Uzun, upuzun bir
aradan sonra ilk yazım olacak bu. Doğumdan sonra sakin bir dönem geçirdim,
ancak bu süreçte dahi çeşitli seyahatlerimiz oldu oğlumuzla birlikte. Ama
yazmak gelmedi içimden. Bunun bir çok sebebi var. Öncelikle, seyahat yazıları
bana eski heyecanı vermiyor. Çünkü özellikle son birkaç yıldır teknoloji o
kadar hızlı gelişti, o kadar farklı bir boyuta geçti ki bugün merak ettiğiniz
herhangi bir yerle ilgili yüzlerce yorum, tavsiye, eleştiri tek tuşla
ulaşılabilecek şekilde telefonunuzun, tabletlerinizin içinde. Sosyal ağlarda
gittiğimiz yerlerle ilgili görüşlerimizi, yorumlarımızı, fotolarımızı anında
paylaşır olduk. Artık insanlar bilgiye
daha hızlı, pratik ve öz bir şekilde ulaşmak istiyorlar (ben de dahilim bu gruba). Sosyal ağlar da bu
ihtiyacı fazla fazla karşılıyor bana göre. Blog yazarı olduğum halde blog okumuyorum artık, Facebook’ta
bir arkadaşım bir blog yazısına link verirse ve konu başlığı ilgimi çekerse
tıklıyorum yazıya. Ben blog okumazken benim burada yazdıklarımı kim okumak
ister emin olamıyorum.
Yine de yakın
zamanda yepyeni bir tecrübe yaşadığım
için, bunu burada kayda geçirmek istedim. Ne de olsa hala “unutulmaması
gerekeni yaz” görüşüne katılıyorum.
Oğlum dışında, hayatıma yeni
eklenen şey koşmak…
Mart'taki Runtalya
Maratonu'nda karar verdim koşmaya. Bu kararımda, bu konuda sarf ettikleri
bilinçli emek nedeniyle çok takdir ettiğim eşim Alev ile arkadaşlarım Güçlü,
Renay, Ayşe ve Dilara’nın, bir de (hamilelik
de değil de) doğumdan sonra aldığım ama istediğim hız ve miktarda veremediğim
kiloların etkisi var.
Hareketi ve sporu
severim ama hamileliğimin 31. haftasında mecburiyet nedeniyle duran spor hayatım
doğumdan sonra da, üzerime yapışan had safhada fiziksel tembellik nedeniyle,
istediğim performansa ulaşamadı. Düzensiz yapılan sporun bünyeye bir etkisi
yok. Ben de düzenli spor yerine bol bol yatmayı ve yemeyi tercih ettim. Üstelik bunu çok sakin,
uyumlu bir bebeğim ve bizimle kalan, çok sevdiğim yardımcımıza rağmen yaptım.
Yani “bebek olunca çok doğal” diyebileceğim geçerli bahanelerim yok bu
tembellik için. 1,5 yıldan fazla süren bu dönemde ben gerçekten, her anlamda
"durdum". Bir anlamda iyiydi. Hem çocuğumla bol bol zaman geçirdim
hem de kendimi bedenen ve ruhen dinlendirdim.
Fakat bir süre
sonra dehşetle şunu farkettim: Hareketsiz bir yaşam insanı bedenen ve ruhen hem
yaşlandırıyor hem de hasta ediyor. Hantallaştığımı fark ettim, her gün ama her
gün bir yerlerim ağrıyordu. Uzun yıllar düzenli spor yaptığım ve genel olarak
düzgün beslendiğim için bunların bir anda değişen, hareketsiz ve gereksiz yemeli
yeni yaşam tarzımdan kaynaklandığını biliyordum. Ama bir şeylerin spora tekrar dönmem
için beni motive etmesi gerekiyordu, çünkü kendi fiziksel ve manevi gücümü şarj
edemiyordum bir türlü. Antalya’daki 2013 Uluslararası Runtalya Maratonu’nda koşanlar, tam maraton koşan eşim, yarı maraton ve 10K koşan arkadaşlarım bana ihtiyaç duyduğum motivasyonu verdi. İlk koşum için Mayıs
ayındaki Bozcaada Yarı Maratonu’nun 10k parkurunu hedef koydum kendime.
Antalya dönüşü Alev
çaylak koşucular için hazırlanmış bir 10k Antrenman Programı verdi bana, onu
uygulamaya başladım. Layıkıyla uyguladığım söylenemez ama 2,5 ay boyunca her cumartesi
sabah 6'da, Eymir’de 10km koşmayı hiç aksatmadım. Hedef koyunca garip bir enerji geldi
bana, hayatımda 5 km’den fazla koşmamışken daha ilk uzun koşumda net 9 km’ yi
durmaksızın koşarak nasıl tamamladığımı başka türlü açıklayamam çünkü:)
Bozcaada’nın zor
bir parkur olduğunu çevrem sayesinde biliyordum. Bir de koşu saat 14.00’te
başladığı için sıcak durumu daha da zorlaştıracaktı. Eymir’de 10km’yi “1.21”
ile “1.16” arasında değişen sürelerde tamamlıyordum. Ancak Eymir neredeyse
dümdüz, bu nedenle Bozcaada için uygun örmek olamazdı. Bozcaada için, zorluk
derecesini düşünerek, “1.30 ” hedef koydum kendime koşuyu tamamlamak için.
Ancak koşu başlayıp
da ilk yokuş tırmanışına geldiğimde bu hedefin ne kadar naif ve iyimser
olduğunu fark ettim. Ayrıca belki heyecandan, ilk kilometreyi tamamlamaya
yakın, tüm antrenmanlarım boyunca bana gerekli lojistik ve moral desteğini
veren Nike Running programımı çalıştırmayı unuttuğumu fark ettim:)
Anlayacağınız ilk dik yokuşu biraz keyifsiz tırmandım. Yine de kulağımda müzik,
sağımda üzüm bağları, solumda Ege denizi, keyfimi hemen geri getirdiler:)
Tabii her tırmanışın bir de inişi var, tırmanırken kaybettiğim süreleri
inişlerde telafi ettim, bu da beni sevindirdi.
Bu arada maratona
katılan koşucu sayısı geçen yıla göre %100 artmış. Aynı şekilde kadın koşucu
sayında da büyük artış var, geçen seneye göre %40 artmış sayıları. Ortam
şahane: ekip veya şirket grubu olarak koşanlar, tek başına koşanlar, elit atletler,
yürüyenler, koşarken çenesi de
çalışanlar, koşarken eğlenceden de taviz vermeyenler…
3. kilometrede artık dönmeye başlamış 10k’cıları görünce yine hafif
bir sarsıldım. Düşünsenize: ben daha 3. kilometremi koşuyorum, adam 6., 7. km’yi bitirmek üzere:) “5.km” 10k koşanlar
için dönüş noktası, onu dönünce bana tekrar bir keyif geldi: Artık ben de “gidenler”
değil, “dönenler” sınıfına terfi etmiştim çünkü:))) Cidden sıcaktı ama şansa
bakın ki Ege’den esen tatlı meltem koşuculara torpil yaptı. Gerçi arkamızdan
değil, karşıdan esiyordu, olsun artık o kadar.
Son birkaç yüz
metreyi şehir merkezinin içinde koşuyorsunuz, işte o kısım gerçekten çok
keyifli. Herkes size bakıyor, ama alkış yok, zira benden önce koşuyu tamamlamış
yüzlerce koşucu var, millet alkışlama işini bırakmış artık haliyle:) Olsun, ben
kendi kendimi takdir ederek bitiş çizgisine geldim. Skorboard’da “1.22.00”ı
görünce çok sevindim. Çünkü ilk yokuşta ümidi kesme noktasına geldiğim hedefimi
fazla fazla tutturmuştum. Resmi derecem
daha da iyi çıktı (“1.19.32”). 485 kadın sporcu arasından 287. , yaş grubumda
da 39. olmuşum. İlk kez koşan biri için
daha ne olsun? Daha önemlisi kazasız belasız tamamladım koşuyu.
Alev yarı maraton
koştu, o da bir süredir ona sıkıntı yaratan sakatlığı rahatsızlık vermediği
için mutluydu.
Maraton meydanında, kendinden geçmiş halde oğlumuz:)
Koşunun Bozcaada
gibi harika bir yerde olmasının başka bir sürü avantajı var. Hem ziyaret
hem ticaret durumu:) Bozcaada, belki de her ada gibi, kendine has, enteresan
bir yer. Dileğim onun hep bu haliyle kalması. Her şey az ve öz miktarda (gerçi
geçen seneden bu seneye kadar bile epeyce yeni mekân açılmış, buna sevinmeli mi
üzülmeli mi bilemiyorum, çünkü nerede duracağımızı bilmeyen bir toplumuz),
fiyatlar makul, deniz ve doğa şahane…
Geçen yıl olduğu gibi
bu sene de Armagrandi Otel’de kaldık, şehir merkezinde olduğu için düz ayak bir
tatil yapma imkânı sunuyor size. Özellikle çocukla seyahat ediyorsanız, ideal. Ayrıca
koşunun başladığı yere de 100 m. mesafede. Armagrandi ilginç bir otel: Eski bir
şarap fabrikasından dönüştürülmüş. Bu nedenle odaların çoğu ve iç mekanlar çok geniş fakat
şöyle bir dezavantajı var: Fabrika binası içindeki bazı odaların (ki bunlara "kamara katı" diyorlar) dışa açılan
pencereleri yok, pencereler bina içine açılıyor, haliyle karanlık ve kasvetliler. Belki çılgın yaz sıcağında avantajlı
oluyorlardır ama bizim için cazip değildi. Dışarıya açılan pencereleri olan odalar ile
doğrudan avluda olup bahçeye açılan odalar ise harika. Biz bahçe odasında
kaldık bu yıl, tabii oğlumuz bayıldı bu işe. Sanırım bu tatilimizde en çok eğlenen, mutlu
olan kişiydi. Onun mutluluğu bizi daha da mutlu etti haliyle. Doğduğundan bu
yana her seyahatimize, faaliyetimize onu da götürmekle doğru bir iş yaptığımıza
karar verdik. Kahvaltısı güzel,
personel ilgili. Hele bir amca var orada (ne yazık ki ismini unuttum), her
türlü isteğinizi anında yerinde getiriyor, çok sevdik kendisini. “Joker” gibi…
Bozcaada’ya ilk
gelişimizde gidip âşık olduğumuz Martı Restoranı geçen sene yerinde bulamayınca
çok üzülmüştük. Bu sene eski yerinden biraz daha ileri taşındığını öğrenince,
ilk gece yemeğimizi orada yedik. Sevdiğimiz tatlar yerli yerindeydi, sevindik.
2. Gece ise onunla aynı hizada, yeni açılmış Cabalı Meyhane ’ ye gittik. Denizin
üstünde, keyifli ve lezzetli bir akşam yemeği oldu. Maraton sonrası, duş bile
almadan gidip Ege denizine ve kaleye nazır birer bira içtiğimiz Fuska Bar ise sadeliği
ile bence Ada’nın ruhuna en uygun ortamdı. Geceleri son durak tabii ki hala Polente…
Merkezi bir yerde olduğu için ve tabii tıpkı Kaş’taki Mavi Bar gibi, kendine
has enerjisi nedeniyle, Bozcaada’nın klasiği. O kadar kalabalıktı ki mekânın önünde artık
yaya trafiği durmuştu. Tabii bu kalabalık tamamen maraton turizminin yarattığı
bir şeydi. Geçen yıl doğum izninde olduğum için oğlumuzla çıktığımız ilk uzun
seyahatin yine maraton nedeniyle ilk durağı olan Bozcaada’da biraz daha fazla
kalmıştık. Pazar günü öğle saati itibariyle maraton turisti gidince adanın
nasıl birden sıkıyönetim ilan edilmiş ve sokağa çıkma yasağı varmış gibi tenhalaştığına
şahit olmuştuk. O gece gittiğimiz Vasilaki’ nin ve Polente’nin yegâne müşterileri
olmuştuk:) İşin komiği, Pazartesi sabahı da hiçbir dükkân açılmamıştı, adanın meşhur şaraplarından alabilmek için
epey aranmıştık:) Bu yıl biz de Pazar günü dönmesi gerekenler
grubundaydık, tadı yine damağımızda kalarak ayrıldık güzel adadan.
En hak edilmiş içki:)
Bu yazımdan felsefi
bir sonuç çıkaracağım izninizle. Bu sonucu çıkarmaya hak gördüm kendimde çünkü bire
bir yaşadıklarım, o yüzden romantik ve teorik idealler değiller,
güvenebilirsiniz:
Bir kez daha
anladım ki hayat “hareket” demek, hareket etmeyince yaşantınızın varacağı nokta
hüzün veren bir monotonluk ve bunun sonucu olarak psikolojinizde ortaya çıkacak
ve değiştirmesi kolay olmayan negatif duygu halleri olacaktır. Fiziksel olarak
daha sık ve belki hep “hasta” olacaksınız, hasta hissedeceksiniz, daha çabuk
yaşlanacaksınız, gözünüzün, cildinizin ışığı gidecek. Kabul etmesi zor ancak ne
yazık ki hayat hareket edeni ödüllendiriyor. Siz harekete geçmeyince, güzel
şeyler gelip sizi bulmuyor maalesef. Söylediklerim ne kadar ters değil mi toplumsal
kültürümüze? Toplum olarak hala ve
ısrarla “kaderci” yaşama kolaylığından, öylece durup, farklı hiçbir şey
yapmadan güzel şeylerin bizi bulmasını beklemekten vazgeçmiyoruz. Dahası bu
durumu ödüllendiren toplumsal normlar da belki hiç olmadığı kadar yeniden
aktive olmuş durumda. Tercih bizim, hiç bahane bulmayalım. Eğer bahane
bulsalardı 11 Mayıs’ta Bozcaada’ya koşmak üzere gelmiş 2000 kişi de olmazdı.
Hoşçakal Bozcaada, seneye görüşmek dileğiyle...