23 Ekim 2011 Pazar

SAKLI BİR CENNET: BAFA GÖLÜ


Çocukken Bafa Gölü’ne gitmek bir olaydı bizim için. Bafa Gölü'ne, Söke’ye çok yakın olmasına rağmen, o kadar sık gidilmezdi, ama gidilince de biz çocuklara bayram olurdu. Kuşadası’ndaki yazlık evimiz bitince bir daha gitmedik. Ta ki 2003 yılına kadar. 2003’ün çok soğuk bir Şubat günü bir grup arkadaşımızla Heraklia Antik Kentini gezmeye gidip, çok etkilenmiştik bu çocukluğumuzdaki haliyle kalmayı başarabilmiş büyülü yerden. Bafa Gölü’nü sarıp sarmalayan ve genel olarak Ege kıyılarının önemli bir kısmı boyunca denize uzanan Beş Parmak (antik dönemdeki adıyla “Latmos”) Dağları, mitolojiye en çok hikaye üretmiş, malzeme vermiş mekanlardan da biri aslında. Bu sene tatil planımıza tarihe ve mitolojiye meraklı dostumuz Suat da katıldığı için, rotaya Bafa Gölü bölgesini ekleme fikri ondan geldi. Suat uzun yıllar önce bölgeye gitmiş, trekkinglere katılmış, tadı damağında kalmış. Önermesiyle kabul etmemiz bir oldu.

Çoğunuz bilmeyebilirsiniz: Bafa Gölü ve onu çevreleyen Beş Parmak Dağları bünyesinde doğal güzelliklerin yanı sıra, çok önemli tarihi eserler, kalıntılar barındırıyor. Hatta bu güzellikler ve kalıntılar o kadar yoğun ki bu bölgeye layıkıyla gezip keşfetmek ortalama 15 gün gerektiriyor. Mitoloji’nin popüler lokasyonu olan bu bölgede bu kadar çok kalıntı olmasına şaşmamak lazım aslında. Büyüleyici doğal güzellikler, o dönemler için ideal yaşam alanları demek olan savunması nispeten kolay, güvenlikli bölgeler ve verimli topraklar tarih öncesi dönemden başlayarak pek çok uygarlığın bu bölge üzerinde yerleşmesine sebep olmuş. Belki ortaokul ve lise ders kitaplarından hatırlayacağınız, arkaik dönemlere ait bazı mağara resimleri de bu dağlarda bulunuyor. Düşünün yani, hikayesi ne kadar eski…

Alaçatı’dan ayrılıp İzmir-Aydın Otobanının Ortaklar – Söke- Kuşadası çıkışından çıkıp, Bodrum yoluna sapmanız gerek Bafa’ya ulaşmak için. Bu yoldan geçenlerin yapmak zorunda olduğu bir aktivite de Ortaklar ve Söke arasında yan yana dizilmiş çöp şişçilerde çöp şiş yemek. "Zorunda" diyorum, çünkü yapmazsanız (ve vejetaryen değilseniz) bu lezzeti kaçırdığınıza pişman olabilirsiniz. İyisi mi yolunuz düşerse, bir tadına bakın:)

Bafa Gölü yoluna akşam üstü saatlerinde, hani o güneşin en tatlı portakal - kızıl ışınlarını yaymaya başladığı sırada girdik. Yola sapmamızla birlikte, manzara da o noktaya kadar gördüklerimizden birden ve o kadar keskin şekilde farklılaştı ki, dinlediğimiz müziği de böylesi mistik bir ortama çok daha uygun düşeceğini düşündüğümüz Kelt müziği ile değiştirdik. Maki bitki örtüsüyle uzaydan fırlatılmış gibi görünen dev kaya kütleleri bir ortama ancak bu kadar mistik bir hava katabilirdi. Bizim oralar genelde ovalık ve makiliktir. O yüzden beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkan ve volkanikmiş hissi veren bu parça parça serpilmiş kaya kütlelerinden çok etkilendik.

Kapadokya' dakilere benzeyen kaya kütleleri

Kapıkırı köyünde bulunan ve Küçük Oteller Kitabından “rakı sevenleri özellikle seviyorlar” notu nedeniyle seçtiğimiz, “jungle” haline gelmiş bir bahçede kaybolmuş bungalov odalardan oluşan pansiyonumuza yerleştik. Bahçeden sonra göze çarpan, pansiyonun resepsiyon bölümünün kütüphane ve tabii sayısız kitapla kaplı olması. Sahiplerinin okumaya meraklı oldukları hemen anlaşılıyor.

Pansiyonumuzun girişi ve restoranı

Burada vaktimiz kısıtlı olduğu için, ilk iş güneş batmadan antik kentin kalıntılarının hiç olmaza bir kısmını görmek oldu. Hafif çaplı mini bir yürüyüşle şehrin agorasını, uzaktan da olsa tiyatrosunu, bir takım başka yıkıntıları görme imkanı bulduk. Bu mini turda artık modası geçti sandığımız, eski bir “turistik yer kabusu” olan yemenici teyzelerin ciddi tacizine uğradık. Bu öyle bir şey ki, el emeklerini satarak 3-5 kuruş kazanamaya çalışan insanlara kızmanız kolay olmuyor. Diğer taraftan neredeyse kolunuza yapışacak kadar yakın mesafeden “taciz “boyutuna varan “al al al” ısrarları ister istemez bir süre sonra tepenizi attırıyor. Hadi bu neyse, işin kopma noktası almadığınız için üstüne bir de azarlanmak, vicdanınıza dokunsun diye söylenen sitemkâr laflar oluyor:) Uzundur başımıza gelmediği için unutmuşuz, ama Kapıkırı’nda ise Alev’in tabiriyle “Yemeni Tacirliği” son hız devam etmekte:)

Göl kıyısında muhteşem bir güneş batışına şahit olduk. Zaten Bafa gölünde güneşin batışını seyretmek özellikle tavsiye edilen, hoş bir tecrübe… Köy, "sevimli bir Ege Köyü göreceğim" hayaliyle gidenleri biraz hayal kırıklığına uğratabilir. Biraz metruk ve bakımsız.
Kapıkırı'nın tepeden görünümü

Sadece bir gece kaldığımız pansiyonumuzun odalarına "zevkli" diyemeyiz, ancak ultra temiz ve düzenliydi, ki zaten başka ne isteyelim? Ama asıl unutulmaz olan, pansiyon sahibimizin kendi elleriyle yaptığı ve çatlayana kadar yemezseniz tatmin olmadığı ızgaralar ve eşinin hazırladığı zeytinyağlılardı. Zeytinyağlı pırasa hepimiz yedik, annemin sırf bana yedirebilmek için yarattığı şahane yemeği etli, nohutlu pırasayı da bilirim, ama zeytinyağlı, koruk suyu ekşili, nohutlu pırasayı ilk kez orada tattık ve lezzetine bayıldık. Sırf bunu yemek için bile yine gitmek isterim.

Eğer bu yeşil sağanağı arasından seçebilirseniz, kaldığımız odanın fotosu:)

Pansiyonda seyyah modunda daha çok yabancı turist bulunuyordu. Pansiyon sahibi ve aynı zamanda rehberlik yapan oğlu ile sohbetlerimiz geç saatlere dek sürdü. Bize hem bölgenin tarihini, hem de bölgenin korunması ve tabii korunamamasıyla ilgili endişelerini, şikayetlerini, yapılsa iyi olacakları anlattılar. Rehber olan genç arkadaş kısıtlı zamanımıza uygun bir trekking parkurunu ertesi sabah çok erken yola çıkarsak yaptırabileceğini, yaklaşık 2,5 saat sürecek bu yürüyüşte antik şehir kalıntıları ve mezarların yanı sıra, eski bir Bizans Kilisesi kalıntısı göreceğimizi söyledi. Sabah 6’da yola çıkmak gereği bizim uzamış sohbetimizin de sonunu getirdi zaten:)

Sayısız vadiden bir tanesi

Ege’de güneş yüzünü Doğu bölgelerine kıyasla geç gösterir yüzünü. O yüzden erken saatte yapılacak yürüyüşler için uygun serinlik olur o saatlerde. Biz de güneş yüzünü göstermeden, etraf henüz alaca aydınlıkken çıktık yola. Bizle beraber 8-9 kişilik çoluklu çocuklu 2 Fransız aile de vardı. Rehberimiz epeyce bilgili ve konuşkandı. Eskişehir’de üniversite okumuş, gelmiş köyüne, toprağına ve tarihine sahip çıkmış. Oralarda büyüdüğü için bölgeyi avucunun içi gibi biliyor. Kendi gayretleriyle almanca ve İngilizce öğrenmiş, gayet güzel konuşup yabancılara en azından ihtiyaç duyacakları temel bilgileri veriyordu. Sabahın kör vakti afyon patlamadığından mıdır ne, biz biraz fazla konuştuğunu düşündük:) Ancak, hiç konuşmamak ve bilgi vermemek de büyük beklentileri olan turist gruba yapılacak iş değildi tabii:) "Kendimiz biliyoruz ya yeter" şeklinde bencil bir histi açıkçası:)

Yürüyüş rotasında sıkça göreceğiniz kaya mezarlar


Tabiatın güzelliğinden ve orijinalliğinden etkilenmemek imkansız. Sürprizli kısmı ortamın bir miktar Kapadokya Bölgesini andırıyor olması. O yüzden rehberi can kulağı ile dinlemeyip, daha çok manzaranın seyrine dalıp, binlerce yıl öncesinde burada hayat nasıldı acaba diye hayaller kurduk. Sık sık “ya keşke daha çok kalsaydık da her yeri gezseydik” dedik. Ancak sayılı günden oluşan tatilimizde özenle hazırladığımız ve her gidilecek yerde yaptığımız otelden arkadaşa çeşitli angajmanlar olduğundan, öğle saatlerinde bu bakir ve enteresan bölgeye veda edip, bir sonraki rotamız olan Bodrum’a doğru yola çıktık.

Suat’ın bakış açısından Bafa gölü gezimizin özeti de şöyle:

“Bafa:

Lerzan, Berke ve ailesiyle vedalaşma ve Bafa’ya müteveccihen yola koyuluş. Başak’ın memleketi Söke yakınlarındaki Ali Baba Çöp Şişçisinde çatlayana kadar çöp şiş yeme, restoranın bereketini arttırma, restorandaki kızın bizi çok sevmesi üzerine bize bir de dev karpuz yedirmesi. Bafa gölü kenarındaki Herakleia antik kentine yaklaşırken, büyülü manzaralara en iyi şekilde eşlik edecek Celtic müzik parçaları dinleyerek kendimizden geçiş. Otelimize yerleşip etrafımızı keşfe çıkış. Eski adı Herakleia olan ve muhteşem bir yaratıcılıkla “Kapıkırı” adı verilen yerin ahalisinin ticaretteki cevvalliklerinden bunalan Alev’in, ahaliye “yemeni tacirleri” adını takması. Akşam yemeğinde iyi niyetli ama konudan konuya atlayan otel sahibi ve “politically aware” oğluyla “Türk Siyasal Yaşamı ve Osmanlı Siyaset Sosyolojisi” konularında içkili sohbet toplantısı… Otel yemeklerinin lezzetiyle kendimizden geçiş.

Sabah erkenden 2 kalabalık Fransız aileden ve bizlerden teşekkül etmiş bir grup olarak antik Herakleia kalıntılarına ve manastırlara tırmanış. Yürüyüş esnasında, rehberimiz “politically aware” çocuğun, kerameti kendinden menkul çeşitlemelerinden oluşan sohbetine maruz kalınmamak için yarısı güleç, yarısı nemrut Fransızların kah önlerinde, kah arkalarında, zaman zaman aralarında, ama mutlaka saklanarak yürümeye çalışmak…”

2 Ekim 2011 Pazar

EGE'DE BİR YER - II


Rüzgar sörfü cenneti. Daha uzun kalırsak mutlaka denemek isteyeceğimiz, keyifli bir aktivite...


Bizim bu Köy ile ilgili şansımız, çocukluktan beri oralı olan ve bir kısmı kışlarını da orada geçiren arkadaşlarımız, kuzenlerimiz. Onlar tüm bu kalabalığın, aşırı markacılığın, gösterişin olmadığı sakin yerlerini biliyorlar hem Köyün hem de Yarımadanın (ne kadar kalabalık olsa da hala tenha, bakir yerler mevcut tabii ki). Bu nedenle, kendimizi onlara teslim ediyoruz oraya gidince.

Dostlar

Biz, eğer kuzenimizin evinde kalmazsak, arkadaşlarımızın ailesine ait Sakin Ev ’de kalıyoruz. Adı üstünde işte: Köyün sakin bir kıyısında, sakin bir ortam. Pek çok benzer işletmenin "butik" olma iddiasından tamamen uzak, ama bu kelimesinin tam da gerçek anlamını yaşayan ve yaşatan bir mekân. Otel ya da pansiyondan çok, bir ev havasında zaten, ama müşteri rahatlığı için düşünülmüş "ince teknik detaylar" çok etkileyici. Bu detayları farkedemez de tek tek öğrenmek isterseniz, mekan sahibi Ergin Abi'ye sorun. O size büyük bir zevkle tek tek kurguladığı, hayata geçirdiği teknik detayları anlatacak, kendi dizaynı olan yer altındaki "kumanda merkezi"ni de gösterecektir.
Gördüğüm kadarıyla Köy merkezindeki aşırı kalabalıktan, itiş kakıştan bağışık çok az sayıda mekân muaf. Zaten muaf olmayı isteyen de az gibi. Çünkü Köyün meşhur ana caddesinde, o çılgın kalabalığa rağmen, yol üzerine dizilmiş masalarda yemek yemek moda ve aynı zamanda bu davranış da bir tür statü göstergesi sayılıyor. Medyada çok iyi bildiğiniz pek çok insanı bu masalarda yemek yemeğe çalışırken veya caddede turlarken görebilirsiniz. Tabii önceleri böylesi bir kalabalık yokmuş, sokaklara atılan masalarda rahat rahat yemek yenebiliyormuş, son 3-5 yılın akınıyla belli aylarda özellikle akşamları bu caddede yürümek ve caddeye atılan masalarda yemek yemek nerdeyse imkansız, yine de buna azmeden dolu insan var.
Soldan sağa: Yazımın altındaki eğlenceli "Tatil Özeti" nin yazarı Suat, Kuzenimiz aynı zamanda sevimli Isla Bonita'nın sahibi Gülfem ve ben. Alev'e her bagaj yerleşiminde bol ter döktüren alışveriş torbalarımızı da saymadan olmaz:)  

Tüm bu kargaşadan tam anlamıyla muaf kalmayı beceren restoranlardan biri de Agrilia. Bıraksanız kaldığımız sürece her öğünü orada yiyebiliriz, nitekim de hemen hemen öyle oluyor. Ama tabii, arkadaşlarımızın tavsiyesiyle benzer başka yerlere de gidiyoruz. Agrilia'nın ortaklarından biri ile aramızdaki "hısımlık" bağı bu mekanla ilgili yazacaklarımın obkektivitesini gölgeler mi diye çok düşündüm. Ancak, sonuç negatif. Yani, burası "X" bir yer olsa, fikrim yine aynı olacaktı. Kaldı ki, mekanın bizim naçizane görüşlerimizi aşan referansları var: Agrilia bu Köyün, Yarımadanın klasiklerinden biri aslında, çünkü Köydeki en eski restoranlardan biri (belki de en eskisi). Dolayısıyla, sadık ve tutkulu bir müşteri kitlesi var. 20 yıldır taviz vermedikleri prensiplerle işletiliyor. Kalitesini de özenle koruduğu bu prensiplere borçlu. Asla endüstriyel gıda satılmıyor, yediğiniz her şey sipariş üzerine o anda hazırlanmaya başlıyor. Restoranın sandalye sayısı belli, 20 yıllık müşteri de olsanız kapasite doluysa, ekstradan bir sandalye daha eklemiyorlar sizin hatırınıza. Popülizm hatrına müziğin sesi "biraz daha" açılmıyor, biraz daha masa, sandalye (yer olmasına rağmen) konmuyor. Müzikler şahane, seçimler ve ses ayarı o kadar profesyonelce yapılmış ki ne sohbetinizi bastırıyor, ne yediklerinizi boğazınıza diziyor, geriden hafif hafif eşlik ediyor yediklerinize ve sohbetlerinize.


Agrilia "Slow Food" akımının temsilcisi ve uygulayıcısı




Agrilia'nın içeriden görünümü. Kışın giderseniz şömine keyfi var.


Arkadaşlarımız sayesinde geçen yaz keşfettiğimiz ve beğendiğimiz bir başka yer de Köy Marinası'nın içinde yer alan, genelde tekne ve marina personelinin yemek yediği, ama yemeklerinin eşsiz lezzeti nedeniyle artık bilen herkesin geldiği "Lokanta" isimli restoran. Burada bildiğiniz "ev yemekleri" çıkıyor ama %100 Ege ve özellikle "Anne" usulünde yapılıyor hepsi. Şimdi bir düşünün: Halka halka kesilmiş, üzerine sarmısaklı yoğurt ve domates sosu dökülmüş patates kızartması, kıymalı-sarmısaklı yoğurtlu makarna, imambayıldı hangimizin çocukluk yazlarının deniz sonrası ya da arası öğlen yemeği olmamıştır?
Yarımadanın gerçekten güzel bir denizi var. Bu kadar rüzgârlı ve dolayısıyla genelde dalgalı olmasına rağmen hiç bulanmayan, kumluk bir deniz. Çok bakir, tenha plajların yanı sıra, fiyatı daha ekonomik, imkânları daha mütevazı, kesinlikle medyatik olmayan bazı hoş tesisler var. Bunlardan ikisi Çiftlikköy- Altınkum tarafındaki Okan’s Place ve Ramo Beach. Hafta içi giderseniz çok daha sakin oluyorlar, güneşin, denizin, kumun tadını çıkarıyorsunuz. Yarımadanın diğer tarafında ise isimlerine medyadan aşina olduğunuz pek çok başka plaj da (Babylon, Otto, Aya Yorgi vb.) var, geçen yaz Köy konaklamamız hafta içine denk geldiği için gitmiştik buralara, bu sefer haftasonu olduğu için özellikle gitmedik.

Gerçi bu sefer gittiğimiz Ramo Beach de , pazar günü olması sebebiyle çok kalabalıktı.
Bizim Yarımadada en sevdiğimiz yer Ildırı. Aslında yazının asıl konusu olan Köye çok yakın ama sanki hiç yakın değilmişçesine bakir, kendi halinde bir yer. Küçük restoranlarında Ege mutfağına uygun kahvaltı ve yemekler yenebiliyor. Köyün tepesindeki eski antik kent ve kilise yıkıntısına enginar tarlaları ve zeytinler arasında yürüyerek ulaşmak zevkli oluyor (bunu 2009 Aralık ayında gittiğimizde yapmıştık, yazısı burada).
Bu Köyü ziyaretlerimiz can dostlar nedeniyle daha devam edecek önümüzdeki yıllarda da, ancak onlar olmasaydı, büyük ihtimalle bir veya iki kez görmüş olmakla yetinirdik diye düşünüyorum.
Bu yıl tatile birlikte çıktığımız can dostumuz Suat da kendi bakış açısından tatilimizin daha "bize özel", kronolojik bir özetini çıkarmış. Okurken o kadar eğlendik ki, buradaki kayıtlarımızda yer almasını istedik. Buyrun, Suat'ın esprili bakış açısından "Köy" tatilimizin özeti:
"YOLA ÇIKIŞ:

Haftalar öncesinden kararlaştırıldığı gibi sabahın 3’ünde yola çıkış. Suat’ın bakımdan yeni çıkan arabasının fren sisteminin ciddi bir uyarı vermesi, tüm eşyaların Alev’in arabasına nakli. Alev’in 3000 parçalık puzzle yapar gibi bir edayla onlarca parçadan oluşan bavul, çanta ve torbalarımızı bagaja yerleştirmesi. Yola koyuluş. Başak’ın arka koltukta kendisine bir taht hazırlaması ve boylu boyunca uzanması. Bizimle idareten 2 dakika sohbetten sonra mışıl mışıl uykuya dalması. Alev’le Afyon’a kadar sağdan soldan sohbet, Başak’ın hiçbirşey duymadan uykuya devamı. Afyon. Her tatilcinin ilk varışta yarı yol diye sevinip ikinci varışta tatil bitti diye üzüldüğü, iç sıkıntısını artırmaya bire bir o kuru kentimsi… Başak’ın Afyon’a nasıl bu kadar çabuk vardığımıza şaşırması. Varan’da ağır ama lezzetli kahvaltı. Sabah 9.00’a doğru Ege’nin güzelliklerinin kendini göstermeye başlaması… Başak ve Suat’ın ortalama 20 dk. da bir tuvalete gitme ihtiyaçlarının aynı olduğunu keşfetmelerine sevinmeleri, bu durumdan şoför koltuğundaki Alev’in pek hazzetmemesi. Başak ve Suat’in Varan Tesisleri Tuvaletlerini 2’şer kez ziyareti.

ALAÇATI:

Tekrar yola koyuluş. Başak’ın tahtında mutaden uykuya çekilmesi. Uyandığında Alaçatı’ya varmış olmamız ve Başak’ın buna da şaşırıp sevinmesi. Alev’in yüzünde “la havle” ifadesi. Marinada gemicilerin yemek yediği “Lokanta” isimli yerde tıka basa yemek. Doyduktan sonra sipariş edilen anne usulünde yapılmış dev sarımsaklı yoğurtlu patates kızartması tabağının gelmesi, bunu da bir güzel silip süpürüş ve kendimize şaşırma. Başak ve Suat’ın Marina Tuvaletlerini 2’şer kez ziyaretleri. Lerzan ve Berke’nin ailesine ait “Sakin Ev” pansiyona varış. Sakin Ev’in güzelliğinden, ev sahiplerimizin hoş sohbetlerinden ve misafirperverliklerinden had safhada etkileniş, Atatuş Ailesinin bize “hoş geldiniz” ziyareti yapması sonrası huzurlu bir öğleden sonra uykusunun kollarına kendimizi bırakış...

Akşam hava kararırken uyanış, Ülkü teyzenin buzlu beyaz şarap ikramı, Berke’yle Alaçatı’yı tepeden gören bir noktaya güzel bir yürüyüş, sonra çarşısına çıkış ve yeni yeni dolmaya başlayan restoranlar, kafeler, şık insanlar arasından yürüyerek Alaçatı Çarşı’yı keşfediş. İtalya’da karşılaşılsa servet istenecek manda derisi ve çelik karışımı su geçirmez sörfçü bilekliği ve özel yapım çapalı kolyeyi Suat’ın heyecanla satın alması. Berke, Lerzan, Zeynep, Yaman, Başak, Alev ve Suat’tan oluşan grupla, ana caddenin kalabalığından uzak, güzel bir balıkçıda neşeli bir akşam yemeği. Piyasa Caddesine yakın oturtulmadıkları ve gerektiği gibi piyasa yapamayacakları inancına kapılarak panik olan kızlı erkekli bir grubun garsonları azarlamaları. Bunu Zeynep’den duyan Başak ve Suat’ın o grubu kınamaları, ancak Alev tarafından yine Ergenekonculukla suçlanmaları. Onların da Alev’i yine liboşlukla itham etmeleri.


Ertesi gün Ülkü teyzenin çeşit çeşit peynirli zeytinli reçelli zengin kahvaltısının ardından plaja gitme hazırlıkları. Bu diyarların en iyi plajının Ramazan adlı bir şahsın işlettiği “Ramo Beach” adlı bir yer olduğunu öğreniş ve bu isimden fevkalade etkilenerek , çocuklar gibi şen edalarla plaja vasıl oluş. Alev’in otoparkçı esnafıyla muhatap olmak zorunda kalışları, plaj kumu üzerinde 4x4 olmadan araba kullanmak ve park etmek zorunda kalması…

“Genelde sakin olur ama Pazar günleri normalden biraz daha kalabalık olabilir” denen ünlü Ramo plajında, ancak sardalye tenekesine istiflenmiş zavallı balıkların sahip olabilecekleri kadar geniş bir alanda, Zeynep ve Yaman’ın erken gelmeleri sayesinde kendimize yer kapmaya muvaffak oluş. İpek gibi kum, buz gibi soğuk berrak su, Çeşme’nin denizi… Alev ve Berke’nin bel hizasındaki suda, tenis topuna benzer yamuk yumuk garip bir batmaz topu birbirlerine atmaları, mezkur talihsiz topu havada kapmak ve mutlaka ters parendeyle denize düşmek suretiyle kendilerine bir plaj eğlencesi yaratmaları…

Tam arkamızda oturan, sabah plaja vardığımız saatten , akşam ayrıldığımız saate kadar yerlerinden kalkmadan “okey” oynayan 4 kişiden müteşekkil garip aile. El aralarında, ailenin hanımının ortaya çıkarttığı cam kapaklı bir porselen kaptan hep beraber dolmalar atıştırmaları ve sonrasında, çok önemli olduğu malum ama hiçbir zaman çözülemeyecek bir devlet meselesini masaya yatıranların ciddiyete gömülmüş yüz ifadesiyle okeye devam etmeleri. Ramo’nun bizzat elleriyle hazırladığı ya da anne ve baba tarafından muhtelif ve sayısız akrabalarına hazırlatıp sunduğu yemeklerin yenmesi. Başak ve Suat’ın sipariş ettiği spagettilerin herkes yemeklerini bitirdikten sonra lütfen gelmesi ve su içinde yüzen çamur gibi “A la Ramo” spagettiden Suat’in etkilenmeye pek istekli görünmemesi… Başak ve Suat’ın Ramo Beach Tuvaletlerini en az 4’er kez ziyareti.

Ramo’ya veda, otele dönüş, akşam yemeğinde Alev’in kuzeninin eşinin ortağı olduğu meşhur Agrilia Restoranda yemek. Siparişleri verdikten sonra Alev’le Başak’ın apar topar masayı terk etmeleri ve Başak’ın an itibariyle Alaçatı sörf kampında bulunan ve güneş alerjisi olan ve olayı had safhada dramatize eden yeğeni Selin’i otelde ziyaret etmeye gitmeleri…

Ertesi gün Bafa’ya doğru yola çıkma hazırlıkları. Alev’in bir gün önce tamamen boşalttığı bagajı, Başak’la Suat’ın Alaçatı’nın mağazalarından yaptıkları yoğun alışveriş de eklenince bu kez 5.000 parçalık bir puzzle yapar gibi, kan-ter içinde yeniden yerleştirmesi ve Başak’la Suat’ı daha alışveriş yapmamaları konusunda uyarması."