16 Ocak 2011 Pazar

ARBEIT MACHT FREI

Auschwitz'in (ve çoğu toplama kampının) giriş kapısındaki meşhur yazı: "Arbeit macht frei= Çalışmak özgürlük getirir"...


Birileri "Sadece benim dediğim, benim istediğim gibi olsun; benim isteklerim diğerlerininkininden daha önemli ve özeldir, ben de herkesten üstünüm, bu yüzden benim istemediklerimi isteyenlerin, benim gibi düşünmeyenlerin hakları yok edilebilir, hatta kendileri de... Çünkü ben güçlüyüm, bu yapacağım herşeyi meşru kılar" dediğinde ve bu kişiler siyasi iktidarı eline geçirdiğinde neler olur? Dünya tarihi bu düşüncelere sahip kralların, devlet adamlarının, askerlerin ibret verici hikayeleri ile dolu.

Nazilerin 2. Dünya Savaşı arefesinde kendileri gibi düşünmeyen, kendi inandıklarına inanmayan veya kendilerine benzer olmayanları adım adım, önce toplum dışına itip, nihayette toptan yok etmeye varan eylemlerinin arkasında buna benzer bir söylem yatıyordu. Mağdur söylemi ile gücü ele geçirenlerin bir süre sonra kendilerinin zulmeden ve mağdur yaratan rolüne bürünmesi ne garip bir paradoks...

Naziler 2. Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde kendilerinden olmayanı marjinal boyutta "ötekileştirmeye" zaten son hızla başlamışlardı. Bunlar arasında kendilerine göre en büyük tehdit (hem çok oldukları hem de zamanın Almanyasının ekonomik güçlerini ellerinde tuttukları için) Yahudilerdi. Bu nedenle genelde "Yahudi Soykırımı= Holokost/Holocost" olarak bilinen soykırım, aslında toplumun Naziler gibi düşünmeyen her kesimini kapsıyordu: En büyük kaybı vermekle birlikte sadece Yahudiler değil, komünistler, bedensel ve zeka özürlüler, eşcinseller, çingeneler, hatta zaman içinde Lehler, Slavlar, nihayet karşıt görüşlü Almanlar da "soykırım" tanımının tam olarak hakkı verilerek, "sistematik" bir şekilde yok edildiler. Kaç milyon kişinin hayatını bu sistematik kıyımlarda kaybettiğinin kesin bir dökümü olmamakla birlikte, bu rakam bazı kaynaklara göre 15 Milyonun üzerindedir. Örneğin; zaten hükümetçe fişlendikleri için kayıtlarına nispeten kolay ulaşılabilen Yahudilerin 2. Dünya Savaşı öncesinde Kıta Avrupası üzerindeki nüfusları 4,5 milyon civarında iken, savaş sonrası bu rakam 500.000 lere inmiştir.

Bu "ötekileştirme" projesi, "arî" Alman ırkından olmadıkları halde Almanya'nın hertürlü zenginliğini ellerinde tutan, gerçek Almanların haklarını yiyen, sömüren Yahudi kökenli Alman vatandaşları yüzünden mağdur olduklarını iddia eden ve bu mağduriyeti telafi etmek sözüyle iktidara gelen, Adolf Hitler liderliğindeki Nasyonel SosyalistAlman İşçi Partisi (isimdeki paradoksa da ayrıca dikkat edilmeli sanırım) tarafından yürütülüyordu.

Naziler savaş öncesinde önce sarı yıldız takmaya, sonra gettolarda yaşamaya mecbur bırakarak "fişledikleri" insanları, savaşın başlamasıyla birlikte son sürat özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde inşa ettikleri pek çok çalışma kampına gönderdiler. Kamplar savaş boyunca Alman vatandaşlarına zaten hükümet tarafından manipüle edilen devlet yayınlarında bir tür "tatil köyü" olarak tanıtıldı. Bazı ari kökenli olmayan Alman vatandaşlarının, vatanlarına borçlarını ödemek için, gayet insani şartlarda, gönüllü olarak çalıştıkları, karşılığında devletlernin de onlara çok iyi baktığı propogandası yapılıyordu. O yüzden o kamplarda yaşana vahşetin boyutu ancak, Almanya savaşta resmen mağlup olduğunda ortaya çıktı.

Bu kamplardan bir tanesi "özel" öneme sahipti. Çünkü bu kamp o dönemde yapılmış kampların en büyüğü olmasının yanı sıra, resmi olarak bir "ölüm kampı", Nazilerin tabiriyle "Final solution to the Jewish question = Yahudi sorununa nihai çözüm" yeri idi. Buradan canlı çıkmak imkânsızdı.

Auschwitz Kampı, Polonya'da, Krakow 'a yaklaşık 70 km mesafede bulunan Oswiecim şehrinde bulunuyor. Auschwitz aslen Auschwitz, Birkenau ve Monowitz isimlerini taşıyan üç büyük kamptan oluşan bir yer. Auschwitz içlerinde en büyük olan. Bugün tamamı "mezarlık" olarak kabul edilen bir müze olarak, insanlık tarihinin en acı gerçeklerinden biriyle yüzleşmeye cesareti olan insanların ziyaretine açık. Göreceklerinize inanmakta zorlanacağınız garantidir. 2004 yılında yolum düşmüş oraya, daha doğrusu işimin uzaması nedeniyle kaçırdığım bir uçağın bana kazancı oldu burayı görmek... Ben "kazanç" diyorum, o zamandan sonra her basit sıkıntıda mızıldandığımda en azından "hakkım var mı acaba" diye sormama sebep olan tecrübelerden biri olduğu için... O zaman oraya gitmek istediğimi duyan Polonyalı meslekdaşlarım ise dehşete düşüp "İyi düşün. Biz bile gitmedik ve asla da gitmeyeceğiz" demişlerdi. Haklı olabilirler kendilerine göre, muhtemelen ailelerinde bu dehşeti doğrudan yaşamış olanlar vardı.

Auschwitz insanın insana neler yapabileceğinin yaşayan en somut örneği bana göre. O dehşet günlerinin izleri hala canlı çünkü. Öyle ki, aradan geçen 60 küsür yıla rağmen, ne şekilde ve hangi şartlarda öldürüldükleri anlaşılmasın diye cesetleri yok etmek amacıyla kurulan krematoryumlarda yakılan insanların küllerinin boşaltıldığı havuz hala dolu...

Auschwitz'in hikayesine tek tuşla ulaşabilirsiniz, ben burada kendi objektifime takılanların bir kısmını paylaşacağım sadece. Söz şimdi fotoğraflarda:

"Schindler's List" filminden burayı hatırlayabilirsiniz: Auschwitz'e yük vagonlarında getirilen yüzbinlerce insanın aç, susuz, hasta olarak günlerce süren seyahatleri sonunda, "son adresleri" olduğunu bilmeden ayak bastıkları ilk yer (raylar bir süre sonra bitiyor zaten, çünkü oraya girenler için o noktadan ötesi yok... )

Çok büyük bir alana yayılmış kampın, sözde "yatakhane" olan binalarından bazıları


Müze duvarları bu kampta ikamet (!) etmiş binlerce insanın, kampa giriş ve (ölmek suretiyle) çıkış tarihlerinin yazılı olduğu binlerce fotoğrafları ile kaplı. Yaşları ve cinsiyetleri ne olursa olsun hepsinin ortak noktaları, hiç birinin kampa girdikten sonra 2 aydan fazla yaşamamış olması...

Belki de en büyük acıları yaşamış olan çocuklar: Hem anne-babalarından ayrıldıkları için , hem de çoğu en acımasız tıbbi deneylerde canlı kobay olarak kullanıldıklarından...Ve kampa geldiklerinde üzerilerin olan kıyafetleri...

Kampa girenlerin giymek zorunda oldukları kıyafetler...

Binlerce insanın altalta üst üste yığıldıkları, şiltesiz ranzalar. Kampın ilk yıllarında içi samanlı dolu ve kaba kumaşla kaplı olsalar da şilte varmış. Sonra bu "aşağılık" varlıklara masraf yapılmaması gerektiğine karar verildiğinden, şilte olayı tümden kalkmış.

Tuvaletler... Yüzbinlerce insanın olduğu kampta tuvalet niyetine sadece bir kaç yüz "delik" yapılmış olduğunu, herkesin tuvalet ihtiyacını görmek için sabah ve akşam sadece bir kaç dakika hakkı olduğunu dikkate alarak bakın bu fotoya...

Kampın tamamını çevreleyen, esasen kimse kaçamasın diye yapılmış olan ama oradaki hayata daha fazla tahammül edemeyen pek çok mahkumun da üstlerine bilinçle atlayarak hayatlarına son verdikleri elektrikli teller.

Genelde diğer mahkumlara ibret olması için, mahkumların tamamen sudan bir gerekçeyle, hatta çoğu zaman gerekçesiz olarak asıldıkları dar ağacı.


Savaş sonunda, yenilen Nazilerin kaçarken kampta gerçekte neler olduğu anlaşılamasın niyetiyle havaya uçurmaya çalıştıkları, ancak çoğu ayakta kalan krematoryumlardan biri.

Naziler mahkumları yok ederken pek çok yöntem denediler: Önceleri kurşuna dizdiler. Kısa sürede bundan vazgeçildi, çünkü "aşağılık" varlıklar için kurşun harcamak gereksiz yere maliyet yaratıyordu. Üstelik kısa sürede pek çoğunu ortadan kaldırmaya yetmiyordu. Zaman içinde havasız bırakmak, asmak gibi pek çok alternatif yöntem denendi. Ama hiç biri "hem düşük maliyet hem de kısa sürede çok insanı yoketme" kriterlerini tam olarak karşılamıyordu. Derken kendilerince "mucizevi" çözümü buldular: Zyklon B verilerek aynı anda yüzlerce kişiyi öldüren gaz odaları... Müzede sayısız boş ziklon b kutularıyla dolu galeriler var. Tabii bunlar Nazilerin kampı terkettikleri tarihte ele geçenler sadece...

İlk girişte mahkumların ürküp, panik yaratmamaları için "duş" görüntüsü verilerek dizayn edilmiş gaz odalarından biri...

Ölüm Treninden inen herkese valizlerinin üstüne adlarını ve geldikleri yerlerdeki adreslerini yazmaları istendi. Çünkü kendilerine bavullarının sonradan, odalarına (!) gönderileceği söylendi. Zaten giderken yanlarına sadece bir bavul almalarına izin verilmiş insanlar, kendilerince en kıymetli ve en gerekli eşyalarını koydukları bu bavullara isimlerini yazdılar. Ama o bavullar asla sahiplerine ulaşmadı. Çünkü sahipleri artık bu eşyalara ihtiyaç duymayacakları bir yere gelmişlerdi. Trenden inenlerden en yaşlı, hasta, sakat ve zayıf olanlar dorudan gaz odalarına gönderilirken, kalanlar "ölümüne" çalıştırılmak üzere ayrıldılar. Bavullardaki eşyalar ise ayrı bir yerde titizlikle boşaltılıp tasnif edildi. Değerli eşyalar devlet malı olarak kaydedildi, kalanlar ya yağmalandı, ya geri dönüşüm için fabrikalara gönderildi ya da imha edildi. Geriye sadece hala sahiplerini bekleyen bu bavullar kaldı.

Ve sahipleri ölüme gittiği için artık giyilmeyecek milyonlarca çift ayakkabı...

Bedensel ve zihinsel özürlülerin zaten hiç bir şekilde yaşama hakkı olmadığına inanılıyordu. Onlar sadece kıymetli devlet kaynaklarını yiyen, sömüren asalaklardı. Dolayısıyla yaşlılarla birlikte, ölüme ilk gidecek olanlardılar. Onlardan geriye kalanların bir kısmı müzede görülebilir.




Kamptaki bir yazıt: "Nazilerin, Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden (gelen) çoğunluğu yahudi, yaklaşık bir buçuk milyon civarında erkek, kadın ve çocuğu öldürdükleri bu yer sonsuza dek bir çaresizlik çığlığı ve insanlığa uyarı olsun"