18 Kasım 2014 Salı

MADRİD - 4

Biz bu gruba bayıldık.
Makyajları, kostümleri, ve  mimikleri, çaldıkları neşeli parçalara eşlik ediyordu.
Çocuk dinleyicilere ise özel ilgi gösteriyorlardı göz teması kurarak ve mimikleri iyice abartarak:) 


Madrid usulü keyifli bir öğlen yemeğinden sonra bugünkü kültür turumuzu yapacağımız Reina Sofia Müzesinin önünde Barselona’dan gelen arkadaşımız Oğuz’la buluşup, hep birlikte müzeye girdik. Aklınızda olsun: Reina Sofia Müzesi de Pazar günleri ücretsiz. Reina Sofia, Prado’ya kıyasla daha yeni (ağırlıkla 20. Yüzyıl) sanat eserlerine ev sahipliği yapıyor. Yani Dali, Picasso gibi dahi ressamların eserlerini burada bol miktarda görebilirsiniz. Picasso’nun meşhur ve dev ebatlı (yaklaşık 8mX3,5 m) tablosu Guernica’da burada. İlginçtir; Diğer galerilerde fotoğraf çekimi serbest olmasına rağmen sadece Gurnica’nın sergilendiği galeride yasak. 

Her dahi sanatçı gibi, Picasso da sanatın her dalında eser vermiş.
Alev bir Picasso heykelini incelerken...

Gurnica’nın hikayesine internetten kolayca ulaşabilirsiniz. Picasso, İspanyol İç Savaşı sırasında, Alman Nazi uçaklarının 1937’de Guernica şehrini bombalamasından o kadar etkilenmiş ki bu devasa tabloyu bombardımandan sonraki iki hafta içinde bitirmiş. Tablonun ebatları dikkate alındığında, imkansız gibi görünen, çok kısa bir süre bu. O zamandan bu zamana da   “savaşın yarattığı trajedilerin anımsatıcısı, savaş karşıtı ve barış yanlısı düşüncelerin sembolü” olarak kabul ediliyormuş. 

Madrid'de yiyeceğiniz  tapasların en klasikleri türlü türlü jambonlar olacak
Gezerken denk geldiğimiz,  "jambon barı" diye tanımlayacağım bu mekanın adı
Enrique Tomas
Pazar öğle yemeğimizi yediğimiz Enrique Tomas'da  satılan çeşit çeşit jambonlar orada veya ayak üstü yemek yiyecekler için küçük külahlarda ikram ediliyor.
Madrid'de jambon kadar klasik bir yemek/içki eşlikçisi olan zeytin turşularının en güzelini de Enrique Tomas'da yedim.  Bizde  neden zeytinin turşusu yapılmıyor ki? Alev pek sevmedi ama bence enfesti:)
Bu kadar sanatın olduğu yerde insanların mutsuz olması zor gibi geliyor bana. Nitekim sokaklar tempo düşürmeden cıvıl cıvıl olmaya devam etmekte, herkesin keyfi yerinde görünüyor. Oğuz’dan öğrendiğimize göre aslında İspanya halkının mutsuz veya depresif olmaları için ciddi sebepleri var: İspanya uzundur ekonomik krizle boğuşuyor, işsizlik çok fazla, ücretler düşük vb. Yine de, estetik, düzenli, insan-hayvan-sanat dostu şehirlerde, demokrat bir yaşam formunda yaşamanın ve temel ihtiyaçlar için talep edilen ücretlerin astronomik olmaması gibi nedenlerin insanların mutsuzluk ve umutsuzluklarını azaltıyor olduğuna inanıyoruz. Madrid de bu düşüncemizin kanıtı gibi geldi bize. 

Binaların her biri el emeği, birbirinden farklı kapılarına bayılacaksınız.

Reina Sofia tüm gün ücretsiz olduğu için çok daha uzun vakit geçirdik burada. Sanırım 4 saate yakın... Galeriden galeriye adeta “huşu” içinde geçtik. Tabii artık internet sayesinde dünyanın neredeyse tüm sanat eserlerine anında ulaşabiliyoruz. Ancak, bunları canlı görmenin zevki elbette başka oluyor. Özellikle, çocukluğunuzdan, kitaplardan, gazetelerden bildiğiniz bir tür “efsane” kabul edilen bir sanat eserine yaklaşırken dahi içinizin ürperdiğini hissediyorsunuz. Bu eserler karşısında hakikaten nefesiniz kesiliyor, sessiz kalıyorsunuz.  Bu resimlere yansıyan yetenekler insanın içindeki tanrısal güçlerin yansıması değildir de nedir?


Pazar günü geniş bir caddede böyle bir dini merasime denk geldik.
Önemli bir azizenin anma günüymüş, onu sembolize eden bir heykel
kalabalık bir insan grubu tarafından ve ilahiler söylenerek taşınıyor. 

Müze sonrası Oğuz’un Barselona’da yaşayan arkadaşlarıyla buluştuk, geceyi farklı semtler ve üç farklı tapas barında yaptığımız keyifli sohbetler eşliğinde tamamladık. Madrid’de hayat 24 saat kesintisiz devam ediyor. Tabii ki eğlenmeyi sevdikleri belli, ama bunda özellikle bahar ve yaz aylarında güneşin hayli geç batmasının da biraz etkisi olabilir. Dışarıdayken hava geç vakte kadar aydınlık olduğu için yorulduğunuzu anlamak zor oluyor.  Bunu ancak yatağınıza uzandığınızda anlıyorsunuz:)


Her yerde seramik tabela işçiliğinin güzel örnekleriyle karşılaşacaksınız.
Bu tabela da bir tavernaya ait.  

12 Kasım 2014 Çarşamba

MADRİD - 3

Bana kalırsa Madrid’in en güzel günü pazarları!!!  Kendi ülkemde, nerede olursam olayım,  bunun tersini düşünürüm oysa: Pazar günlerini sevmem. Oysa Madrid’e Pazar gününün  çok yakıştığını düşündüm. Madrid bir insanın kafasındaki “Akdeniz şehri” hayalini, denizi olmamasına rağmen, tam olarak yansıtan bir şehir. İlginç bir enerji bu. Işığın konumundan mı, binalarından, insanlarında mı, bilemiyorum. Doğrusu, denizi olmayıp da insana bu kadar enerji ve Akdeniz coşkusu veren başka şehir var mı, bilmem.  Pek çok fenomen ressam bu ülkeden çıktığına göre, kesin bu ülkede, bu şehirde böyle ilginç bir tılsım var!  

Binalar renk renk...

Otelimizdeki kahvaltıdan sonra otobüse atlayıp yine Puerta Del Sol’e (Güneş Meydanı’na) gidiyoruz. Şehrin görmeye değer tüm tarihi, sanat ve eğlence mekanlarına buradan kısa sürede ulaşmak mümkün çünkü. Öğleden sonra Alev’in su topundan, ilk gençlik günlerinden bir arkadaşıyla buluşacağız. Kendisi, Katalan eşi ile birlikte Barselona’da yaşıyor.  Sabah için programımız başka: Bugün bit pazarı günü.  Madrid’in meşhur ve en büyük bit pazarı El Rastro’ya gideceğiz. El Rastro upuzun bir sokakta Pazar günleri açılan ve aklınıza gelecek her şeyi satan tezgahlardan oluşan, cıvıl cıvıl bir bit pazarı. Benzetmek gerekirse, Ankara’daki Selanik Sokak veya İstanbul’daki Ortaköy gibi. Ama tabii şehrin sanat ve hoşgörü dolu enerjisi, esasen özel ilgi duymadığımız bit pazarı konseptini dahi gözümüze pek hoş gösteriyor. Bir defa öğlene doğru tüm şehir Pazar sabahı mahmurluğunu atmakta iken, sağdan soldan yükselen canlı müzik sesleri içinizi yaşam enerjisi ve mutlulukla dolduruyor. Kısa sürede geçtiğimiz her köşe başında klasikten caza, etnikten flamenkoya, bir şeyler çalan irili ufaklı orkestraların yer almaya başladığını görüyoruz. Şehir sanki açık konser salonu… Bu işi yapan insanların kostümlerine ve hatta makyajlarına gösterdikleri özen ise yaptıkları işi ne kadar sevdiklerini kanıtlar gibi… Geri planda sürekli değişen melodilerle El Rastro’nun keyfini çıkarıyoruz böylece. 


El Rastro'da niye bu kadar gaz maskesi vardı acaba?:))


Bit pazarı gezintimiz bitince,  her biri bir tabloya konu olabilecek güzellikte, pencerelerinden petunyaların, sukkulentlerin sarktığı taş binalardan ve paket taşlı yollardan oluşan dar sokaklara dalıyoruz. Geleli 24 saati ancak geçti ancak Madrid’in her bir sokağının sürprizlerle dolu olduğunu anlamak için gayet yeterli bir süre. Bu insanlar için sanat, estetik hayatın içine geçişmiş adeta. Yaşamın doğal bir unsuru (öyle zaten ama bazı kültürler bu doğayı reddetmekte pek ısrarcı:(. Binaların mimarisinden, sokak-cadde tabelalarından, mekanların ve hatta vitrinlerin dekorundan, ufacık bir mahalle berberindeki eşyaların yerleştirilişine kadar,  her yerde sanatsal bir estetik söz konusu. Hal böyle olunca sokaklarda aylak aylak gezmek bile büyük zevk. Fotoğraf merakınız varsa, Madrid’de foto serisi yapabileceğiniz çok fazla malzeme var: Mesela porselen, seramik veya dökme demirden yapılmış, her biri tablo gibi sokak-cadde tabelaları, inanılmaz bir el işçiliğini yansıtan bina ve apartman kapıları veya her birini ayrı bir sokak ressamının boyadığı dükkan kepenkleri… 


Bu bir balıkçının kepengi...



Bu da bir erkek beberinin:)) 

Bu ise unisex bir mahalle kuaförünün girişi... 


Kendimizi kaybetmiş şekilde bu detayları incelerken, bir yerden Pazar gününe çok uyan, tatlı bir klasik müzik sesi gelmeye başlıyor. Canlı, oda müziği sesi bu. Sesi takip edip, kısa sürede sesin kaynağını buluyoruz: Cafe Victoria (veya tam İspanyolca adı ile Espacio Cultural La Victoria. İçerideki yüksek tavanın kirişlerinden birinin üzerindeki yazıdan da anlaşılacağı üzere, basbayağı 1914’ten beri hizmet veren bir mekan burası. İçeride yaşlarından henüz üniversite öğrencisi oldukları hemen anlaşılan 4 kişilik bir yaylı sazlar orkestrası enfes klasik müzik parçaları çalıyor. Tatlı bir hipnoz etkisiyle oturduk bir masaya ve konserleri bitene kadar da o hipnozun etkisinden çıkamadık. Kendi ülkemizde böyle bir kafe hizmetine alışık olmadığımızdan herhalde, yüksek tavanlı taş bir binada, size 10 adım mesafedeki bir orkestradan yemek yiyerek, içeceğini yudumlayarak veya kitabını okuyarak klasik müzik dinlemenin verdiği keyif bizi resmen hipnotize etti. Sanırım hayatımızın en unutulmayacak, en tatlı anlarından birini kaydetmiş olduk böylece kişisel tarihimize de:) 

1914'ten beri orada: Cafe Victoria 

11 Kasım 2014 Salı

MADRİD - 2

Madrid’de “kutsal üçgen” denebilecek 3 önemli müze bulunuyor: Prado, Reina Sofia ve Thyssen Müzeleri. Benim bu seyahatte önceliğim müzeleri gezmekti. Çünkü daha çocukluktan isimlerini bir şekilde öğrendiğim(iz) veya tabloları görsel olarak hafızam(ız)a girmiş ressamların çoğu şu an ismi İspanya olan ülkenin sınırları içinde doğmuşlar (böyle yazdım çünkü İspanya’da ciddi bir milliyet hassasiyeti var; herkese otomatik “İspanyol” demek bulunduğunuz yere göre doğru ya da hoş olmayabiliyor, İspanyol ayrı, Katalan, Bask vb ayrı zira…):  Dali, Picasso, Miro, El Greco, Velazquez, Goya… Ve bu ressamların eserlerini görmek aslında benim için en büyük Madrid motivasyonuydu!

Başta yazmıştım, Madrid doğa ve insan dostu bir şehir diye. Bu durum müzeleri için de geçerli: Madrid seyahat planımızı yaparken gördük ki bu 3 önemli müze haftanın belli günlerinde ve belli saatlerde ücretsiz gezilebiliyor!  Prado’nun  ücretsiz günlerinden biri de Cumartesi, 18.00 – 20.00 saatleri arası.
1800’lerin başında açılan müzenin temelini  İspanya Kraliyet ailelerinin devasa koleksiyonu oluşturuyor.
  

El Tigre’deki kalori yüklemesi sonrası soluğu Prado’da aldık. Müze bahçesi çok kalabalık, insanlar çoluk çocuk çimlere yayılmış, saatin 18.00 olmasını bekliyorlar. Biz de onlara katılıyoruz. 1800’lerin başında açılan müzenin temelini  İspanya Kraliyet ailelerinin koleksiyonu oluşturuyor.

Elbette bu muhteşem müze için 2 saat yeterli olamaz. Ben Madrid’de yaşasam muhtemelen her ay ziyaret ederdim. Ancak turistiz ve burada geçireceğimiz gün sayısı kısıtlı. Yine de oradaki klasiklerden tek birini görmek bile güzel sanatlarla arası hoş olan bir insanı ciddi şekilde sarsacaktır. Müzede geçen o iki saatimizi en basitçe “büyülü” olarak tanımlayabilirim. Öyle ki müzeden çıktığımızda Alev de ben de uzun süre kendimize gelemedik ve konuşamadık… Bazı şeyleri anlatmak hakikaten mümkün değil, ancak yaşanabiliyor işte. Ben yolu Madrid’e düşecek herkese mutlaka ama mutlaka Prado Müzesine yarım saat bile olsa uğramasını öneriyorum.
Resim sanatının özellikle klasik döneme ait muhteşem örneklerini Prado'da görebilirsiniz.
İspanya’da, aynı İngiltere gibi: Yazın hava kararmak bilmiyor, dolayısıyla günleri çok çok uzun. İspanyolların akşamları geç yemek yeme alışkanlığı bu "upuzuuun" günlerden kaynaklanıyor olsa gerek:) Müzeden çıkınca Grand Via civarında her biri bizim İstiklal Caddesi kıvamında bir çok cadde ve sokaklarda geziyoruz. Çılgın, insanı mutlu eden bir enerji var. Herkes kendi halinde. Madrid’in ayrımcı değil, kaynaştırıcı ve gerçekten “demokrat” bir şehir olduğunu insanların davranışlarından, kendilerini nasıl hissediyorlarsa öyle davranmalarından ve giyinmelerinden  anlamak kolay oluyor. Bu tür caddeler alışveriş ve genel olarak kalabalıklar içinde yitip kendini unutmak için iyi. Ancak, caddelerdeki mağazalar ve kafeler genelde artık her kapitalist ülkede görmeye alıştığımız türden: aynı markalar, aynı konseptler, aynı dekorasyonlar... Biz ise o ülkeye, o şehre, o kültüre has bir şeylerin tadına bakmak istiyoruz. belki de yaş icabı... Yine de belirteyim ki alışveriş için cennet bir yer Madrid. Ne de olsa Zara, Mango başta olmak üzere, pek çok tekstil devinin ana vatanı burası.  Bence bir marka var ki, bana göre İspanya'nın o sıcak, parlak güneşini, renklerini ve cıvıl cıvıl enerjisini en iyi o temsil ediyor: Desigual!!!     Alev'le tek gezdiğimiz, hatta iki kez uğradığımız tek mağaza oldu burası.


Bu caddelerde, sırf görmüş olmak adına, biraz gezinip, bir sonraki hedefimize yönleniyoruz:  bisiklet sever eşimin seyahat planı yaparken aylar önce bulup listenin en başına yazdığı LaBicicleta Café! Adından da anlaşılacağı üzere, bisikletsever, dekorasyonunda bisiklet ve bisiklet aksesuarlarının hakim olduğu, sevimli ötesi bir mekan burası. O kadar merkezi bir yerde ki  sokaklarda gelişigüzel dolanırken  kendimizi mekanın önünde bulduk:)

Bir Cumartesi akşamının enerjisi dünyanın pek çok şehrinde güzeldir. Durum Madrid için de fazlasıyla geçerli: Her yer gibi, Café Bicicleta’nın da enerjisi yüksek. İçerisi cıvıl cıvıl gençlerle dolu. Yaş ortalaması bize göre hayli düşük. Biz bara oturmayı tercih ettik çünkü bara gelip gidenleri, barmenlerin davranışlarını gözlemeyi seviyoruz. Web sitesinde buradan “iş yeri” diye de bahsediliyor. Mekan serbest çalışan insanlara keyifli bir ofis ortamı sunuyor zira. Ama Cumartesi akşamı kimsenin iş yaptığı falan yok tabii:)

Cafe Bicicletta bir köşe başında, minik ve çok sevimli bir mekan 

Daha ilk günden fark ediyoruz: İspanyollar doğal insanlar, neşelerini de üzüntülerini de suratlarından hemen anlamak mümkün ve çok çok çok rahatlar. Bu şu demek: mesela bir garsondan sana farklı, özel hele hele hızlı davranmasını asla beklemeyeceksin:)  Genç-egemen bir mekan olan Bicicleta’da garsonlar da epey genc, servis için biraz keyiflerinin yetmesi gerekiyor. Ancak, dediğim gibi, bu durum Madrid’de doğal bir şey, bu böyle kabul edile:)  El Tigre’de yediklerimiz müzede ve sokaklardan gezerken çoktan yanmış gitmiş olmalı ki yanımızdan geçen enfes tapas tabaklarını görünce acıktığımızı fark edip, yine tapas siparişi verdik. Burada tapas olarak gelenler ekmek üstüne konan peynirler ve jambonlar şeklinde. Ama ekmeğin, peynirin, jambonun lezzeti o kadar güzel ki minimal yemenin keyfine varıyoruz. Bicicleta’da uzun ve keyifli bir vakit geçirdik ama yol yorgunluğu çöktü sonunda, otelimizin yolunu tuttuk.

Madrid için en uygun sıfat: Cıvıldak! her yerden, herşeyden renk fışkırıyor. Şu tabelanın sevimliliğine bakın!

10 Kasım 2014 Pazartesi

MADRİD - 1

Güneşli bir Mayıs günü Pegasus Hava Yolları ile Madrid’e uçarak, oğlumuz doğduğundan bu yana ilk kez onsuz bir tatile çıkmış olduk. Madrid’e 2008’de şöyle bir uğramışlığım, şehri birkaç saat gezmişliğim vardı, iki uçak arasında. Ancak, herkesin uykuda ve tüm mekânların da kapalı olduğu erken bir Pazar sabahında şehrin ruhunu, enerjisini anlamak, tadına bakmak mümkün olmamıştı. Eşimin Madrid’de katılması gereken bir organizasyon, benim de iznimi ayarlamamla, bize bu harika, sürprizlerle dolu, fıkır fıkır şehri keşfetme şansını verdi.

Madrid çok büyük bir şehir (tahminimizden bile büyük), “hispanik” dünyanın da başkenti. Bu nedenle gitmeden dersimizi iyi çalışıp, 1 yıl gezsen bitmeyebilecek zenginliklerinden beklentilerimize uygun olanları dikkatlice seçip, ciddi bir gezi programı yaptık.

Avrupa şehirlerinin olmazsa olmazı: dev meydanlar
Avrupa şehirlerinin olmazsa olmazı: Dev meydanlar!  Burası da Plaza Mayor.


Cumartesi öğle saatlerinde, mevsim normalinin üstünde bir sıcaklıkla yanmakta olan Madrid’e ulaştık.  Daha gitmeden yaptığımız araştırmalardan, her medeni şehir gibi, Madrid’in de ulaşım sorununu çoktan çözmüş olduğunu anlamıştık. Bu nedenle, havaalanında doğrudan metro istasyonuna gidip, otelimizin olduğu semte ulaşmamız çok kolay oldu. Bu ulaşım meselesi yabana atılmamalı: yabancı bir ülkede ulaşım imkânları ne kadar güçlü, yaygın ve “kullanıcı dostu” ise kendinizi o kadar güvenli hissediyor, gittiğiniz şehri de kolayca benimseyip, tadını çıkarabiliyorsunuz. Böylece, 20 dakikada, hem de tek vasıta ile otelimize ulaşma imkânı sunan Madrid’i  ilk anda sevdik:) 

Otelimiz, eşimin katılacağı organizasyonun da mekânı olması sebebiyle seçtiğimiz, Padre Damian’da bulunan NH Eurobuilding.  Büyük, standart bir şehir oteli, odamız gayet geniş, ferah.

Otele yerleşip, sıcağa bakmaksızın kendimizi sokağa attık. Gezi planımızı yaparken, görmek istediğimiz tüm mekânların, bir ucunda otelimizin bulunduğu, upuzun bir bulvarın civarlarına dağılmış olduğunu fark edince, “oh ne güzel otelden her yere dümdüz yürüyüp gideceğiz demek” diye konuşmuştuk.  Bu motivasyonla, resepsiyon görevlisine  Old Town' a hangi taraftan yürüyeceğimizi sorduk haliyle. Adam bu sorumuza pek bir şaştı. Sonra da   “Hayır hayır, yürüyemezsiniz, bu mümkün değil. En az 2,5 saat yürüme mesafesi orası” deyince Madrid’in hayalimizden çok daha büyük bir alana yayıldığının ilk işaretini almış olduk. Tabii ulaşım sorunu olmayan memleketin hali başka olduğundan, resepsiyon görevlisinin tavsiyesi üzerine, otelin hemen önünden geçen ve son durağı Puerto Del Sol (Madrid'in kalbi diyelim buraya:) olan 3 numaralı otobüse bindik. Metro ile daha kısa sürerdi bu yolculuk, ancak bu tip seyahatlerde şehri kabaca tanımak için otobüs daha avantajlı oluyor. Yaklaşık 20-25 dakikalık bir seyahatle son durağa vardığımızda, kat ettiğimiz mesafenin uzunluğuna (sportif antrenman yapmak niyetiyle çıkmadıysanız gerçekten keyfi yürünecek bir mesafe değil:), yolların genişliğine (öyle böyle değil), orman kıvamında şehri ve caddeleri kuşatan ağaçlara, bölünmüş yolların arasına yer yer yollardan daha geniş olarak yapılmış park alanlarına, kaldırımların yollardan geri kalmayan genişliğine,  bu kısa mesafede dahi geçtiğimiz meydan sayısına hayret ettik. Anladık ki “insan ve çevre dostu” bir şehirdeyiz. Bu kavram Ankara’da yaşayan bizlere  artık epey yabancı ne yazık ki…

Grand Via, Madrid'in ünlü, büyük, uzun bulvarı.
Gerçi bulvarı bol bir şehir  ama eski şehir (dolayısıyla tarihi-turistik mekanlar) bu caddenin etrafına yayılmış, o yüzden en ünlüsü 

Daha önce de yazılarımda belirtmişimdir: Bizim için seyahat demek sadece gezmek değil, yemek-içmek de demek. Lokal mutfakların yemeklerini, aşırı turistik restoranların ağına düşmeden, tatmak büyük zevktir eşim ve benim için. İspanya deyince yemek olarak herkesin aklına ilk gelecek şey tapas tabii. Yıllar önce tapası bir tür yemeğin adı sanırdım. Çok sonraları öğrendim tapasın bir yemek adı olmadığını, Türkçe’de “meze” anlamına geldiğini ve zaten meze tarzı hafif ve az miktardaki yemeklerin genel adı olduğunu…  İspanya’ya uygun bir tanım vermek gerekirse, ekmek üstüne konabilen veya küçük şişlere dizilebilen her şeye genel olarak tapas diyebiliriz:) Ha tabii bu kategoriye uymayan ama aslında tapasın şahı olan, bol patates ve yumurtayla yapılan, görüntüsü omletten çok iyi kabarmış keke benzeyen İspanyol omleti tortilla var.  Daha önce Barcelona’da farklı farklı tapasları denemiştik. Gezi planımızı yaparken, internette birden fazla farklı kaynakta El Tigre isimli bir tapas barından sıkça ve övgüyle bahsedildiğini okuyup not almıştık. Yeni gidilen şehirde yapılacak ilk aktivitenin yemeğe gitmek olması, bizim için bir seyahat klasiği oldu neredeyse, o yüzden Madrid’de de aynı adeti sürdürmek üzere, El Tigre’nin izini sürmeye başladık:)       

Akıllı telefonların ve sosyal medya ağlarının hayatımızı ne kadar kolaylaştırdığını en çok anladığım zamanlar seyahatler oluyor. Birkaç tuşa basarak gittiğin yerde nereleri görmeli, neyi nasıl yapmalı, nerede ne yemeli gibi sorulara hızlı ve yüzlerce cevap bulmak güzel bir şey. Buna rağmen, El Tigre’yi gereksiz yere çok aradık.  Ancak iyi oldu: Old Town bölgesinin birbirinden güzel ara sokaklarını keşfettik. Açlığımıza ve sıcağa rağmen bu sevimli ara sokaklarda oradan oraya gitmekten büyük keyif aldık ve sonunda  Calle Infantas No. 30’da bulunan El Tigre’ye ulaştık.


Dükkanları kapalıyken de ayrı güzel şehir: Kepengi boyanmamış dükkan yok neredeyse:) 
Mekan içine girince şaşırdık: Evet, Avrupa standartlarında benzeri çok olan,  pub tarzında bir mekan ancak hiç de özenli ve temiz görünmüyor. Yerler peçete kağıdı dolu (tapas barlarında bunun adet olduğunu ise kısa sürede öğreneceğiz), biz girerken çıkan kalabalık bir “bekarlığa veda” grubu (Madrid’de özellikle haftasonu en çok göreceğiniz şeylerden biri olacak bu gruplar:) sonrası mekan neredeyse boş, hatta o kadar boş ki garson çocuklardan biri bira fıçısının üstüne oturarak öğle yemeğini yemeye başladı)  Bardaki diğer garsona “tapas yemek istiyoruz” dedik, o da “bize ne içeceksiniz” diye sordu.  Biz ısrarla “yemek” dedik, o ısrarla “ne içeceksiniz” dedi. Çaresiz, toplam 2 Euro ödeyerek 2 adet dev bira alıp duvar kenarındaki bar masalarından birinde ayakta dikilmeye başladık. Az sonra resmen bir tapas bombardımanı başladı. Tecrübe ile öğrendik ki klasik (yani turistik olmayan) tapas barlarında aldığın biranın yanında, mekanın kendine özgü tapasları arka arkaya geliyor. Ve aldığın her yeni bira yeni bir tapas bombardımanının başlayacağı anlamına geliyor:) Nihayette, Alev garsondan adeta yalvarır gibi daha fazla tapas vermemelerini rica etmek zorunda kaldı:) El Tigre’nin bu kadar ünlü olmasının sebebi enfes tapaslarının yanı sıra bir de bu yemek bombardımanı olsa gerek. Çünkü daha sonra gittiğimiz tapas barların hiç biri bu derece “bol kepçe” değildi:) Velhasıl, çok sembolik bir bedel ödeyerek bira yanında çatlayana kadar tapas yemek için ideal bir yer El Tigre.       

El Tigre