24 Ekim 2010 Pazar

ANKARA'DAN DENİZE İLK ÇIKIŞ: AMASRA

Zaman gerçekten akıp gidiyor. Şimdi 20'li yaşlarını sürenleriniz bu lafımı çok bayat ve beylik bulacaktır, ama bakın yine, olabilecek en "anne ses tonumla" uyarıyorum: ZAMAN SU GİBİ AKIP GİDİYOR, KIYMETİNİ BİLİN.

Yarın ne olacağını kimse bilemez. O yüzden hayallerinizi ertelemeyin. Hayatınıza hobi ve sizin için anlamı olan aksiyonları ekleyin. Çünkü yıllar geçtikçe, geride bıraktığınız yıllarınızı anlamlı kılacak, o yüzden bugününüzde sizi doygun ve huzurlu hissettirecek en önemli şey (iyi ya da kötü farketmez) yapılmış şeyler ve görülmüş yerler olacak. Benim tanıdığım, hayatını genel olarak işi ve evi arasında geçirmiş, "başkaları ne der kaygısının" ağır bastığı bir hayatı kurgulamış, artık yaşını almış, sağlık sorunları da ufaktan baş göstermiş insanların hiç biri bugüne kadar "oh iyi ki sadece çalışmışım, iyi ki gezmemişim, iyi ki robot gibi yaşamışım, iyi ki kendimi hiç riske, maceraya atmamışım, iyi ki kendimi ailem, çocuklarım ve işim için feda etmişim, iyi ki elalem ne der diye bolca endişelenip onların paşa gönlü olsun yapmaya çalışmışım" demedi. Tam tersini, üstelik büyük bir pişmalıkla, ifade etmekteler.

Bunları yapmak için her zaman para da gerekmez (acı ama gerçek bu, kendilerine parayı bahane edenler için özellikle diyorum bunu), hayata geçirilmeleri için gerekli tek şey "merak" tır. Merak ise insanın yaşam enerjisini besler. Yaşam enerjisi de sizi yeni yerler görmek, yeni insanlar tanımak, yeni bir şeyler öğrenmek, yeni tecrübeler yaşamak, kısaca yeni yeni şeyler yapma dürtüsü (yani "merak") verir. Böyle bir döngü işte, ikisi sürekli birbirini besler...

Sınırsız güzellik, tecrübe ve olanak sunan bir dünyadan sadece üç beş kaşık tadıp, kendi inancınızda sırf nezaket adına, üstelik daha doymadan "ben doydum efendim, daha almayım, beni aç gözlü sanmasınlar" demek Dünya ve yaratıcı için büyük kabalıktır aslında.

Seyahat etmek de gerçekten güzel bir hobi ve aksiyondur bize göre. Seyahat deyince lütfen bunu "arzın merkezine seyahat" gibi fantastik ve zahmetli bir olay olarak algılamayın. Seyyah olmak için ille dünyanın öbür ucuna gitmek, avuç dolusu para dökmek falan gerekmiyor. Seyahatin binbir ekonomik yöntemi de var ayrıca (merak ederseniz, bunları da öğrenirsiniz elbet). Üstelik seyahat deyince hep yurtdışı ya da şehir dışı anlaşılır. Oysa yaşadığınız şehir içinde de tam bir turist ruhuyla seyahat edebilirsiniz (Hatta bir de "içimize seyahat" denen bir versiyonu vardır ki o bambaşka bir boyuttur, fiziken hareket etmenize bile gerek kalmaz). Seyahat etmek bence bir "hayatı algılama" şekli ve "yaşam felsefesi"dir.

Bunları niye yazdım? Yazının başlığı ile alakalı olan bir haftasonu gezisinin dönüşünde hem aklımdan geçenler ve bu geziye birlikte gittiğimiz dostlarla konuştuklarımız hem de Amasra vesile oldu bu satırlara.

Geçtiğimiz haftasonu, en son 10 yıl önce gördüğümüz Amasra'ya gittik. Aradan geçen 10 yılda Amasra kendi halinde, derme çatma, doğru dürüst konaklayacak oteli olmadığı için evlerde gayet ilkel şekilde turist ağırlayan bir sahil kasabasından, bir miktar estetik kaygı güden, daha iyi olmaya çabalayan, cıvıl cıvıl bir sahil kentine dönmüş.

10 yıl önce şehir merkezinde bir kaç restoranı varken, şimdi bunlara yenileri eklenmiş, bir çok bar, kafe ve turistik ıvır zıvır satan dükkan açılmış. Yollar, sokaklar, kıyı şeridi düzenlenmiş. Güzel enerji veriyor şehir, bayağı da bir genç nüfusu var, belki bir yüksek okul ya da fakülte olması sebebiyle... (?) Geçen zaman Amasra'ya çok yaramış anlayacağınız.

Biz şehir merkezinde, gayet derli toplu, şirin bir mekan olup "Küçük Oteller Kitabı" nda da yer alan Emin Apart isimli bir otelde kaldık. Otelin kahvaltısı tam anlamıyla "anne kahvaltısı" denen cinstendi. Çalışan iki kadın da çok sevimli ve misafirperverdiler. Cumartesi akşamı şehrin en eski ve en meşhur restoranı Canlı Balık 'ta balık ve meze soframızı yaptık, herşey dört dörtlüktü. Bu bilgilerin hepsi klasik tabii. Fakat bir mekan keşfettik ki burada özel olarak sizleri bilgilendirmeyi hakkediyor: Lütfiye Kafe.

Lütfiye, benzerlerini Avrupa'da ya da en azından büyük şehirlerimizde görmeyi hayal edebileceğiniz türden , çok hoş, çok özenli bir mekan. Küçücük bir dükkan aslında ama o kadar güzel ve ince bir zevkle dekore edilmiş ki etkilenmemek imkânsız. Her çeşit sıcak içecek mevcut. kendi üretimleri olaran reçel, fındık ezmesi ve lokumları da yine kendi dizaynları olan kutu ve kavanozlarda satıyorlar. Biz tadına doyamadık bu minicik mekanın. Şu anda eksik olan tek şey o güzel çayların, kahvelerin yanına eşlik edecek, yine kendi yapımları olan bir kaç özel kek türü olabilir. Nedense buna yer vermemişler. Belki de özel üretimleri olan reçel ve lokumlardan daha çok kişi haberdar olsun diye. Çünkü içeceklerinizin yanında, ücretsiz olarak, kendi üretimleri olan bu ürünlerden tadımlık olarak servis ediliyor.

Lütfiye Kafe

Lütfiye Kafe'nin özel tasarım kutularda satılan lokumları

10 yıl öncenin derme çatma kasabasında şimdi "insan" odaklı, estetik, konfor, hijyen ve damak tadı kaygıları taşıyan mekanlar ard arda açılmakta. Görgü ve estetik de zamanla birikip oluşuyor, daha rafine hale geliyor, süzülüyor diye düşünmekten alamadık kendimizi. Evet , belki bu açıdan o çok beğenip özendiğimiz bir Roma, bir Paris olmamıza daha çok var ama bu da fena bir hız değil.

Amasra Ankara'ya 305 km uzaklıkta, şu an ulaşım biraz zahmetli (3 saat 45 dk. sürdü yolculuğumuz) çünkü yol genişletme çalışmalar yapılıyor. Bu çalışma bittiğinde ise 2.30 veya 2.45 saatte gidilebileceğini tahmin ettik. Ayrıca bir daha arayı asla bu kadar uzatmamaya söz verdik. Unutmayın: Amasra Ankara'dan denize en yakın çıkış.

Dönüşte Mengen Ahçılık Okulu'nun restoranında yedik yemeğimizi. Pırıl pırıl yüzleri ve takım elbiseleriyle heyecan içinde servis yapan öğrenciler nedense bizi pek duygulandırdı.

5 Ekim 2010 Salı

ROMA

Gladiators I salute you:)

Gemimizin son durağı Roma ile ilgili yazmaya bir türlü elim gitmedi. Çünkü ne yazarsam yazayım, bugüne kadar hakkında milyonlarca yazı yazılmış olduğundan emin olduğum böyle bir şehir için yeterli olmayacak, hele bizim gibi sadece bir gün geçirenin ekstradan söyleyebileceği ne olabilir? Zaten en tipik turistik rotalardan biri olarak, buray görmemiş olanımız azdır. KabahaT bizde ki bu kadar geç gittik. “Barselona çok mu farklı sanki, orası için 3 bölüm yazmıştın” diyecekleriniz olabilir. Haklısınız ama kardeşim bu da ROMA yani... Antik dünyanın en önemli imparatorluğunun başkenti, o zamandan bu zamana da tarih ve sanat sahnesindeki ağırlığını zerrece kaybetmemiş, hatta tuttuğunu altın eden İtalyanlar sayesinde değerini daha da arttırmaya devam etmekte olan bir şehir, bir tarz, bir kültür...

Çocuklar için üç boyutlu Roma tarihi kitapları


Kısıtlı vakitte “Roma deyince akla ilk gelenler” şeklinde bir gezi programını buraya daha önce de gelmiş olan Özge ve Güçlü yaptı. Gemimizi tura başladığımız liman olan Roma-Chitta Veccia limanında sabah 10 sularında terkedip, daha önce Suat’ın internet üzerinden ayarladığı minibüsle yaptık Roma turumuzu, akşamki uçak saatimiz gelen kadar keyifle gezdik.

Listemizde San Pietro Meydanı, San Pietro Bazilikası, antik Roma şehri kalıntıları ve yanındaki muhteşem yapı Collesium, Popolo Meydanı, bizim “Aşk Çeşmesi” diye bildiğimiz Trevi Çeşmesi, İspanyol Merdivenleri ve Pantheon var. Ama bu mekanları ne görsel olarak anlatmaya ne de bende hissiyatı tasvir etmeye “çabalamaya” hiç niyetim yok. Çünkü samimiyetle söylüyorum ki ne desem yetersiz ve bayat olacak. Roma’ya sebil tur var, gayet ekonomik. Kendi gözlerinizle görmek inanın daha pratik bir çözüm, zaten görmediğiniz kabahat:) Ama madem hakkında yazı yazıyoruz ve bu yazıyı yazmadan da serinin sonunu getiremeyeceğim, o zaman kendi görüşümü şöyle özetleyeyim: Roma bence insanlık tarihinin, onlarca yüzyıllık birikimini “toplu halde” en güzel şekilde yansıtan şehir. Bu birikim din, inanç, kültür, estetik, sanat, siyaset, devlet yönetimi, moda, mimari, yemek gibi insanlığın yarattığı değerlerin hepsini ve zaman içinde geçirdikleri evrimi kapsıyor. Ben şahşen San Pietro Bazilikası'nı gördükten sonra kilise-katedral gezme defterini kapattım. Kendi kategorisinde "ultimate" denecek cinsten bir mekan (eh, Katoliklerin "kâbesi" diyebiliriz buraya, olsun o kadar, değil mi?), bunun üstüne daha 1000 kilise görseniz artık estetik ya da ruhani bir tat almazsınız.

San Pietro Meydanı

Trevi Çeşmesi'ne çıkan sokaklardan birinde, eski bir mahzenden bozma olduğunu anladığımız, kendi halinde, ama kendi halindeliği bile estetik olan bir restoranda klasik İtalyan yemeklerini tattık. İtalya'nın rahat düşkünlüğünün Roma'da tavan yaptığını bir kez daha müşahade ettik: Saat öğlen 2'yi gösterdiğinde artık Allah gelse yemek siparişi veremeyebilir, ki şehrin en turistik ve kalabalık yerinden bahsediyoruz. O derece. Panik halinde, saatin 2 olmasına dakikalar kala yiyebileceğimizden fazla yemeğin siparişini verdik. Hiç birini de ziyan etmeden bitirdik. Saat 2'de ise garsonlar restoranın kapısını kilitlediler ve kendilerine ziyafet sofrası kurdular:)

Vatikan'ı koruyan İsviçreli Muhafızlar

Roma Parlementosu

İspanyol Merdivenleri

Roma'ya defalarca gitseniz yine gitmek isteyeceğinizi düşünüyorum. Gitmeden mesela "Melekler ve Şeytanlar" filmini de izlemek, işin içine gizem , gerilim, macera unsurları da katacağından hoş olabilir:) Ayhan Sicimoğlu boşuna 3 bölüm ayırmamış Roma’ya, gidince daha iyi anladık:)
Antik Roma'nın kalıntıları

Pantheon
(Seyahat boyunca gözlüklerimi sadece Roma'da takma ihtiyacı hissettim, ihtişamını net görebileyim diye:)