13 Ağustos 2010 Cuma

PROVENCE BÖLGESİNDE İKİ KIYI ŞEHRİ: TOULON VE MARSİLYA



2. gün Fransa’nın Toulon şehrindeyiz. Daha önce ismini hiç duymadığımız bu şehrin geminin uğrak yerlerinden biri olduğunu öğrenince hakkında biraz araştırma yapmıştık. Fransa’nın özellikle mimari ve dekorasyonda başlı başına “stil ikonu” olan bölgesi Provence’ın “Cote d’ Azur” diye bilinen sahil şeridinde bulunan bir şehirmiş. Toulon’dan daha meşhur bir şehir olan Marsilya’nın da buraya 1 saatlik mesafede olduğunu öğrenince “görmemek olmaz” deyip, bir gece önce gemiden Marsilya şehir turu satın aldık.

Günübirlik bu tür turların kapsamları çok çeşitli ve gemiden satın alabiliyorsunuz. En büyük avantajları gemiden indiğiniz yerde sizi alan otobüslerle hedef bölgelere zahmetsiz ulaşmanız ve tabii dönüşte de gemiyi kaçırma riskinizin olmaması. Taksi tutmaya göre avantajlı olup olmayacağını anlamak için de Marsilya’yı turla gezmeye karar verdik.

Marsilya Fransızca’da “Marseille” diye yazılıyor, “Marse(y)” diye okunuyor. Fransa'nın 2. büyük şehri.





Marsilya Sokakları ve Caddeleri


Tur rehberi Anne Mağğğiii ‘den daha otobüse binerken olumsuz elektrik aldım. Neden derseniz elbette hayatımda ilk kez gördüğüm bir insandan hoşlanmamanın haklı gerekçesini üretemem. Ben böyle insanlardan ilk görüşte ya pozitif ya da negatif elektrik alırım ve bunun en başta özel bir sebebi yoktur. Hissiyattır sadece ve, er ya da geç, o his kendisini doğrulayan bir olayın vuku bulmasıyla haklı gerekçeyi de üretmiş olur:) Alev bu konularda benden daha da keskindir. Mantıkla açıklayamayız, ama belki balık burcu olmakla ilgili olabilir, malum sezgileri kuvvetli bir burçtur:)

Otobüs Amerikalı turistlerle dolu, hemen hepsi şişman, gürültülü ve neşeliler. Genel profilleri Amerikan orta sınıfı hissi veriyor. Zaten gemide “first class” seyahat eden yolculara ayrı programlar yapılıyor. Aralarında Musevi olanlar araca biner binmez minik tevratlarını çıkarıp, okumaya başladılar (seyahat boyunca da kafalarını kitaptan kaldırmadılar, Anne Mağğğiii'nin hiç bir dediğiyle de ilgilenmediler). Gemide de restoranda, havuz başında, kafelerde aralıksız Tevrat okuyanlar görmüştük.


Otobüs hareket eder etmez Anne Mağğğiii ağır Fransız aksanıyla İngilizce konuşmaya başladı ve bir daha susmadı. Bir tur rehberinin kesintisiz konuşması iyi bir şey değilmiş, hele ki otobüste... Çok konuşunca artık kaydetmekten vazgeçeceğiniz bir dolu gereksiz ötesi bilgi de verilmeye başlanıyor çünkü. Tur otobüsleri genelde eski olduğu için rehberin mikrofondan yükselen sesine eşlik eden motor gürültüsü de cabası... Anne Mağğğiii’deki aksan da kısa süre sonra olaydan kopmamıza sebep oldu. Belli bir süre heyecanla not aldım dediklerini ama sonra “vonk vonk” çınlayan sesi [Fransız aksanıyla İngilizce böyle hissetiriyor bana:)] diğer yolcular gibi bana da ninni gibi geldi, tatlı bir uykuya daldım. Gözümü açtığımda Marsilya’ya girmiştik. Anne Mağğğiii yine yoğun şekilde konuşuyordu.


Şehirle ilgili olduğu için bu sefer dediklerini dinledim. Marsilya’nın ne demokrat, nasıl ayrımcılık yapmayan , ne özel, ama ne tembel , ne pis yine de ne deli dolu bir şehir olduğunu örneklerle anlatıyordu. Bu arada Marsilya hala Avrupa’nın en tehlikeli şehirlerinden biriymiş. Anne Mağğğiii Marsilya’nın insancıllığını “farklı milletten gelenlerin hapsedildiği banliyö semtleri burada yoktur, herkes iç içe yaşar” diyerek vurgulamıştı , fakat bu durum da şehri suç mekanı yapmaktan kurtaramamış. Bu arada bir kaç binlik Marsilya tarihini de araya sıkıştırmayı becerdi. Bir yerde hiç gerekli olmayan siyasi bir açıklama da yaptı ; dedi ki “Şehrimiz o kadar dost canlısıdır ki Türklerin soykırımından kaçmış 80.000 Ermeniyi de bağrına basmıştır”. Olayın doğrudur, değildir kısmına girmiyorum (burası yeri değil) , fakat Anne Mağğğiii savaş ve vahşetle geçmiş, herkesin herkesi keyfi boğazladığı , kestiği Marsilya tarihini anlatırken nedense tüm bunlar gayet doğal ve insaniymiş gibi sunmuş, herhangi bir olumsuz sıfat kullanmamıştı. Konuşmasının sadece bu kısmında politik bir söyleme girmesi bizleri rahatsız etti. Sonuçta bu bir turistik gezi ve ben bir turist olarak tatilde polemik yaratma ve keyif kaçırma potansiyeli olan, her zaman başkalarına söz hakkı doğurabilecek ve aksi de herzaman doğru olabilen herhangi bir siyasi söylemin durduk yere gündeme getirilmesinden veya dayatılmasından hoşlanmıyorum. O anda ekipçek Anne Mağğğiii’den neden elektrik almadığımızı anlamış olduk:) Tabii Anne Mağğğii suçludur diyemeyiz, şayet kendisi Ermeni kökenli değildiyse (bu halde önyargıyla davranması kaçınılmaz ne de olsa), bu konudaki bilgisini öncelikle devletin sunduğu eğitimden almıştır. Nasıl öğrendiyse öyle inanır haliyle... Ama bir tur rehberi olarak görevi siyasi propoganda malzemesi olarak yorumlanacak açıklamalar yapmak olmasa gerek.

Marsilya çok büyük bir şehir, gezilecek, görülecek, yaşanacak yeri çok. Bizim bu “la pöti” turun bunların çoğuna yetmeyeceği bariz. Şehir İtalya’ya genelinde benzeyen ama Provence bölgesinin markası olmuş, kendine has detaylarla farklılaşan mimarisi ile yapılmış taş binalardan oluşuyor. İtalya’dan en önemli farkı binaların daha bakımsız olmaları.

Anne Mağğğiii' nin verdiği bilgiye göre Marsilya daha yeni Avrupa Birliği’nden yüklü bir fon kazanmış. Bu para ile Marsilya’ya görsel ve ticari anlamda yeniden hayat verilecekmiş. Çok büyük bir restorasyon ve renovasyon çalışması başlayacakmış. Proje bittiğinde şehrin gerçekten daha daha hoş görüneceğine eminiz, çünkü mihrabı zaten yerinde:)

1. ve 2. Dünya Savaşı'nda ölen Fransız askerlerin gömüldüğü mezarlık


2. Dünya Savaşı sonrası başgösteren konut sorununa çözüm olarak ilk kez yapılan ve bahçeli evlerde yada 2-3 katlı apartmanlarda yaşamaya alışkın Marsilya'lıların hiç bir zaman sevmedikleri toplu konut. O kadar sevmemişler ki binaya, mimarına gönderme yaparak, "Deli Adamın Evi" adını takmışlar:)


Herkesin kullanımına açık, jetonla çalışan bisikletler

Çok büyük olmasına rağmen aynı İzmir’deki gibi, şehre genel bir sayfiye havası hakim. Anne Mağğğiii Marsilyalıların ne kadar tembel olduklarını sık sık vurgulamaktan keyif alıyor. Kendince hem özeleştiri hem de şirinlik yapıyor. Ama biz kararlıyız, peşin hükmü verdik hakkında, dediği hiç bir şey komik gelmiyor bize:)

İlk durağımız Marsilya’ya tepeden bakan, epey yüksek bir noktadaki "Notre Dame de la Garde (Koruyucu Meryem Kilisesi)". En önemli özelliği tavanlarından sarkan, ucuca eklenmiş, tahtadan yapılmış, renk renk boyanmış yüzlerce gemi maketi. Çünkü özellikle denizcilerin kutsallığına çok inandığı bir kilise burası. Yüzyıllar boyunca denizciler büyük fırtınaları sağ salim atlatıp kıyaya ulaşabildiklerinde ilk iş "teşekkür" hediyesi olarak bunları getirmişler Meryem’e. Ayrıca kilisenin iç ve dış duvarları da üzerlerine Latince ya da Fransızca yazılmış şükran ifadeleriyle dolu binlerce mermer plaka ile dolu. Kuşadası’ndaki Meryem Ana evini hatırlıyorum: Orada da Meryem Ana’nın evine gelip ondan bir şey dileyenler, daha sonra dilekleri gerçek olduğunda tekrar gelir bir eşyalarını bırakır ve teşekkür ederler. Hediye getirmeyen ise yeni bir mum yakarak teşekkürünü sunar. Bu teşekkür ziyareti, inanca göre mutlaka yapılmalıdır. Sanırım buradaki durum da bu.


Dileği gerçekleşenlerin yaptırdığı "teşekkür tabletleri"


Kilise tavanından sarkan gemiler

Zaman kısıtlı , burada ve sonraki diğer duraklarda da hep 20 veya 30 dakika geçiriyoruz. Otobüsle günübirlik tur yapmanın hiç de zevkli bir şey olmadığını anlıyoruz. Bir gözün gördü, bir gözün görmedi oluyor. Hiç bir yeri sindiremiyorsun. “Gördün mü gördün” oluyor, ama asla şehrin özüne nüfuz edemiyor, bir günlük de olsa şehri yaşayamıyorsun.

Şehri kuşbakışı gören bu yüksek kiliseden Marsilya’nın en ünlü yapısı olan kıyıya yakın bir adacık üzerinde bulunan “Chateau d’If (“If Kalesi”)” görünüyor. Ünlü olmasının sebebi Alexander Dumas’ın meşhur eseri “Monte Kristo Kontu” nun kahramanının burada hapis yatmış olması. Anne Mağğğiii hapishanede Monte Kristo kontunun yattığı hücrenin de turistlere gösterildiğini söyledi. Monte Kristo Kontu’nun hayali bir kahraman olması sebebiyle bu bilgi hayli ilginç tabii:)



Kont Monte Cristo'nun uzun yıllar hapis yattığı If Şatosu

"Le Vieux Port (Eski Liman)" ve etrafına konumlanmış cıvıl cıvıl şehir merkezinde bir süre gezinme imkânımız oluyor. Limanda balıkçılar yeni tuttukları deniz ürünlerini tezgahlarda satıyorlar. Burada çok büyük bir yat limanı da var. Ortam mis gibi iyot kokuyor. Provence bölgesinin meşhur ürünü olan sabunlardan almak için Özge ve ben bir dükkana girdik, ancak pahalı geldiler bize. Artık bizde de alâsı olan bu sabunlardan, o da hatıra niyetine, ancak ikişer tane alabildik.


Provence Sabunları



Provence gölgesi lavanta tarlalarıyla da ünlü. Her yerde lavanta satılıyor

Gezinin son durağı "Palais Longchamp (Longchamp Sarayı)". 19. yüzyılda şehre su getiren yeni kanalların üstünde, biraz da kutlama amaçlı yapılmış saray ve suyun bereketini vurgulayan kademeli şelaleli havuzlardan oluşuyor. Burada da çok kısa bir fotoğraf molası verildi ve gemiye dönüş için yola çıkıldı.



Long Champ Sarayı


Benim bu turdan en çok aklımda kalan Anne Mağğğii’nin “geldik, inin” dedikten çok kısa bir süre sonra “gitmemiz lazım, binin” demeleri oldu:) Anne Mağğğiii turun sonunda kendince sevimli bir espri yaptığını düşünerek Amerikalılardan Fransız aksanlı İngilizcesi için özür diledi. Sanki herkes Amerikan ya da İngiliz aksanıyla ingilizce konuşmak zorundaymış gibi... Kendisi dışında esprisine pek gülen olmadı:)


Hem yorulduğumuz hem de sıcaklık arttığı için, grubun bir kısmı “bu kadar Fransa yeter” diyerek gemiye dönmeye karar verdi. Ama Toulon’a gelip de görmeden ayrılmaya Özge ve benim içimiz elvermedi.


Gemide hızlıca bir öğle yemeği yedikten sonra şehir merkezine gitmek üzere Özge ve ben gemiden tekrar ayrıldık.

Toulon Fransız donanmasının bulunduğu şehir aynı zamanda. Limanı haliyle çok büyük ve şehrin epey dışında. Tabii ki Fransız donanmasına ait gemiler ve tesislerle dolu. Şehre limandan gitmeniz için karayolunu tercih edecek ya da feribota bineceksiniz. Gemiden feribota ulaşmak için de taşlı topraklı bir yoldan 15 dk. kadar yürümeniz gerekiyor. Bu taşlı topraklı yol aslında tam bizim ülkemizde göreceğimiz türden bir şey, ama burunlarından kıl aldırmayan Fransızlar da demek aynı bizim gibi “adam sendeci” olabiliyormuş.

Feribotla gemimizden uzaklaşırken


Hava bugün epey sıcak, feribotla efil efil seyahat etmek hoşumuza gidiyor. Burnumuza mis gibi Akdeniz kokusu geliyor. Toulon karşıdan İzmir’miş gibi görünüyor. Sahilin tamamı yüksek apartmanlanlarla kaplı. Altlarındaki dükkkanların da hemen tamamı cafe, bar, restoran ve hediyelik eşya satan dükkanlar.


Vaktimiz kısıtlı, o yüzden feribottan iner inmez arka sokaklara dalıyoruz. Siesta başlamış, öğleden sonra sıcağında yanan sokaklarda az insan var, uyanık olanlar da zaten kafelerde. Ara sokaklar bana özellikle çocukluğumun İzmir’ini hatırlatıyor. Arkalardaki sokaklar hep korunmuş, eski bile olsalar, belli miktar bir estetik kaygısı sözkonusu. Çoğu pencereden sardunyalar sarkıyor mesela. Ama merkez caddeler aynı bizdeki gibi yüksek, sıradan apartmanlarla kaplı. Özge ile gezebildiğimiz kadar gezip, sonra feribota bineceğimiz yere yakın bir cafeye oturuyoruz.

Toulon Sokakları

Fransızların nemrutluğu servis sektöründe de sözkonusu. Yani görevi hizmet etmek olan bir garsonun müşteriye “burada ne işiniz var?” der gibi bakması ve bizim tüm işaretlerimizi görmezden gelmesinin başka açıklaması yok. Hani yani kadın (aslında erkek demeliyim, giyimi, tipi, davranışı tamamen erkek gibiydi) neredeyse bize “siz bana hizmet edin” diyecek:) “Tipi değilmişiz demek” diye esprileşirken, yardım çağrımızı alan başka bir genç garson nihayet masamıza geliyor. Her ülkede yapmayı adet haline getirdiğimiz üzere, “bize lokal biranızdan getirin” diyoruz. Toulon’da son dakikalarımızı bira içerek ve deniz kokusunu içimize çekerek geçiriyoruz.


9 Ağustos 2010 Pazartesi

CENEVİZLİLERİN YURDU: CENOVA

Gemimizin uğrayacağı ilk liman şehri Cenova’ya kapalı ve puslu bir sabah ulaştık. Cenova İtalya’nın ve Avrupa’nın en önemli liman şehirlerinden biri. Ayrıca, toplamı 900.000’i bulan nüfusuyla Avrupa’nın en büyük şehirlerindenmiş. Tarih boyunca da önemli bir şehir olmuş. Tarih sahnelerinde adına sık rastladığımız eski şehir devleti Ceneviz’in de başkentiymiş. Bu şehirden çıkan en önemli şahsiyet Crishtoph Colomb. Büyük kaşif Cenova’da dünyaya gelmiş.

Cenova'da sokaklar hep bir meydanla birleşiyor


Dağlık bir bölge olduğu için de şehirde yamaca kurulmuş, karşıdan bakınca bol miktarda apartman görüyorsunuz, ancak apartmanların renkleri ve mimarisi tarihi dokuya uydurulmuş, görsel olarak rahatsız etmiyor.

Cenova'da bir cadde

Sabah erkenden gittiğimiz Portofino ve Santa Margherita’dan sonra, saat 13.30 civarı Cenova’ya geri dönüyoruz. Cenova’ya gelince Gian Luigi’ye görmemizi tavsiye edeceği mekanları sorduk. Gian Luigi “meşhur mekanların hepsini zaten şehir merkezinde görürsünüz, kabul ederseniz ben size çok hoş, çok eski bir mahalleyi göstereyim, zaten yolumuzun üstünde” diyerek, bizi kıyıda yüzyıllardır şehrin bohemlerinin yaşadığı eski görünümlü bir mahalleye götürdü. Mahalle'nin adı "Bocca d'Asse", deniz kıyısında, sadece kendine ait gibi görünen minicik bir sahili var. Sıkış tepiş, üst üste yığılmış gibi görünen renk renk evlerden oluşuyor. Görüntü çok hoş, zaten mahallenin manzarasını görünce, bu silüeti kartpostal ve tablolardan hatırlıyoruz. Gian Luigi “evlerin eski görünümlerine aldanmayın, Genova’nın en pahalı semti burası” dedi. Bizdeki Cihangir’in dengi olsa gerek burası. Gian Luigi’yi bir kez daha takdir ediyoruz, yaşam sevincinin yanısıra bu kez estetik zevki için:)

Bocca d'Asse

Cenova’ya gidince ilk yapılması gerekenlerden biri “pesto soslu" makarna yemek. Çünkü pesto sosunun memleketi burası. Biz de Gian Luigi’den güzel pesto soslu makarna yiyebileceğimiz bir restoran tavsiye etmesini istedik. O da genelde Cenovalıların tercih ettiği, fazla turistik olmayan bir mekanı önerebileceğini söyledi. Cenova’yı aç karınla gezmek istemedik, o yüzden gelir gelmez ilk iş Gian Luigi’nin tavsiye ettiği mekana gitmek oldu. Gian Luigi, hiç bir mecburiyeti olmadığı halde , “bu saatlerde kalabalık olur, derdinizi anlatamayabilirsiniz” diyerek bizim için restorana gidip, adımıza rezervasyon bile yaptırdı. Gerçekten “insan” olanlardandı kendisi. Gezimize ekstra renk kattı, sağolsun.

Cenova’da eski taş binaların önlerindeki kaldırımlar hep taş kemerlerle kapatılmış. Bu yağmurdan ve ısıdan korunmak için eski Romalıların sık kullandığı bir mimari çözüm. Restoranın olduğu sokak da baştan sona kemerle kaplıydı. Gayet sıradan görünümlü ama içi tıklım tıklım dolu olan restoranda kısa bir süre rezervasyon saatimizin gelmesini bekledik. Sonra da gerçekten lezzetli pesto soslu makarnaları yiyip, lokal bir Cenova şarabı içtik. Makarnanın memleketi İtalya, çoğu restoranda makarnalar taze yapılıyor, ayrıca bizim hiç görmediğimiz farklı şekillerde de kesiliyor. Mesela, benim o gün seçtiğim makarnalar karşıdan iri birer kurtçuğa benziyordu:)

Kurtlu, pesto soslu makarna:)

İtalyanlar acaip keyif insanları, para uğruna bile olsa keyiflerinden, günlük yaşam rutinlerinden taviz vermiyorlar. O yüzden mesela restoranların çoğunda öğlen saat 14.00’de servis kapanıyor. Kapıda müşteri kuyruğu bile olsa tenezzül etmiyorlar. Gian Luigi sayesinde biz de servis kapanmadan sipariş vermeyi becerdik.

Biz yemek yerken dışarıda yağmur başlamış, kemerler sayesinde bunu pek hissetmedik. Yemekten sonra grubumuz gemide buluşmak üzere dağıldı. Herkes zevkine uygun yerleri görüp, zevkine uygun şeyleri yapmak niyetindeydi. Grup olarak seyahate gidiyorsanız, en güzel şekil budur bana kalırsa. “Grup geldik, grup gezeceğiz, ve hatta grup öleceğiz” felsefesi bu tip tatillerin zaman zaman gerilime dönüşmesine sebep olabilir. Tatil kıymetli bir zaman dilimidir, o yüzden grup halinde bile olunsa herkes bir diğerinin tercih ve zevkine saygı duymalı. Sen müze gezmeyi seviyorsun diye herkese “bugün ille de bu müzeye gitmeliyiz” diye dayatamazsın. Konsensus zorlama olmadan oluşuyorsa süper, ama bireysel tercihe de saygı gösterilmeli. Kimi müze gezmek ister, kimi restoran ve kafelerde oturup lokal tatları denemeyi, bir başkası dağ tepe gezinmeyi... O yüzden grubun birbirini serbest bırakması güzel. Çok seyahat edilince zaten iş kendi doğasında bu kıvama geliyor. Yok gelmiyorsa, o zaman sizin kıvamızına uygun arkadaşlarınızla seyahat programı yapıyorsunuz.

Betül muhteşem ve %100 sağlıklı tatların yaratıcısı bir pasta ustası. Yemek yapmak hobisiyken, ciddi bir emek vererek bu hobisini işe dönüştürmüş. O yüzden Yılmaz ailesi pastacılık ve mutfak konusunda aşmış bir ülke olan İtalya’nın bu kısmıyla da oldukça ilgililer, Cenova gezilerini de ağırlıkla bu odağa göre yaptılar. Suat ve Murat tarihi binaları ve müzeleri seviyor, onlar da Cenova’nın ultra tarihi mekanlarını keşfetmek üzere şehrin sokaklarına daldılar.

Ben, Alev, Özge ve Güçlü ise Cristoph Colomb’un doğduğu eve gittik. Kemerler bitince yağmurun şiddetini arttırdığını farkettik. Aslında Cenova’da tahmin edilebileceği gibi görülecek çok fazla mekan, tarihi eser var. Fakat gemi seyahati böyle eni konu şehir gezmelerine izin vermiyor. O yüzden Cristoph Colomb’un evinden sonra kendimizi şehir sokaklarına vurduk. Zaten her bir sokak başlı başına sanat eseri hissi verdiğinden görülmeyi hakediyordu. Sokaklar içinde gezinirken zamanın nasıl akıp gittiğini anlamadık, o yüzden gitmeye niyetlendiğimiz ünlü amiral Andrea Doria’ nın evini ancak dışarıdan görebildik.
Christoph Colombûn doğduğu ev

Cenova limanı gemiye yürüyerek ulaşma imkânı veriyor, gerçi bu yürüyüş epey uzun sürüyor ama yürümek bizim için sorun olmadığından, kıyıdan yürüyerek gemiye dönmeye karar veriyoruz. Kıyıda bizden ayrılmış olan Yılmaz Ailesi ile karşılaştık. Bu arada limanda demirlenmiş, bire bir ölçülerde yapılmış, orta çağa ait dev bir korsan kadırgası görüyoruz. Bu kadırga Roman Polanski’nin 1986 yılı yapımı “Korsanlar” filmi için özel olarak, birebir ölçüde yaptırılmış, şuanda da müze olarak ziyarete açık. Küçük Seyyah Erim tabii bu fırsatı kaçırmayıp, babasıyla bu gemiyi geziyor.

Korsan gemisi hakikaten etkileyiciydi

Saat 18.00’de hepimiz gemideyiz. Bu dakikliğimizden ve ilk limandan gemiye dönüşte sorun yaşamayışımızdan pek memnun oluyoruz:)

3 Ağustos 2010 Salı

İTALYA'NIN NOSTALJİK SAYFİYELERİ: PORTOFINO VE SANTA MARGHERITA

Geminin ilk durağı olan Cenova bir sonraki yazının konusu olacak, o yüzden Cenova’dan önce görmeyi planladığımız Portofino ve Santa Margherita’dan başlıyorum.

Portofino ve Santa Margherita Cenova’ya karayolu ile yaklaşık 1 saatlik mesafede. Gemiden iner inmez ilk iş limanda bekleyen taksicilerle sıkı bir pazarlığa girmek oldu. İngilizcesi iyi olan bir tanesi arkadaşıyla birlikte, bizi kişi başı 40 €’ya götürüp getirebileceğini söyledi. İki taksi kiraladık. Daha sonra gemide satılan ve kesinlikle taksi seyahatinden daha az koforlu olduğunu sonradan tecrübe ettiğimiz turların en düşük fiyatlısının bile 50€’dan başladığını görünce, limanda taksi kiralamanın özellikle bir aracı dolduracak sayıda insan varsa, en ekonomik ve pratik çözüm olduğuna hükmettik. Bir de şöförünüz İngilizce biliyorsa, resmen kişiye özel tur organize etmiş oluyorsunuz... Bizim şöförümüz Gian Luigi de, şans eseri, olabilecek en sevimli tur rehberi çıktı. 60 yaşında olduğunu duyunca inanamadığımız Gian Luigi enerji fışkıran gözleri, gülen yüzü, kulağında küpesi ve hoş sohbeti ile mini turumuzu daha keyifli hale getirdi.


Soldan ikinci bizim Gian Luigi:)

İ
talya’nın ağırlıkla düz, ovalık bir memleket olduğunu duymuştum. Ama belli ki Cenova sağlam bir istisna: Etrafı tamamen yüksek dağlarla çevrili , şehir de yamaca kurulmuş. Karayolu seyahatimizin en etkileyici kısmı seyahat ettiğimiz yolun büyük kısmının birbirine paralel dağların içlerine açılmış tünellerden geçmesiydi. “Bunda ne var?” diyebilirsiniz, ancak Karadeniz Sahil Yolunu görenleriniz varsa ne demek istediğimi daha kolay anlayacak: Karadeniz’de de şehirlerin çoğu Cenova’daki gibi deniz kıyısında, tabiatları Cenova gibi muhteşem, orada da aynı buradaki dik ve yüksek dağlar ve tamamen “kıyı şehri” olmalarından kaynaklı kendilerine has bir kültürleri var. Bizim yöneticilerimiz kıyıdaki şehirleri birbirine bağlamak için gerekli olan sözde konforlu yolu, tabiatı ve bölge halkının yaşam alışkanlıklarını bozmamak adına pekala dağlardan ve bunlara açılacak tünellerden geçirebilecekken, orta vadede sadece tabiatı değil, bir kültürü de yok etmek anlamına gelen o berbat görünümlü sahil yolunu yapmayı tercih etti.

İtalya’da ise bu kolaycılığa ve “adam sendeciliğe” izin yok belliki. Elbette İtalyanlar da bilirdi Karadeniz’e göre daha uysal olan Akdeniz’in kıyılarını doldurarak sahilden otoyol geçirmeyi. Ancak onlar coğrafi miraslarına sahip çıkıyorlar, bu nedenle de kıyı şeridindeki şehirleri birbirine bağlamak için üst üste onlarca tünel açılmasını gerektirmiş olsa da dağ yollarını tercih etmişler. Mühendis tanıdıklarım bu şekilde tünel açmanın maliyetinin kesinlikle Karadeniz gibi azgın bir denizin doldurulmasından daha maliyetli olmadığını söylüyorlar. Üstelik Karadeniz’in azgın dalgalarının ciddi tahribat yarattığı bu yollar her sene yüklü bakım onarım masrafı yaratmaya devam ediyor. Yani bu durum “anlayış farkından” kaynaklanıyor. Bizim yöneticilerimiz her daim günü kurtarıyor,yüzyıllar geçiyor, bakış açıları değişmiyor. O yüzden sanırım en geç 50 yıl içinde elimizde bir tabiat varlığı da kalmayacak. Neyse, konuyu dağıtmayalım.

Kıyı şeridindeki şehirler yanyana, hangisi bitip hangisi başlıyor, bunu ancak tabelalardan anlayabiliyorsunuz: Su topu takımıyla ünlü Recco şehrinin bittiği yerde Rapallo, onun bittiği yerde Santa Margherita, onun bittiği yerde de Portofino başlıyor.

Portofino da bir başka çocukluk hayali. Cenova’ya yakın olduğunu öğrenince, daha gitmeden kararı verilmişti “buraya gidilecek” diye. Meşhur şarkı “I found my love in Portofino” yüzünden tabii ki:) Çocukken, henüz televizyon tek kanalken ve sadece belli saatlerde yayın yaparken, gün içinde hep radyo dinlenirdi. TRT’nin üç kanalından başka dinleyecek radyo kanalı da yoktu zaten. İşte o yıllarda radyoda en sık çalınan parçalardan biriydi “I found my love in Portofino”. Ki o yıllarda bile gayet eski, nostaljik bir sarkıydı. Şarkıya eşlik eden dalga sesi çocuk ruhuma bile keyif verirdi. Hala da aynı etkiyi yaratıyor dinlediğimde... Portofino, isminden tahmin edilebileceği gibi “Fine Port - Hoş/Güzel Liman” demek. Bu ismi fazlasıyla hakettiğini kasabayı gördüğünüz an anlıyorsunuz zaten.

Portofino her daim İtalya’nın en sosyetik , en rağbet gören ve en pahalı tatil beldesi olmuş. Özellikle 50’li yıllarda Hollywood ünlülerinin tatil mekanıymış. Kasaba sıkı koruma altında. Ortaçağ’daki görünümü neredeyse aynen muhafaza ediyor, inşaat yasağı var, mevcut binalar da estatği muhafaza etmek adına sürekli renove ediliyor. Hal bu olunca konut ve konaklama fiyatları inanılmaz derecede yüksekmiş. Bizim ilgi duyacağımız türden bol miktarda gereksiz bilgiye sahip olan Gian Luigi paramız olsa bile buradan yine de minicik bir daire olsun alamayacağımızı söyledi mesela. O yüzden burada bir emlak piyasası, gayrimenkul rayici falan yok:) Çünkü konut satılmıyormuş bile, birilerini zorla satmaya ikna etmenin maliyeti ise uçsuz bucaksız. Dolayısıyla bizim gibi turistler buraya ancak günü birlik gelebiliyor. Geceliği 10.000 € olan ve dünya jetsetinin tercih ettiği çok şık bir oteli de gösterdi bilmiş Gian Luigi. Sayesinde Silvio Berlusconi’nin yarım ada üzerine konumlanmış muhteşem malikanesini ve Bill Gates’in dev yatını da gördük. Berlusconi hakkında yerel dedikoduları da öğrendik. Alem adamdı Gian Luigi:)
Silvio Berlusconi'nin fakirhanesi

Bill Gates'in mütevazi gemiciği:))

Kasaba limanın etrafındaki binalar, onların arkasındaki ve dağın yamacından tepesine doğru uzanan bir kaç sıra sokaktan oluşuyor. O derece küçük ama her bir bina ve mekan o kadar özenli ve süslü ki sanki bak bak gez gez bitmeyecekmiş gibi büyüklük algısı yarattı bende.

Farklı manzaralardan limanı seyretmek için tepeye tırmandık. Burada eski bir şato benzeri bina var, içi müzeymiş. Diğer arkadaşlarımız bu müzeye girdiler, Alev’le ben dolanmayı tercih ettik. Müze de 50li yılların Hollywood ünlülerinin Porto Fino’da çekilmiş fotoğraflarından oluşan çok güzel bir sergi varmış.

Tepedeki eski şato

Hem Portofino'da hem de Santa Margherita'da dikkatimizi çeken bina dış cephe boyalarının uzaktan bakıdığında derinlik hissi de vermesi için gölgeli boyanmış olmasıydı. Ressam titzliğinda çalışan boyacılar gördük tadilat olan binalarda.

Bu kasabada ruhunuz zaten dinleniyor ama esas etkileyici olan kasabanın sunduğu görsel şölen. O yüzden sözü burada fotolara bırakıyorum:




He found her love in Portofino:)

Santa Margherita Porto Fino ile yanyana onunla enzer özelliklere sahip bir kasaba. Portofino'dan çok daha büyük, güzel bir yat limanı var. Kalan vaktimizi bu şehrin ara sokaklarında keyifle gezinerek değerlendiriyoruz. Günlük hayatın aktığı, içinde insanların yaşadığı bu mekanlar ve sokaklar adeta birer açık hava müzesi gibi. Zaten sonradan göreceğimiz tüm Akdeniz şehirlerinde de aynı ortam hakimdi.Manavların, kasapların, marketlerin, hele hele pastanelerin sunumları inanılmaz. Bizdeki “butik otel” konsepti, İtalya’da “butik şehir” ve hatta “butik ülke” ye dönüşmüş durumda. Nasıl bir düzen, nasıl bir estetik, nasıl özen...

Santa Margherita sokakları



Meydandaki Christoph Colomb heykeli

Santa Margherita sokaklarında mutlu bir turist:)

Bakın söylüyorum, hani “Türklerle İtalyanlar birbirine çok benziyor aslında” deriz arada sırada gaza gelip. Yok böyle bir şey kardeşim, o eserleri , o şehirleri yaratan, o tabiatı, o tarihi, o kültürü gözü gibi koruyan, elindeki mirasa daha ne katsam diye düşünen, yarattığı katma değer hiç bir ölçü birimiyle ölçülemeyecek bu insanlarla bizim hiç ama hiç bir benzerliğimiz olamaz. Kendinizi kandırmayın, kandırmayalım. Vatan sevmek nasıl oluyor, gidin İtalya’da “görün”. Kıyafetleri Milano’dan almakla, İtalyan şarabı içmekle, Alfa Romeo’ya binmekle ve biraz da Akdeniz tipi fiziğiniz olduğu için kendinizi İtalyanlarla aynı kefeye koymayın sakın:))