Benim ilk farkettiğim, böyle bir yaşam tarzının sürekli olarak bedensel çalışmayı , orada sahibi olunacak bir evin de sürekli bakım ve ilgiyi gerektirmesi. İşin en sevdiğimiz kısmı da bu aslına bakarsanız. Hemen farkedilecek diğer bir sorun ise “rutubet”. Bolu ormanlarında her daim olan yağışların ve Abant Gölü’nün doğal sonucu olarak... Öyle bir rutubet ki evinizi düzenli olarak ziyaret etmezseniz, bakımını yapmazsanız, bir süre sonra metal aksamları çoktan paslanmış, eşyalarınızı da küflenmiş ve çürümüş olarak bulabilirsiniz. Bu sorun yalıtım ve ısınmanın önemine işaret ediyor. Tahtadan çatılmış klasik köy evlerinde elbette yalıtım falan yok. Bu nedenle yaz günlerinda dahi rutubetten korunmak ve ısınmak için en azından akşamları soba yakmak kaçınılmaz. Evimizin yalıtımı iyi olmasına rağmen, Ağustos’un 2. haftasonu biz de akşam soba yakmak zorunda kaldık dersem, dağ ve ormanın mikro klimasının ne kadar farklı olabileceğine dair bir fikri size vermiş olurum herhalde:)
Ocak-şömine ya da soba klasik bir köy evinin en önemli unsurudur. Sayesinde ısınır, karnınızı doyurur, çöpünüzün bir kısmını öğütürsünüz. Bu çoklu ihtiyaçlara en iyi cevap veren soba türü de “kuzine” dir. Daha çok kuzey ve batı ülkelerinde kullanılan kuzineler Türk kültüründe ocak veya şömineler kadar yaygın değil. En çok Marmara ve Karadeniz köylerinde kullanılıyorlar. Alev ve benim neden olduğu bilinmez bir “kuzine” fantazimiz olduğundan, bu eve yapılan ilk yatırımlardan biri de esaslı bir kuzine almak oldu. Fırını da olan, üzerinde rahat rahat 2 büyük tencere ve çaydanlığın sığabildiği, dökme demir, dışı çiçek kabartmalarıyla süslü “fiyakalı” kuzinemiz köy evimizdeki hayatımızın en renkli unsuru haline geldi tabiiki. Onu yakmak ayrı , seyretmesi ayrı, üzerinde yemek pişirmesi ayrı keyif...
Kıymetli Kuzine
Ev yapılırken sıvı yakıt kullanan kat kaloriferi yapılmıştı. Ancak, içinde sürekli yaşanmayan, hem yüksekte hem de orman için bulunan bir evi sadece kaloriferle ısıtmaya çalışmak bir çeşit “delilik”miş, bunu öğrendik. Haftalarca kapalı kalmış bir dağ evini kökleyerek yaktığınız sıvı yakıtlı bir kat kaloriferinin, bırakın ısıtmayı, havayı hafiften kırması bile en az 24 saati gerektiriyor. Oysa kuzine ya da soba 10 dakika içinde bulunduğu ortamı sımsıcak yapıyor. Bu anlamda çok ekonomik bir çözüm olduğu kesin. Ayrıca, yoğun rutubetin evinizi ve eşyalarınızı mahfetmesine karşı alınabilecek en etkili önlem. Dekoratif olarak da mekana çok yakıştığını söylemeliyim.
Kuzinenin ayrılmaz parçası elbette odun olacaktır. Soğuk kış günlerinde yeterli odun stoğunuzun olduğundan emin olmalısınız. Benim bildiğim bir tek zeytin kütüğü için için, çok yavaş ve verimli yanar, bu anlamda çok da ekonomiktir. Ama Bolu’da zeytin kütüğü bulmak pek kolay değildir sanırım. Dolayısıyla odun denen şeyin pek çabuk yanıp tükendiğini kafanızın bir kenarına yazın lütfen:) Odun stoğunuzun bir kısmı elinizin altında olmalı, yoksa ikide bir dondurucu soğuğa çıkıp gerekli odun tedarikini yapmanız gerekir ki bu, özellikle kara kış gecelerinde hakikaten tatsız bir durumdur.
Uygun odun stoğunu bulundurmak, bazı durumlarda odunu sizin parçalamanız gerektiği anlamına da gelebilir. Ormana gidip bilfiil ağaç kesmekten bahsetmiyorum tabii. Hoş kanun uyarınca “orman köylüsü” sayıldığımızdan köyün içinde bulunduğu ormanın ürünlerinden belli miktarda yararlanma hakkımız da bulunuyor. Bunun bir prosedürü var. Ayrıca, yine bir “orman köylüsü” olarak, ormanda yerlere düşmüş çalı-çırpıyı, kırılmış dalları da toplayıp kullanma hakkımız var. Ancak bu imkânlardan yararlanmak da bir zaman meselesi ve bizim henüz köyde geçirebileceğimiz o kadar zamanımız olmadığından, odunu kesilmiş halde alıyoruz. Ancak bu odunların ebatları bazen kuzineye sığacak boyu aşıyor. Böyle durumlar için balta bulundurmanız şart. Balta, daha sonra bahsedeceğim başka “durumlar” için de gerekli(ymiş).
Doğal olarak, Alev’in en sevdiği köy hayatı faaliyeti de odun parçalamak. Şehirli ve şımarık bir Gülşen Bubikoğlu ya da Filiz Akın’ı dağdaki evine kaçırıp, kızımız evde “imdaaaat beni kurtarın” diye ter ter tepinirken, üzerinde içi müflonlu yeleği, krem renkli boğazlı kazağı, ayağında deri çizmeleri ve dağ adamı görüntüsünü tamamlayan aslan yelesi saçlarıyla içeriden gelen çığlıkları duymazdan gelerek karda odun parçalayan Cüneyt Arkın portresini hatırladınız mı? Hah işte, Alev de o portreyi özellikle kış aylarında sık sık tekrarlıyor. Tek fark içeride “imdaaaaaat beni kurtarın” diye bağıran birinin olmaması:) Hatta bu can alıcı dağ adamı portresini tamamlamak için bir kareli oduncu gömleklerinden de almayı hayal ediyor:)
Ateşle ilişkili konulardan girmişken, böyle bir ortamda “olmazsa olmaz” denebilecek bir diğer unsur da “mangal”. Türk insanının yoğun mangal sevgisi elbette bizde de var. Orman- dağ-kar deyince nedense mangal da bu tabloda tamamlayıcı bir yere sahip oluyor:)
Oksijenin insanı sersemletecek kadar yoğun olduğu bu bölgelerde metabolizmanız da hızlanıyor haliyle. Bu sebeple, köydeyken ne kadar yersek yiyelim midemizi “çatlayacakmış gibi” hissedemedik henüz:) Ayrıca ne yerseniz yiyin, kendinizi kısa süre sonra tekrar acıkmış buluyorsunuz. Tabii mangalı yakması, mangalda pişenleri yemek kadar keyif verici olmayabilir. Bilirsiniz, bizde bu işlere genelde erkekler girişir. Bazı insanlar doğuştan “ocakbaşı ustası”dır, bu işi zevkle yaparlar. Babam mesela, bu kategoridedir. Alev ise sevdiğinden değil, genelde mecburiyetten iyi bir ocak başı ustası olmuştur. E ne yapalım, birinin bu işleri yapması gerekiyor:)