26 Eylül 2011 Pazartesi

EGE'DE BİR YER - I




Başlığı özellikle böyle attım. Çünkü tatil rotamızda 3 yıldır yer alan, artık iyice şehirleşmiş ve “medya yıldızı” olmuş, olunca da neye uğradığını şaşmış bu Köyün ekstra reklâma hiç ihtiyacı yok. Anladınız değil mi nereden bahsettiğimi? Ege'de bir Yarımada üzerinde, 4-5 yıl öncesine kadar sadece ve ağırlıkla İzmirli turistlerin ve sörfçülerin bildiği, denizde kıyısı olmayan, bir miktar metruk taş evden oluşan bu Köy bu sene tatil rotamızın da ilk durağıydı… "Köy" demeye devam edeceğim ama artık köylükle (en azından yaz aylarında) alâkası kalmadığını da bilin.



Hayatının akışı sakin ve (bilinçli macera arayışları dışında) yormayan tatil yerleri asıl tercihimiz. Türkiye’de bu kolay iş değil, nitekim kalabalık bir ülkeyiz, kabımıza sığmıyoruz. Çoğunluğumuz genelde kalabalık, içiçe aile ve ortamlarda yetiştiğinden midir nedir, içine girdiğimiz tüm sosyal ortamlar da alabildiğine kalabalık olsun istiyoruz, seviyoruz . Hem iletişim hem de ulaşım imkânlarının son sürat arttığı ve kolaylaştığı bu dönemlerde hemen her yer ve herkes eninde sonunda popüler hale gelecek, başta ekonomik motivasyon olmak üzere, bilemeyeceğimiz bir yığın nedenle, zorla da olsa popüler (ve kalabalık) hale getirilecektir. Yani alışmaktan başka çare yok gibi:)

Böyle bir durumda, stratejiyi de adeta bir "oyun" havasına büründürüp, buralarda bulunup da yine de sessiz, sakin kalmayı başarmış, gizli saklı mekanların, ortamların arayışına düşmek de ayrı bir keyif oluyor. Tatil demek rahatlık demek, cana gelebilecek zararlar dışında, bir tatilde olan-olabilecek hiç bir can sıkıcı şey bizim o seyahat ya da tatilden aldığımız keyfi gölgeleyemez. Hatta bir "yaşanmışlık" ve "tecrübe" olduğundan, tatil sonrası birikimlerimizi, sohbetlerimizi de zenginleştirir, anlata anlata o can sıkıcı olayın karikatürize bir hale dönüştüğü de çok olur:)

Evet, Köy ve üzerinde bulunduğu Yarımadanın “ambiyansı” çok hoş, hatta Köy dışında Yarımada üzerinde bakir ve sakin olan pek çok başka yer de var. Ancak, tıpkı Güney Ege’nin bir başka kontrolsüzce popüler hale gelmiş tatil şehri gibi, burası da artık kontrolsüz bir kalabalığı (ve dolayısıyla yatırımı) mıknatıs gibi üzerine çektiğinden, özellikle "high season" denilen Temmuz-Ağustos aylarında bizim gibi “yabani” turistlere çok cazip gelecek bir yer değil. Fakat gerçeklerden de kaçamıyoruz: Çok sevdiğimiz bir grup arkadaşımız bir süredir burada (ve İzmir’de) yaşıyorlar ve biz onları ille de görmek istiyoruz. Bu şartlar altında, sevgi üstün geliyor tabii ki:)



Alaçatı'nın güzel sokakları, böyle boşken güzelliği çok net

Hem toplum hem de bireysel olarak her şeyin “suyunu çıkarmak” eğilimindeyiz, hatta eğilimin ötesinde, bilfiil çıkarıyoruz. Duygularımızı, davranışlarımızı abartıyor, sevdiğimiz şeyleri de (insan, mekân, fikir vb. fark etmez) sevdiğimiz için adeta öldürüyoruz. İşte, bence bu şirin Köye yapılan da tam bu: “Çok sevdiği için öldürmek”



Evet, Köy Türkiye’de örnek teşkil eden yerel bir sivil toplum organizasyonun yoğun çabası ile korunmaya çalışılıyor. Bu kapsamda Köydeki mimari dokuya uymayan binalar, çok katlı yapılar yapmak, araçla Köy merkezine girmek vb. yasak. Hatta işletmelerin plastik sandalye kullanması, döner, kokoreç gibi kokusu çevreyi taciz eden yiyecekler satmaları dahi yasak. Hepsi çok güzel, takdire şayan. Ama beklenmeyen (yoksa "beklenen" mi demeli?) sonuç: Medya bombardımanı nedeniyle her taşın altından bir “butik” otelin, bir “butik” restoranın, bir “butik” işletmenin fışkırması…



Bu kadar çok “butik” olma iddiasında mekan olunca “butik” kelimesi de gerçek anlamından tamamen uzaklaşmış, anlamı Türklerin kendisinden anlamak istediği yepyeni başka bir anlamla yer değiştirmiş oluyor. Bu kadar çok “butik” işletme olursa, elbette acımasız (ve belki bir miktar "etik olmayan") bir rekabet de aynı anda gelecektir (Buna güzel bir örnek: Küçük Otelleri Kitabı'nın bu yılki baskısına en çok otel bu Köyden katılmış).


Bu rekabet ilk etkisini özellikle kafe-restoran-bar tarzı işletmelerde sokaktan geçen müşteri adayının dikkatini çekmek ve diğer mekanlardan müşteri çalmak niyetiyle açılan “müzik sesi” olarak gösteriyor. Her mekânın müziği birbirine karıştığı için, ve zaten yollardan sel gibi akan insanların uğultusu her daim mevcut olduğundan, nihayette ortaya çıkan hoş olmayan bir gürültü. Ve bu durum Köyün doğal ambiyansı ile taban tabana zıt, bana kalırsa Köy merkezi için çok da antipatik etki yaratıyor.

Oysa ilk kez 2009'da gittiğimizde dahi, kalabalık aynıydı da, mekânlardan taşan müzik sesi yoktu, bu konuda o zaman mevcut işletmeler kendi aralarında bir uyum ve anlaşma sağlamış görünüyorlardı. Daha yüksek ses eşliğinde eğlenip dansetmek isteyenler, Yarımadanın daha ücra bölgelerine dağılmış ve sabaha kadar açık olan gece klüplerine gidiyorlardı. Geçen 2 yılda yeni açılan mekân sayısı adeta roketlendiği için, işletmeler arasında bu uyumun kalmadığı, konulan kuralları da özellikle yeni işletmecilerin takmadığı anlaşılıyor. Bu takmama hali, genelde bu tür yerler için sonun başlangıcıdır, zira kısa zamanda bu zamana kadar başarılı koruma çalışmalarıyla ve tamamen işletmecilerin iyi niyetli katılımlarıyla Köyü bir "marka" haline getirmiş sivil toplum örgütünün kuralları, tavsiyeleri de bir süre sonra daha çok kazanç peşinde olan işletmeler tarafından dikkate alınmaz hale gelecektir. Bu projeksiyonumda haksız çıkmayı dilerim bu arada.

Anlamakta zorlandığımız şey şu: Yüzlerce yıldır, bırakın yeni bina yapılmasını, mevcutların tadilatı dahi çok sıkı teknik ve estetik kurallara tabi mini minnacık Porto Fino'ya, bu Köyden kat kat fazla turist yağıyor ve dünyanın parasını bırakıyor. Ama oranın sokaklarında böylesi bir kalabalık, böylesi bir uğultu olmuyor. Dahası, Porto Fino halkı ve esnafı da "daha da para kazanmamız lazım, illa ki yeni oteller, yeni restoranlar vs. açalım, müşterinin dikkatini çekmek için müziğin sesini az biraz daha açalım" demiyor. Biz de işler nasıl kısa sürede benim "sevdiği için öldürmek" diye tanımladığım bu durumlara geliyor???



Kalabalık kısmına değinmek aslında gereksiz olacak, ama yani öyle böyle değil. Ben hiçbir zaman insanların kalabalık ortamlardan nasıl bir keyif aldıklarını, daha da ileri gidip bunu bir "yaşam tarzı" haline getirmelerini anlayamadım. Benim onları anlayamadığım gibi, onların da benim gibi düşünen insanları anlamadıklarını düşünüyorum. Kendilerine saygılıyım, yeter ki onlar da bizim gibi sessizlik ve sakinlik arayışında olan insanların zaten zar-zor bulabildikleri doğal yaşam ortamlarına saygılı olsunlar.


Gerçekten pek çok insan kalabalık ve gürültüyü seviyor. Daha doğrusu seviyor mu bilemeyiz, ama en basitinden ultra kanıksamış, hayatının parçası saymış durumda.


Yarımadanın en "tropik" görüntülü denizi Ilıca'da


Peki insan tatile niçin çıkar? Özellikle 30’larını geçmiş, çalışan kesim için soruyorum: Geldiğiniz yerdeki yaşam alışkanlıklarının dışına çıkma fırsatı değil midir tatil denen lüks zaman boşluğu? Köye gelenlerin neredeyse tamamını İstanbul-Ankara-İzmir turistinin oluşturduğunu dikkate alırsak; eğer aynı yaşadığınız yerdeki gibi her yere arabayla gitmeniz, her gittiğiniz yerde park yeri bulmanız, park için para ödemeniz, en basit bir yemek için dahi uzun uzun planlar yapmanız gerekiyorsa, herhangi bir mekânda yer bulabilmek için daha sabahın erken saatinde rezervasyon yaptırma telaşına düşüyorsanız, üstelik rezervasyonla gittiğiniz yerde yoldan akın akın geçenler size değiyor, çarpıyorsa, para vermeden neredeyse hiçbir yerde denize giremiyorsanız, allah aşkına bunun neresi tatil oluyor?


Bizim gibi düşünüyorsanız, bu Köye kış, ilkbahar ve sonbahar aylarında gidin, özellikle Temmuz ve Ağustos aylarında uzak durun. O zaman gerçek ruhunu sindire sindire yaşayabilirsiniz. Çünkü Köy ve Yarımada gerçekten güzel, fakat kalabalık nedeniyle güzelliği biraz gölgeleniyor, geri planda kalıyor. "Yüksek Sezon" diye tanımlanan dönem dışında çok daha büyük keyif verecektir. Bizim familyadan değilseniz de, o zaman özellikle Temmuz ve Ağustos aylarında burayı ziyaret etmeniz uygun olur.