20 Eylül 2010 Pazartesi

CAGLIARI VE SARDUNYA ADASI


Denizden şehir merkezinin görüntüsü

5. gün Sardunya Adası’nın başkenti Cagliari’deyiz. Buraya “ne olursa olsun, artık denize gireceğiz” motivasyonuyla ulaştık. Bu seyahatte arsız bir yağmur bulutunu nereye gidersek oraya taşıdık. Bu mevsimde bulut yüzü bile görmeyen sıcak Akdeniz kentleri sık sık yağmurla ıslandı, onlar kadar biz de şaşkına döndük. Evet, hava sıcaktı sıcak olmasına, ama sık sık yağmur bulutlarıyla gölgelendi. İtalya ve Barselona ‘da kısmen yağmur mağduru olduk. Artık Sardunya’dan beklentimiz çok büyük: Yakıcı Akdeniz güneşiyle kavrulmak, sudan çıkmamak niyetindeyiz.

Şaka gibi ama Cagliari’ye de puslu bir havada ulaştık. Sardunya Adası İtalya’ya ait ve Akdeniz’in, Sicilya’dan sonra, 2. büyük adası. Kısmi özerkliği var. Nüfusu 1.700.000 civarında, yani epey kalabalık.

Palma kadar olmasa da, yine de betonu yoğun bir şehir manzarası karşılıyor bizi. Fakat öğrendik: Sadece bir kısım böyle, arka sokaklarda herşeyin orjinal halinde korunduğu eski şehir merkezi olduğunu artık biliyoruz.

Sardunya’da başlı başına bir keşif adası olabilir. Büyük bir ada olduğu için, asıl keyfinin en az birkaç gün kalınarak çıkarılacağı çok belli. Fakat biz de gemi seyahatinin şartlarını çoktan kabullenik. Elimizdeki zamanı en keyifli şekilde geçirecek programları yapmayı da öğrendik zaten.

Bu sefer hedef doğrudan deniz kıyısı. Fakat hangi plaja gideceğimiz konusunda kafamız karışık. Sardunya’nın denizi, koyları ve plajları meşhur çünkü. İnternette gördüğümüz fotolardan denizinin muhteşem Kaş denizine benzediği sonucunu çıkarmıştık. Zaman sınırı bizi Cagliari’ye en yakın plaj olan Poetto’yu seçmeye zorladı, ama daha güzel koyların olduğunu bildiğimiz için içimiz de sızladı. Poetto adanın en uzun plajıymış. Bu arada hava iyice kapandı, biz yine de umutla bulutların dağılmasını bekliyoruz.

Şanslıyız ki limanda Poetto Plajı’na gidecek gemi yolcularını taşıyan bir midibüs var. Tam Türk usulü: Plaj’deki özel tesislerden birinin aracı bu. Kişi başı 10€’ya bizi getirip götürecek, onların tesislerinden denize gireceğiz, ayrıca tesislerinde duş-tuvalet kullanma, birer tane de hoşgeldin içkisi içme hakkımız olacak. Peki deyip, doluştuk araca. Cagliari civarı Türk sayfiyelerini andıran bir havaya sahip. Sıcak, kalabalık, herşey dağınık ve biraz eski hissi veriyor. İtalya anakarasındaki ultra estetik kaygılar güneye indikçe gevşemiş gibi:)

Fazla bir numarası olmayan Poetto Plajı

Plaja geldiğimiz de hava hala puslu, kapalı. Ama plaj kalabalık. Hafiften İztuzu plajını andırıyor. Aslında şanssız bir günde geldik. Havanın grisi denizin rengini de etkilemiş, turkuaz mavi yerine açık gri tonda bir denizle karşılaştık. Fakat, artık ne olursa olsun yüzeceğiz. Erkekler hemen denize attılar kendilerini. Biz kadınlar biraz nazlandık, sonra ben de attım kendimi dalgalara. Deniz kumluk ve hemen derinleşmiyor. Alev kışın Almanya’dan aldığı balık gözü Lomo marka fotoğraf makinesini denemek için bu anı bekliyordu zaten:) Makinanın “housing”i var, yani suda kullanılabiliyor. Çılgın pozlar veriyoruz suda. Lomo süper bir makina, farklı farklı bir yığın çeşidi var, bildiğiniz eski usul fotoğraf makinesi aslında. Bu makinaları özel yapan "tasarımları”. Her makina tipinde ayrı bir enteresan tasarım var ve rengarenkler. Dışarıdan bakınca uyduruk bir oyuncak makina hissi veriyor. Olayı da bu zaten. Görüntüleri biraz sakil, garip ve komik. Amacı hem eğlendirmek hem de 70’lerin nostaljik havasını fotoğraflarınızda yeniden yaşatmak... Fiyatları 50 €’dan başlıyor, yani pahalı da değil.

Lomo'nun eğlendirdiği kesin:)

Erkekler Türk plajlarının “olmazsa olmaz”larından deve güreşi, adam boğmaca gibi sevilen deniz oyunlarını burada da birbir sergilediler. Bizden başka deve güreşi oynayan yoktu, İtalya’yı deve güreşi ile tanıştırdığımız için gururlandık:)


Asker arkadaşı pozu vermek, deve güreşi, adam boğmaca... Genetik kodlara işli sanırım, ille de yapılıyor bunlar:)

Poetto’da epeyce bir zaman, kapalı havaya rağmen, deniz keyfi yaptık. Sonra karınlar acıktı tabii, kullandığımız tesisin de öyle özel bir ambiansı yoktu, yemekleri de gördüğümüz kadarıyla klasik kafe yemekleri gibiydi. Şehir merkezinde, daha kendine özgü bir mekana gitmek daha cazip geldi.

Aynı araçla şehir merkezine geri döndük. Merkezdeki büyük meydanın kenarında sıralanmış tipik İtalyan restoranlarından gördüğümüz kadarıyla en bol kepçe görünenine oturduk. Bu arada güneş ortaya çıktı ve hava acaip ısındı. İtalya’da görünen o ki pizza hamurundan tasarruf yapılmıyor, pizzalar devasa boyutlarda. Bizim mideler artık fazlasıyla esnediği ve doyma hissimizi de büyük oranda yitirdiğimiz için her birimiz dev ebatlardaki bu pizzalardan istedik. Ve bir dilim dahi kalmamacasına bitirdik hepsini. Bu arada servis görevlilerinin rahatlığı ve yavaşlığı ilgi çekiciydi, restoran tıklım tıklım ama onlar inadına ağır. Aç insanın halinden anlamıyorlar:)

Meydanda yanyana dizilmiş restoranlar

Bu ton balıklı olan

Bu da tabaklardakileri yalayıp yuttuğumuzun ispatı:)

"Ichnusa" Sardunya Adası'nın üretimi olan bir bira

Yemekten sonra Cagliari’nin sokaklarında turladık. Artık aşinası olduğumuz şirin evler, ağaçlar, trafiğe kapalı, paket taşlı dar sokaklar... Sokak çalgıcıları, rahatlık, her ırktan insan... Burada da çok fazla Afrika kökenli insan var doğal olarak. Sardunya'da Majorka gibi Afrika ve Avrupa arasında geçit görevi görüyor.





Sardunya meşhur Roma dondurmasını vatanında tattığım yer oldu [aslında Roma'yı beklemek gerekirdi tabii:)]. Dondurmacılar çok büyük ve onlarca çeşit var, aklınıza gelmeyecek şeylerin de dondurmalarını yapmışlar. Benim dondurma düşkünlüğüm hiç yok. Fakat yediğim çikolatalı dondurmanın hakkını teslim etmeliyim, enfesti.

Gemimize de dondurmalarımızı yalaya yalaya döndük. Ada'yı daha kapsamlı gezemediğimize, hele hele turkuaz denizli koylarını göremediğimize üzgünüz.



16 Eylül 2010 Perşembe

DEMOKRASİ NEDİR, NE DEĞİLDİR?

Dün sevgili arkadaşımız Güçlü "Şimdi Danimarkalı olmak vardı anasını satayım" başlıklı yazıma çok anlamlı ve beni düşündüren bir yorum yazdı. Hemen arkasından, görüşlerine değer verdiğim, günlük hayatın her sorununa "felsefe" penceresinden bakıp anlamlı analizler yapan, gerçekçi çözümler ortaya koyan "ufuk açıcı" Ahmet İnam, Akşam gazetesindeki köşesinde bugün Güçlü'nün yorumunu tamamlayan mahiyette, anlamlı bir yazı yazmış. Beğendiğim için buraya da koymak istedim.

Demek burada "alıntı" yazı yayınlamak da varmış:) Ne yapalım, "kamuya açık günlük olması", blogun asıl amacı olan "kişisel arşiv oluşturma" hedefinden sapmamızı gerektirmiyor.

Okumaya devam etmek isteyenleri aşağıya alalım:):

"Demokrasi demokrat insanların omuzlarında yükselir

Referandum ne gösterdi? Çoğumuzun beklediğini. Evet tahmin edenler, çoğunluktaydı. Evet diyenlerden çok fazla evet tahmini yapan vardı. Hayırcıların bir bölümü, evetlerin yarıdan fazla olacağını bile bile 'hayır' dediler. Evetlerin ve hayırların ardında birçok sebep yatıyor. Bundan dolayı, örneğin, herhangi bir sebeple hayır diyen biri, diğer hayırların aynı sebepten geldiğini düşünmemeli. Aynı durum, evetler için de söz konusu. Dolayısıyla, bana göre 'zafer' ya da 'mağlubiyet' yorumları fazlaca duygusal. 'Halk' özgürlük istediği için mi evet dedi? Hangi halk? Hangi özgürlüğü? Herkes, kendi siyasal görüşünden yorumlar yapıp, sevinip üzülüyor.

Olan çıplak olarak şudur: Anayasa değişikliği oylanmış, kabul edilmiştir.

Bu yasalar hayata geçtiğinde, özgürlükler genişleyecek, ülkemizdeki insanlar kendilerini daha bağımsız mı duyacaktır? Evetçiler mi özgürleşecektir? Hayırcılar mı? Demokrasi geliverecek midir, oylamanın ardından?

Yasaların elbette güçleri vardır. Bu güç, onların nasıl uygulandığına bağlı olarak, toplum üzerinde olumlu ya da olumsuz etkiler yapar. Diyelim ki, yasa koyucular 'en mükemmel' yasaları yapma bilgisine, yeteneğine sahip olsunlar. Böyle yasalar bizi özgürlüğe, mutluluğa, dinimizi, inançlarımızı gönlümüzce yaşamaya götürmede yeterli olacaklar mıdır? Yalnızca yasalarla mı mutlu olur, bağımsız, özgür olur insan?

Sadece yasalar çıkararak, sihirbazın şapkasından tavşan çıkarması gibi, gönlümüzdeki hayata ulaşabileceğimizi düşünüyoruz. Elbette gereklidir. Yeterli değildir ama.

Bu ülkenin insanında, çoğunlukla, belki tarihinden gelen, kurallara, şekle aşırı bağlılık eğilimi var. Şeklin ardındaki mana onu pek ilgilendirmiyor. Çok sıkı sıkıya bağlandığı değerleri var: Namus gibi, din gibi. Bu değerlerin anlamları üzerinde kafa yormaya, çoğunlukla çalışmıyor. Kısa vadeli çıkarları ve sorgulayıp, yeterince anlayamadığı değerleri ona hayatındaki seçimlerinde kılavuzluk yapıyor. Elbette bu sözlerimle, ülkemin insanlarını küçümsediğim sanılmamalı. Ona olup biteni anlatabilir, değerlerini, bilgi donanımıyla destekleyerek nasıl yaşayabileceği konusunda onunla konuşabilirseniz, kendi gözleriyle görebileceği, kendi beyniyle düşünebileceği bir dünyada yaşamasını gerçekleştirme şansı olabilir. İşte o insanın evetleri hayırları bu ülke için hayırlı olabilir.

Vox populi, vox Dei, denmiştir; halkın sesi, Tanrı'nın sesidir. Tehlikeli bir sözdür. Halk yanılabilir. Yanıltılabilir. Evet derken de hayır derken de. Yanılmayan, çok az yanılan halk olanaklı mıdır? İnsan yanılan, yanılabilen bir varlık. Üstelik hayatı öğrenme yollardan biri de yanılmalarımız. Demokrasilerde halk, çoğunluğu ya da azınlığıyla yanılabilir. Halkı mutlaklaştırmamak gerek. Elbette saygı duymalı. Ama anlatmalı. Kimileri bu sözlerimi, halka yukarıdan bakan 'elitist' bir tavır olarak görebilir. Bunu demek istemiyorum. Biraz abartıyla, ama içtenlikle, ben Anadolu insanına güveniyorum. Birey olabilen, kişi olabilen insanlardan oluşmuş bir halkla yaşanabiliyor demokrasi. Yığın haline, sürü haline getirilmiş topluluklarla değil. Bundan dolayı, olanca propaganda, olanca etkileme yollarıyla yönlendirilmeye çalışılmış bir 'halk', bizim istediğimiz doğrultuda oy kullandığında doğruyu yapmış olur görüşü çok tartışılabilir, bir görüş olsa gerek.

Demokrasi sadece sandıkla gelmez. Sadece yasalarla da. Demokrat insanlarla gelir. Demokrat insan, 'öteki' insanı dinlemeye açık, onun yaşama biçimine tahammül edebilen, kafası, ruhu, özerk, özgür insandır. Demokrasideki demokrat insanı anlayamazsak, bu yasalar, kurumlar, ekonomik çareler boşa gitmiş olur. Demokrasi görüntüsü altında dikta gelir. Açık dikta, gizli kapaklı demokrasiden yeğdir. Demokrasiyi bir yem olarak kullanıp, diktanızı oluşturabilirsiniz. Demokrasi yemiyle avlanan balıkların siyasal tarihteki yerini görmek gerek.

Demokrat insan: Açık, içten, özerk, aşk dolu, edepli... Sandıktan çıkmıyor bu insan. Yetiştirilmesi gerekiyor. Sığ, kaba bir yaşam içinde, sürünün bir parçası olarak yaşayan insanlar demokrat olamaz. Demokrat insanları yasalar çıkararak yetiştiremezsiniz. Siyasetçi büyüklerinin demokrat insan olma özelliklerinden nasıl uzak olduklarını gören gençlerle demokrasiyi oluşturma boş bir hayal olur.

Ahmet İnam, Akşam, 16 Eylül 2010"

14 Eylül 2010 Salı

PALMA VE MAYORKA ADASI (PALMA DE MALLORCA)

Palma Şehir merkezinden bir manzara

4. gün durağımız Palma ve Mayorka Adası (Resmi olarak "Palma de Mallorca" diye anılıyor) . Palma, İspanya’nın doğu sahillerine yakın, özerk yönetimi olan Mallorca, Minorca, Formentera ve İbiza’dan oluşan Balear Takım Adaları’nın başkenti. Uzun isminden anlaşıldığı üzere, Palma şehri Mallorca Adası'nda bulunuyor. Mallorca (veya “Majorca” -Türkçe "Mayorka" diye okunuyor ) latince kökenli bir isim, “daha büyük/geniş” demekmiş. Balear Takım Adaları’nın en büyüğü nitekim.

Palma büyük bir şehir, şehir merkezi betona teslim, özellikle sahil şeridinde yer yer 20 katı aşan apartmanlar bile var. Balear Takım adamları İspanya’nın en turistik adaları. Ağırlığı Alman, kalan kısmı İngiliz ve İrlandalılar’dan oluşan bir turist profili var. Dünya sosyetesi ve Hollywood ünlülerinin de tercih ettiği bir yer(miş).

Yine zaman kısıtlı, ki burası geminin limandan en erken ayrılacağı yer (15.30’da gemide olmamız gerekiyor). Ama ada çok büyük, görülecek de çok yeri var.

Marsilya tecrübesi nedeniyle, burada da taksi kiralama seçeneğine yöneldik. Şansımıza yine inanılmaz tatlı, hem de İngilizce bilen bir şöför, Pepe, çıktı. İngilizce bilmesi hakikaten mucizevi, çünkü burası da Katalonya içinde ve Katalanlar bırakın İngilizceyi, İspanyolca dahi konuşmak istemiyorlar. Mallorca adası ayrıca inci üretimi ile meşhur(muş).

Pepe ve yolcuları

Haritaya bakarak, şöförümüz Pepe ile nereye gidileceği konusunu tartışıyoruz. Ya adanın doğusuna ya da batısına gideceğiz. Aslında kafamızda doğu tarafında bulunan ve “Coves del Drac (Ejderha Mağaraları)” isimli meşhur yeraltı mağarasına ve yakınındaki kıyı kasabası Porto Cristo’ ya gitmek var. Ama bu yöne gidersek, gidip dönmesiyle birlikte, zamanımızın en az 3 saatinin yolda geçeceğini anlıyoruz Pepe'nin verdiği bilgiden. Böyle olunca, 2. alternatif olan batı tarafını seçiyoruz. Burada yaklaşık 40 dk lık mesafede meşhur bir ortaçağ köyü olan Vall de Mossa var.

Şöförümüz Pepe de Genova'daki sevimli şöför Gian Luigi gibi çıkıyor: Konuşkan ve bilgili. Anlattıklarından epey faydalandık. Bodur çam, katır tırnağı ve zakkum gibi Akdeniz bitkilerinin kapladığı yollardan Vall de Mossa’ya ulaştık. Vall de Mossa bir vadi yamacında kurulmuş taş evlerden oluşuyor. İlk dikkat çeken tüm evlerin ahşap panjurlarının yeşilin farklı tonlarıyla boyanmış olması.

Vall de Mossa'nın uzaktan görüntüsü

S.S. Vall de Mossa Yapı Kooperatifi Evleri törenle sahiplerini buldu. Üyeler müstakbel evlerinin önünde hatıra fotoğrafı çektirdi. Bazı üyeler kurra sonuçlarına itiraz etti.

Daha ayağımızı basarmaz köye bayıldık. Görsel olarak illede Türkiye'de bir yere benzetmek için kasarsak, Alaçatı’ya benzediğini söyleyebilirim (zorla). Ama Alaçatı gibi hareketli bir tatil mekanı değil, daha çok kafa dinlemek isteyenlerin geldiği, çok sakin, mini mini bir yer. Köy meydanında az sayıda ama özenli kafeler vardı.

Bir Vall de Mossa kahvesi. Henüz müşterileri gelmemiş.

Kısa sürede dikkatimizi çeken detay, her evin giriş kapısının yanında, taş duvara monte edilmiş, pastoral bir konuyu tasvir eden seramik üzerine boyanmış resimlerin olması. Çok sevimli görünüyorlar, her eve ayrı bir hikaye ekliyorlar [şu an bunlardan hiç olmazsa bir tane almadığıma pişmanım:( Siz giderseniz alın.].


Her eve ekstra hikaye ekleyen, girişlerde asılı seramik tasvirler...

Kasabanın görülmeye en değer tarihi yapısı çok eski tarihlerden kalma manastırı. Çok kilise, katedral gördük ama ALev de ben de hiç manastır görmemişiz. Girişindeki kilise yüzyıllar boyu aynı eşyalarla korunmuş. Loş aydınlatma ve mihraptaki Meryem’in kucağında ölü halde yatan Hs. İsa heykeli ortama iyice dramatik bir hava veriyor.

Bu fotoda tablo gibi görünmüş ama gerçekte hemen hemen birebir ölçüde bir heykel

Herşey bir kaç yüzyıl öncesinde nasıldıysa hala öyle duruyor. Kiliseden manastır binasına geçiyoruz. Bina, içinde binbir çeşit bitki ve çiçeğin bulunduğu bir iç bahçenin etrafında dönüyor. Ayrıca her bir hücrenin binanın dış cephesinde kalan tarafta "kendine özel" diyebileceğimiz minik bahçeleri var. Manastır koridorları çok geniş, serin ve loş. Bu mekan şu anda müze olarak kullanılıyor.
Manastır koridorları

Koridorda yan yana sıralanmış yüzyıllar öncesinin eczanesini, kütüphanesini, yemek salonunu görmek çok etkileyici. Örneğin manastır eczanesi: Herşey aynen duruyor, ilaç kavanozlarının, şişelerinin, kaselerinin güzelliğini, orjinalliğini tarif etmem zor. Bir zamanlar ilaç ve ilaç hammaddeleri herbiri sanat eseri denebilecek kadar orjinal, birbirinden ilginç şekilleri olan cam ve porselen şişe ve kavanozlarda saklanıyormuş. Burayı eczacı olan babamın görmesini çok isterdim. Ben küçükken onun eczanesinin arka tarafı da bu gördüğüme benzeyen bir laboratuardı (Evet, yakın bir geçmişte bazı ilaçlar eczanelerin bir kısmını işgal eden laboratuarlarda, klasik "manuel" yöntemle hazırlanıyordu. Muhtemelen, eczacılık bu yüzden çok zevkli bir meslekti o zamanlar... ).

Manastırın bir kaç yüzyıl yaşındaki eczanesi

Kütüphane ise bizi en çok etkileyen yer oldu. Her biri kimbilir kaç yüz yaşında olan binlerce kitap raflarda okunmayı bekliyorlardı. Herhangi bir camekanla korunmamışlar, yüzlerce yıl nasıl kullanıldıysa bu kütüphane, hala aynı şekilde, hizmete hazırmış gibi duruyordu.


Manastır Kütüphanesi

Manastır, 19. yüzyılda sadece çok özel müşterilerin kabul edildiği, bir tür “inziva” oteli olarak da hizmet vermiş bir süre. Bu dönemin en önemli ve meşhur müşterisi ise Frederik Chopin. Chopin Kasım 1838-Şubat 1839 arasındaki kış mevsimini sevgilisi ünlü Fransız yazar George Sand ve onun iki çocuğu ile birlikte burada geçirmiş. Kullandıkları 2 oda (Chopin'in 3 piyanosu ile birlikte) bugün aynı şekilde duruyor ve "Chopin Müzesi" olarak hizmet veriyor. Bu manastırda böyle bir müzenin olduğunu gidince öğrendik, tabii pek mutlu olduk. "Kısa günün kârı" diyebiliriz bu hoş tesadüfe:)

Sanat tarihinde gayet önemi olduğunu daha yeni öğrendiğimiz meşhur "Vall De Mossa İkametgahı" sırasında Üstadın kullandığı piyanolardan biri

Chopin "bahtsız" diyebileceğimiz bir besteci (imiş) aslında. Hayat hikayesini okuyunca bunu anlıyorsunuz. Daha baştan sağlığı bozuk bir kere: Gaudi'ye benzer şekilde, dönemin bir başka yaygın (ve popüler) hastalığı veremden muzdarip ve ne yazık ki o çağlarda veremin tedavisi yok. Bu rahatsızlığı hayatına ekstra sıkıntı eklemiş. Normal şartlarda gayet sıcak olan bu kasabaya gelme nedeni de tedavi amaçlıymış aslında. Sıcak hava veremin yegâne tedavisi olarak tavsiye ediliyormuş o zamanlar. Hoş o yıl Vall de Mossa en soğuk kışlarından birini geçirmiş, Chopin’e sağlık yönünden bir faydası olmamış.

Chopin’in manastır ikameti biraz zorunlu olmuş. Çünkü çift kasabaya geldiğinde önce hoş karşılanmalarına rağmen, gayet tutucu olan kasaba halkı Frederic ve George'un (George'un gerçek adı "Aurore Dupin". Kadın haklarının hala pek söz konusu olmadığı dönemde bir kadın olarak yazılarını ancak takma bir erkek ismi kullanarak yayınlatabileceğin düşünmüş olmalı ki bu mahlası seçmiş ve kullanmış) evli olmadıklarını öğrendiklerinde çifte ev kiralamayı reddetmişler. Neyse ki manastır açmış kapılarını ünlü bestekâra [Tarihin derinliklerinden bildirdiğimiz magazin dedikoduları burada son eriyor sevgili okuyucular:)].

Köyün içinde biraz daha gezip, tur otobüsleri köye gelmeye başlayınca Palma’ya dönüyoruz. Hava çok sıcak ama Palma cıvıl cıvıl. Afrika kıtasına çok yakın bir noktada olduğu için, Afrikalı sakini de çok. Yerel kıyafetleriyle sokaklara ayrı bir renk veriyorlar ama çoğu seyyar satıcı olduğu için turistlere rahat verdikleri söylenemez:) Şöförümüz Pepe bizi ufak bir ilave ücretle şehri tepeden seyreden meşhur Belleveder Kalesi’ne de götürebileceğini söyledi. Ancak, zamanımız kısa olduğu için, bir saati daha yolda geçirmek istemedik, kaleyi pas geçtik. O da bizi eski şehrin merkezinde bıraktı.

İnsan kalabalığının sel gibi aktığı ara sokaklara daldık. Artık manzaraya alışkınız: 4-5 katlı taş apartmanların arasında uzanan ve irili ufaklı meydanlarda kesişen dapdar sokaklar bekliyor bizi. Avrupa’daki tüm Akdeniz şehirlerinde ara sokaklar dar, sokağın iki tarafındaki binalar adeta birbirlerini öpecek kadar yakın. Bu eski çağlarda yakıcı Akdeniz güneşine karşı bir önlem olarak özellikle benimsenmiş bir tarz olabilir. Çünkü bu darlık yüzünden sokaklar epey loş. Ayrıca, tüm evler istisnasız panjurlu. Bu sokakların çoğunda bizim Kuşadası’ndan , Marmaris’ten, Fethiye’den bildiğimiz manzaralar var: sağlı sollu dizilmiş mağazaların önünden insanlar sel gibi akıyor. Fark binaların göze çok daha hoş görünen mimarileri ve kalabalığa rağmen gürültü olmaması.

Pek sevdiğimiz bir unsur: Sokak Çalgıcıları

Palma şehir merkezi

Majorca Adası'nın üretimi olan yerli bira markası San Miguel

Ve içmesi bir türlü nasip olmayan meşhur İspanyol içkisi (yoksa şarabı mı demeli?) Sangria...

Palma’da da her bina bir hikaye üretiyor bence. Eski olsalar da ciddi bir estetik kaygı sözkonusu. Palma’da aynı Barselona’daki gibi bol miktarda canlı heykel var, hani siz para atmadıkça aynı pozisyonda dakilarca duranlar (özel bir isimleri var mıydı acaba?). İspanyollar bu konuda aşmış, bir de galiba iyi para getiren bir meslek ki Barselona’da da Palma’da da bol miktarda varlar. Benim en çok hoşuma giden bunlar oldu.

Öyle her bahşişle poz değiştirmiyorlar, hareket edip pozisyon değiştirmelerini sağlamak için hatırı sayılır bir miktar bırakmak lazım:)))

Mesleğim nedeniyle bana yakıştırılan (ama benim kendime hiç yakıştıramadığım) resmi rollere bir nebze de olsa layık olmak amacıyla Palma Belediye Binası önünde poz verdim: ) Arkadaşlarım bu "Dünya Devlet Daireleri Fotoğraf Serisi"nin devamını diliyor:)))

Palma coğrafi konumu nedeniyle gerçek bir ırk potası. Her ırktan insan mevcut. Özellikle restoran sahipleri, Barselona’da da gördüğümüz gibi, çoğunlukla Afrika ve Arap kökenli. Nitekim bizim oturduğumuz restoranın adı “Talat”, sahipleri de Pakistanlı çıktı. Burada hiç olmazsa bir kaç gün daha kalabilmeyi, adayı enine boyuna gezip, denizine girmeyi isterdik. Çünkü Akdeniz ruhunun damardan hissedileceği bir yer ve biz ancak tadına bakabildik. Tabii buna da, herzamanki gibi, "şükür" diyoruz:)

13 Eylül 2010 Pazartesi

GAUDI’NİN ŞEHRİ : BARSELONA – III


La Ramblas Caddesi

La Sagrada Familia Kilisesi’nden sonra aslında Gaudi'nin bir başka muhteşem eseri Park Güell’e gidecektik, hatta biletini almıştık. Ama arsız yağmur planımızı bozdu, bu yağmurda parkta gezmenin sıkıntılı olacağını anlayıp, çaresiz vazgeçtik Park Güell’den. Ama Alev ve ben bu dünya güzeli şehre bir daha gideceğimizden o kadar eminiz ki az üzülüyoruz bu iptal kararına.

Şimdi istikamet dünyanın en meşhur caddelerinden biri olan La Ramblas... La Ramblas, İstanbul’un İstiklal Caddesi’nden sonra, dünyanın üzerinde en çok insanın yürüdüğü caddesiymiş. Limana kadar inen upuzun, geniş bir cadde, ortası yaya yolu olarak düzenlenmiş ve adeta bir orman gibi. Sağında ve solundaki dar yollarda araç trafiğine izin veriliyor. Yayayolu olan kısımda hediyelik eşya, çiçekçi ve evcil hayvan dükkanları var. Cadde üstündeki binaların altı ise klasik olarak ağırlıkla kafe ve restoranlarla dolu.

Burası çok şirin bir pastane

La Ramblas kadar meşhur olan bir diğer mekan ise caddenin tam orta noktasında yer alan Balık Pazarı. Yani bir pazar alanı bu kadar mı güzel, bu kadar mı keyif verici olur?
Adı "balık pazarı" ama içeride her türlü gıda var. Sokaklar gıdaların türlerine göre ayrılmış Sunum mükemmel. En hoşumuza giden malesef ülkemizde olmayan (olamayan) deniz kabukluları reyonları. Hayatımızda bu kadar çeşitli kabuklu deniz hayvanı görmemiştik. İmkân olsa hepsinden tatmak isterdim. Kendimizi kaybettik orada.

Midyeler

Diğer kabuklular



Pazarda açık büfe şeklinde hizmet veren “Tapas” restoranları var ve hepsi dolu. Alev ve ben daha yeni yemek yemiş sayılırken birden kendimizi yeniden yemek planları yaparken bulduk:) Ama burası kalabalık, cadde üzerinde bir yeri deneriz diye düşündük.


Sakatatçıların olduğu reyon bize gayet tanıdık, fakat Amerikalı turistler için hiç öyle değildi:) Yaşlıca Amerikalı bir kadın vitrine bembeyaz bir yorgan misali serilmiş işkembeyi uzun uzun incelerken gördük. Alev ve ben kadını birbirimize işaret edip güldük. Çünkü Amerikalı kadının hayatında böyle bir şeyi görmediğinden eminiz, yüzündeki şaşkınlık ifadesi çok net zaten. Nitekim kadın bir yakından bir uzaktan bakarak ne olduğunu anlamaya çalıştığı bu garip gıda için “John, what’s that??” diye tınısında bolca şaşkınlık olan bir ses tonuyla fotoğraf çekmekle meşgul kocasından yardım istedi. Adamın bilmiş edalarla karısına verdiği cevap ise Alev ve beni kahkalara boğdu: “It should be a kind of animal skin/Bir tür hayvan derisi olsa gerek” ....:))))) “Hocam o hayvanın midesi” diyebilirdik ama bu cevap karı kocanın tüm iç dengelerini ve algı sistemlerini alt üst edebilir diye, vazgeçtik. Tipik bir Amerikalı her bir şeyi yer de nedense hayvanların organlarının yenebileceğini asla tahayyül edemez. Üstelik Avrupa' nın bir kısmı da onlarla aynı fikirde. Nasıl Yunanlılar AB yasaklarına rağmen çatır çatır kokoreçleri, işkembeleri yemeye, satmaya devam ediyorsa, İspanyollar da aynı şekilde bu yasağı sallamıyor. Dahası İspanya'da henüz sigara yasağı da gelmemişti biz oradayken, kapalı mekanlarda herkes püfür püfür sigara içmekteydi.

Balık pazarında epey gezindikten sonra caddeye tekrar çıktık. Aslında tok olmamıza rağmen, buraya kadar gelip klasik İspanyol tatlarını tam kadro denemeden gitmek olmaz deyip, gözümüze hoş görünen bir restorana oturduk. Tortilla’yı (İspanyol omleti, bizim omletlerden farkı iri küpler halinde kesilmiş haşlanmış patateslerden yapılması ve neredeyse pasta kadar kabarık olması) önceden götürmüş olduğumuz için, bu kez hedefimiz Tapas ve İspanyol pilavı Pahella’dan denemek.

İtiraf edeyim ki Alev ve ben Tapas’ı bir tür yemek sanıyorduk, meğer “tapas” İspanyol ve Katalan dilinde “meze” demekmiş:) İspanya’da insanlar mezelerle ana öğün yapmayı seviyor, o kadar seviyorlar ki bizim "kebapçılar" gibi "tapasçı" restoranlar var. Küçük küçük tabaklarda çeşit çeşit mezeler geliyor. Mezeler ise bizdekilerin aynısı. Paylaşmayı düşünerek, ben bir kaç farklı tapas, Alev ise deniz mahsüllü pahella seçti. Gezi klasiği olarak, tavsiye edecekleri lokal bir biradan getirmelerini istedik.

Alev'in pahella ile imtihanı:) Bir kişi için gelen miktar 4 kişiyi doyurabilir

Tam yemeğe başlamıştık ki, o da ne: dünyanın en kalabalık caddesinde tanıdık iki insanın yürümekte olduğunu görüyoruz: Özge ve Güçlü. Onlar da gelip bize katıldı. Hemen gözlemlerimizi paylaşmaya başladık.

Özge ve Güçlü de Camp Nou'ya gitmişler ve orada inanılmaz bir şey olmuş: Birbirlerini kaybetmişler:) Bu basit olayı ciddi bir krize dönüştüren ise tuvalete gitmek üzere Güçlü'den ayrılmış olan Özge’nin içinde parası ve telefonu olan çantasının Güçlü’de kalmış olması. Uzun süre Camp Nou kazan, bizim elemanlar kepçe, birbirlerini aramışlar. Çantasında her tür maddi güç ve teşkilat olan Güçlü kardeşimiz soğukkanlı olmayı becerebilirken, kendini bir daha Camp Nou’dan dahi dışarı çıkamayacak kadar çaresiz hisseden Özge’nin moral seviyesi hızla düşmüş. Hatta gözlerinden yaşlar süzülmüş. Sonunda mucize eseri birbirlerini bulduklarında adeta bayram havası oluşmuş:) Müzedeki insanlar "bütün dünya birlik olsa, hayat bayram olsa" diye şarkı söyleyip etraflarında dansederek dönmüşler:PP

Biz bu muhabbetle eğlenirken dünyanın en kalabalık caddesinden yine tanıdıkların geçtiğini farkettik. Bu kez Yılmaz Ailesiydi restoranın önünden geçmekte olan. Tabii onlar da masamıza oturdular. “Dünya küçük azizim” geyikleri aldı başını yürüdü haliyle:)


Barselona’da biri İtalyan, biri İspanyol olan iki arkadaşlarıyla buluşmayı beceren Suat ve Murat da buluşma noktamıza az sonra arkadaşlarıyla birlikte ulaştılar. Evet, La Ramblas çok turistik, yolu Barselona’ya düşen herkes o caddeden de geçecektir ama hepimizin o kalabalık caddede bir araya gelmeyi becermesi de gayet sıradışı bir olaydı bize göre:)

La Ramblas'ta da Voltran'ı oluşturduk şükür:)

Suat ve Murat lokal arkadaşları sayesinde tam anlamıyla “Derin Barselona” turu yapmışlar, anlata anlata bitiremediler. Ortak fikrimiz Barselona'nın hep gidilmek istenecek bir şehir olduğu yönündeydi. Sayfiye havasında kocaman bir şehir, her şey insanın rahat etmesine ve görsel zevklerine öncelik verilerek düzenlenmiş. Sokaklarda telaş yok, herkes memnun mesut görünüyor.

Bu şehirde doğan insanlar çok uzun yaşıyordur diye düşünüyorum. Şehir o kadar yaşam ve enerji fışkırtıyor ki bence burada kolay ölünmez, hayat kolay bırakmaz insanın yakasını:)


Gemiye binene kadar bir daha ne zaman buraya geleceğimizin planlarını yapıyoruz ömrümüz iyice uzasın diye:)

Barcelona Fatihleri...

7 Eylül 2010 Salı

GAUDI’NİN ŞEHRİ : BARSELONA - II


La Sagrada Familia Kilisesi'nin meşhur kuleleri


Yemekten sonra hala yağan ve şiddetini iyice arttırmış yağmur altında La Sagrada Familia Kilisesi’ne doğru yürüdük. Günün sonunda Barselona’dan aldığımız yegâne eşya olacak olan işporta malı kırmızı şemsiyemiz sadece kafalarımızı yağmurdan korumaya yetti. Onun dışında hemen her yerimiz ıslandı. Fakat sokaklar ve binalar o kadar güzel ki, yağmur keyfimizi kaçırmaya yetmedi.


Kilise’ye gelince kapısının önündeki devasa bilet kuyruğu gözümüzü korkuttu. Neyseki hızlı ilerlediğini farkettik.

La Sagrada Familia Kilisesi uzaktan bile gördüğünüzde tüylerinizi ürpertecektir. Daha önce hiç bir kilisede görmediğiniz (ve göremeyeceğiniz) mimarisi yüzünden. Hele hele dış cephelerini süsleyen heykeller... Ben bu kadar modern tarzda yapılıp da yüzlerindeki ifade beni bu denli etkileyen başka heykel görmedim. Adeta yaşıyorlar.

Yüzlerindeki hüzün ne kadar belirgin...

Kilisenin mimarisi dışında önemli bir özelliği daha var: 100 yılı aşmış olmasına rağmen yapımı hala devam ediyor. İçerisi de zaten şantiye alanı. Burası Antoni Gaudi’nin en büyük projesi, öyle ki Gaudi 1883’te bu projeyi devralıp, 1908' e gelindiğinde artık diğer bütün işlerini bırakıyor ve 1926'daki talihsiz ölümüne kadar kendini tamamen bu projeye adıyor. Gaudi sıkı bir Katalan milliyetçisi olduğu kadar, aynı zamanda koyu bir katolik. La Sagrada Familia Kilisesi’nin yapımına kendini delice adamasının asıl sebebi de bu. Ölümü ise hakikaten talihsiz bir şekilde gelmiş: Tramvay çarpmış ona, yaralıymış ama derbeder görüntüsü ve üzerinden kimlik çıkmaması sebebiyle taksiciler taksi ücretini ödemez diye almamışlar araçlarına. Orada epey kan kaybettikten sonra fakirlerin tedavi edildiği köhne bir hastaneye kaldırılmış, bir kaç gün sonra orada ölmüş. Ölen kişinin Barselona halkının taptığı Gaudi olduğu anlaşıldığında da şehirde kıyamet kopmuş. Ölümü açıklanınca halk sokaklara dökülmüş ve günlerce yas tutmuşlar.

Asıl tartışma da ölümünden sonra başlamış (ve aralıklarla hala devam ediyormuş): Gaudi öldüğüne göre La Sagrada Familia Kilisesi’nin inşasına devam edilmeli mi yoksa inşaat durdurulmalı mı? Gaudi o kadar marjinal bir deha ki, inşaatın Gaudi’nin getirdiği seviyede durdurulmasını isteyenler, yaşayan hiç bir mimarın onun kafasındaki projeyi hayata geçirmesinin mümkün olmadığına inanıyor. Gaudi elbette bu kilise için proje yapmış, çizimleri var ama kafası öyle farklı ve hızlı çalışıyor ki çizimlerini sık sık değiştiriyor veya yapım anında bazı şeyleri belki de o an gelen ilhamla değiştirmeye karar veriyor. Ayrıca, onun elinden çıkan son orjinal çizimler de İspanyol iç savaşında yandığı için artık inşaatı tamamlasansa da Kilisenin asla Gaudi’nin kafasındaki gibi olmayacağı düşünülüyor.

Dönem dönem alevlenen bu tartışmalara rağmen İspanyol hükümeti büyük paralar harcayarak inşaatı devam ettiriyor. Hala bitmemesinin sebebi bizce biraz da reklam kaygısı olmalı. Pazarlama açısından güzel bir malzeme çünkü.

Kilisenin içerisi, büyük ölçüde şantiye alanı olmasına ve iş makinalarının gürültüsüne rağmen insanı büyülüyor. O kadar değişik mimari formlar var ki ağzınızın bir karış açık kalacağına garanti veriyorum. Kulelere çıkan asansörler çok kalabalık olduğu için tepesine çıkamadık, daha önce buraya çıkan Özge ve Güçlü tepedeki ortamın muhteşem olduğunu söylediler.


Sanki buzdan oyulmuşlar...


Gaudi tüm eserlerinde tabiattan ilham almış bir mimar. Anlatıldığına göre, çocukken o dönemin "popüler" hastalığı (evet, her dönemin popüler hastalıkları var. Romatizma da, veremle birlikte, o dönemin rutubetli iklim hastalığı) romatizmadan muzdarip olduğu için kırlık alanda dinlenme ve iyileşme amaçlı çok fazla zaman geçirmiş. Bu onu bir taraftan giderek yalnızlığa iterken diğer taraftan doğada sonradan yaratacağı muhteşem eserlere zemin oluşturacak gözlemleri yapmasına imkân vermiş. Ben kısıtlı bilgimle ancak bu kadarını anlatabiliyorum, La Sagrada Familia Kilisesi’ni daha detaylı anlatmak benim harcım değil. Gezerken dilim tutulmuştu zaten, yazarken hepten yetersiz hissettim kendimi. Anlatılmaz, hissedilir diyeyim kısaca:)

5 Eylül 2010 Pazar

GAUDI’NİN ŞEHRİ : BARSELONA - I

3. günün durağı Barselona. Bu seyahatte Alev ve benim, Roma ile birlikte, en çok merak ettiğimiz yer. Herşeyi kendine has olan "rüya şehir" Barselona’ya beklenmedik bir şekilde yağışlı bir günde ulaşıyoruz. Oysa gelmeden önce Barselona sıcağına karşı uyarılmıştık. Hava ılık da bu yağmuru ne yapacağız? Biraz moralimiz bozuluyor haliyle.

Özge ve Güçlü daha önce Barselona’ya geldikleri için, farklı yerleri keşfetmek üzere bizden ayrılıyorlar. Biz de onların tavsiyesi ile 2 ayrı rota üzerinde ring atarak şehir turu yapan böylece ekonomik bir şekilde şehrin tüm turistik yerlerini görme imkânı sunan, gün boyunca dilediğiniz kadar inip binebileceğiniz otobüslere biniyoruz. Aslında güzel bir havada üstü açık olan 2. katlarında seyahat etmek süper olurdu ama giderek şiddetini arttıran yağmur nedeniyle bu zevkten mahrum kaldık.

Barselona aylarca ve belki de yıllarca kalsanız gezmeyi, keşfetmeyi bitiremeyeceğiniz bir şehir. Her ne kadar bu özelliği nedeniyle gemimizin de en uzun kalacağı liman olsa da [tüm limanlarda en geç 18.00 olan ayrılma saati burada 22.00. Bu arada Barselona geminin de en çok kaçırıldığı limanmış:)], bu sürenin şehrin ancak bir parmak tadına bakmaya yeteceği belli. Bu nedenle “Barselona” deyince akla ilk gelen , sembol haline gelmiş yerlerini görecek şekilde plan yapıyoruz. Niyetimiz öncelikle La Sagrada Familia Kilisesi’ni, Casa Mila’yı, Park Güell’i ve La Lambras Caddesi’ ni görmek. Alev ilave olarak Barcelona takımının meşhur stadı “Camp Nou” yu görmek konusunda ısrarlı. Ben ise bir futbol stadının gezi programından rahatlıkla çıkarılabileceğini, onun yerine çok daha anlamlı bir tarihi eserin ya da mekanın görülebileceğini düşünüyorum.

Otobüsümüz ilk durağa ulaştığı anda aslında binmeyi hedeflediğimiz yeşil hat yerine, hata ile turuncu hatta binmiş olduğumuzu farkettik. Bu hattın 2. durağı ise Camp Nou Stadı :) Tabii Alev sevinçten havalara uçtu. Haliyle grubun geri kalanıyla da 2. durakta ayrıldık. Ben de mecburen gittiğim bu staddan neredeyse bir Barcelona taraftarı olmuş olarak çıktım:) Gezmesi 1 saatten fazla zaman alan bir müze aslında Camp Nou. Etkilenmemek mümkün değil.




Camp Nou'da Alev'in bol bol fotolarını çektik tabii:)

Staddan ayrılırken yağmur yine başladı. Şansımıza durağa geldiğimiz anda bir otobüse binebildik. Güçlü ve Özge Casa Mila’dan La Sagrada Familia’ya yürüyerek gidilebileceğini söylemişlerdi. Önce Casa Mila’ya gittik. Barcelona demek Antoni Gaudi demek. Sanırım onun gibi dahi bir mimar bir daha dünyaya gelmedi, kolay da gelmez. Barselona’yı “Barselona” yapan, şehre ve kültüre adeta damgasını vuran eserlerini görünce bu düşünceye kapılmak çok kolay zaten. Gaudi bence kesinlikle başka bir boyutun insanı, dünyanın olduğu boyuta da insanlığı estetik ve mimari açıdan kalkındırmak, yeni vizyon kazandırmak için gönderilmiş.


Casa Mila

Casa Mila’dan La Sagrada Familia’ya yürümek 20 dk. civarında sürecek ancak yağmur öyle bastırdı ki hiç olmazsa biraz azalana kadar öğle yemeği yemek üzere ara sokakta bulduğumuz kendi halinde küçük bir lokantaya giriyoruz. Katalan usulü tortellini yiyip, Katalan birası içerek şehir haritasını inceliyoruz. Lokal müşterilerin hepsi şarabı içine su katarak içiyor. Demek burda adet böyle.

Ara sokaktaki restoran

Burası İspanya’nın "Katalonya" bölgesi, Barselona Katalan şehri, hepiniz biliyorsunuz ki Katalonya İspanya’dan ayrılma konusunda ciddi mücadeleler veriyor. Ben şahsen İspanya’dan ayrı bir Katalonya düşünemiyorum, çünkü bugüne kadar İspanya deyince aklıma hep Barselona gelmişti:) Burada milliyetçilik had safhada. Herşey Katalan dilinde yazılı, herkes Katalanca konuşuyor vs. Fakat burada durum bizdeki benzer hengameden epey farklı: Katalonya adeta İspanya’nın ekonomik ve kültürel dinamosu. Para basıyor, sürekli kültür, sanat, estetik üretiyor, "katma değer" yaratıyor. İnanılmaz büyük bir “marka değeri” var. Yani bağımsızlık taleplerinin altı dolu, hem de nasıl... Bu da İspanya’yı uğraştırıyor.