdi bu nedenle.
Ben de anadolu lisesi ve özel okul sınavlarını kazanamayınca bu okula gittim. İlkokuldan canlarım olan tüm arkadaşlarımla birlikte. Hatta aralarından bazıları ilk ay İzmir’de kazandıkları okullardan geri geldiler "sevmedik, yapamadık" diye. Böylece biz bir kısmıyla ilkokuldan başlamış arkadaşlığımızı bu lisede daha uzun yıllar sürdürme imkânına sahip olduk.

“Fenomen” diye tabir edilecek öğretmenlerle doluydu okulumuz. Şimdi bu kadar yıl sonra geriye bakınca, aslında hepsinin meslek aşkıyla dolu oldukları için fenomen hale geldiklerini düşünüyorum. İşini çok seven bu idealist insanlar baş etmesi zor yüzlerce ergeni de bu yüzden sevip sabırlı davranıyorlarmış sanırım. Orada öyle öğretmenlerim oldu ki beni bugün ben yapan bazı değerleri öğrendim kendilerinden. Ufkumuzu açtılar tecrübelerini bizlerle paylaşarak ve yapmaya çalıştıklarımız için bizi destekleyerek. Uzmanı oldukları konularda bize öğrenme ve araştırma zevkini aşıladılar.

Ortaokul ve lisede herkesin sınıfı kendine göre “en çalışkan”, “en eğlenceli” ve “en yaramaz”dır. Bizim sınıfımız da aynen öyleydi tabii:) Fakat bu tespit sanıyorum sadece öğrencilerinin yaptığı bir tespit değildir. O zamanlar derslerimize gelen öğretmenlerimiz hala bize “sizin gibi sınıf görmedik, gelmedi öylesi sonradan” diyorlar. Eğer her öğrencilerine bunu demiyorlarsa, demek hakikaten onlara da farklı gelen bir şey vardı bizim sınıfta:)

Kendi eğlencemizi kendimiz yaratırdık, bir de vizyonumuz o yaşa göre genişti, hep büyük hayaller besliyorduk. En önemli özelliği bunlar olsa gerekti sınıfımızın. Okuldaki ve şehirdeki hiç bir sosyal faaliyetten geri kalmazdık, şartları zorlamayı, bir şeyleri yoktan varetmeyi becerirdik. Şimdi "şöyleydik", "böyleydik" diye lafı daha uzatmayım. Anlatana zevkli, dinleyene feci sıkıcıdır nitekim:)))

Ben lise 2. sınıfın sonunda onlardan ayrıldım, Ankara'ya geldim. 1 yıl sonra zaten herkes üniversite okumak ya da çalışmak üzere dağıldılar. Elbette bir şekilde bir kısmıyla irtibatta olduk hep. Ama aradan geçen yıllarda bu irtibatlar giderek seyreldi. Taa ki Facebook sayesinde herkes eski arkadaşlarına ulaşma imkânına kavuşuncaya kadar:)

Facebook’u bu yüzden seviyorum : Bana başka başka yerlerde olan sevdiğim, bildiğim insanlarla sürekli irtibat halinde olma ve dilediğim an onlara ulaşabilme imkânını sunuyor. Kim nerede, ne yapıyor, hasta mı, sağlıklı mı, doğum günü mü, bir yakınını mı kaybetti vb., hepsini biliyorum. Bu bence hakikaten güzel bir şey. Bizim bu şartlar ve imkânlar altında artık “ya ilkokulda sınıfımızda Ayşe diye çilli bir kız vardı, kimbilir şimdi nerededir?” diye sormamıza gerek yok. Çok merak ediyorsan o Ayşe’yi, bir şekilde mutlaka bulursun artık.

Biz de önce Facebook’ta bulmaya başladık birbirimizi. Her bulunan eski arkadaşda bir sevinme hali, bir neşe. "E sen şimdi nerdesin? Ne yapıyorsun?" soruları... Bu coşkuyu Alev 3 yıl önce yaşamaya başladı: O da Facebook’tan ilkokul arkadaşlarına ulaştı, şansına o zamanlar yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen bu dostlarıyla hala aynı şehirde yaşıyorlardı. O gün bugündür beraberler, bir daha kaybetmezler artık birbirilerini. Benim de arkadaşım oldular zaten:)

Sonra bir arkadaşımız tam 21 yıl sonra sınıfımızı bir araya getirme işine soyundu. İnanılmaz bir efor sarfederek 3 Temmuz 2010 akşamı Kuşadası’nda harika bir yemek organize etti. Ben iki elim kanda olsa kaçırmazdım bunu, koşa koşa gittik nitekim. Gitmeden organizasyonu yapan arkadaşıma sormadım bile "kimler gelecek?" diye. İstedim ki tam sürpriz olsun Gerçekten de oldu: Sınıfımızın neredeyse dörtte üçü gelmişti. 5-6 kişi ise son anda katılamamıştı. Neredeyse tam kadro olacakmışız...

Yaşadığımız mutluluğu siz tahmin edin şimdi... Çocukluk ve ergenlik çağında edinilen arkaşlar bir tür “kardeş” statüsünde oluyor galiba. İlerleyen zamanda ortak hiç bir yanınız kalmamış olabilir, hayat görüşleriniz, inançlarınız farklılaşmış olabilir. Ama farketmiyor, bu arkadaşları otomatik “kabul” ediyorsunuz. Ne yapsalar “eyvallah” diyecekmişsiniz gibi. Oysa daha ileri yaşlarda edindiğiniz arkadaşlıklarda daha bir ihtiyatlı davranıyorsunuz veya davranmak zorunda kalıyorsunuz bazı şartlar gereği, ne yaparsa yapsın "eyvallah" diyeceğiniz daha az arkadaşınız oluyor.

Gitmeden hafiften merak ediyordum "acaba tutukluk olacak mı?" falan diye. Gider gitmez de bu düşüncenin gereksiz bir yetişkin kuruntusu olduğunu anladım. Birbirimizi gördüğümüz ilk andan itibaren 21 yıl önce bırakılan yerden devam ettik. Mekana her yeni gelen olduğunda çığlıklar, bağırışlar havada uçuştu. Gecemiz 8’de başladı, sabaha karşı 4’te ancak ve zar zor bitti. Zor ayrıldık birbirimizden. Dedik ki "Bu işi her sene tekrarlayalım". Ha bir de dedik ki “Arkadaşlık gerçekten de asla bitmiyor”. Bir araya gelme konusunda gösterdiğimiz üstün başarı nedeniyle haber bile olduk:)

Bizim sınıf...