26 Aralık 2010 Pazar

10. ŞAPKA PARTİSİNİN ARDINDAN...


10. Şapka Partisi de bitti. Yine birbirinden ilginç, yaratıcı ve el emeği bir çok şapka vardı. Fazla söze gerek yok, fotoğraflar bir fikir verecektir.

Övünmek gibi olmasın ama bu sene de 1. oldum. Bana birinciliği getiren şapkam "Başak Eczanesi". Şapkayı yaparken yine çok eğlendim. Başak Eczanesi aynı zamanda babamın 42 yıllık eczanesinin adı:) Seneye artık aday olmamayı düşünüyorum:)))


Ama bu sene birinciği bu süper şapka ile paylaştım: "Uykucu Şirin":))) Sahibi Alev'in kardeşi.

İkinci yine bir harika fikir: Hortumcu:)


Üçüncü sadece sadece tasarımı ile değil, ismi ile de beğeni kazandı: Baş Ağrısı:)

Benim favorim: Halay Başı...

Koca Dayağı:)

Malesef hiç bir foto da ona dördüncülüğü getiren güzel şapkasının detayları görünmeyen Alev ve şapkası AKVARYUM:)))

Papa Tya:)))) Altuğ her sene olduğu gibi bu sene de şapkasına bulduğu isimle fark yarattı:)

Bir başka basit ama son derece orjinal fikir Oya'ya ait. Şapkanın ismi "Başımın üstünde yeriniz var":)))

Happy Kitchen


Bir başka favorim. Üzerindeki inanılmaz ince iş, el emeği ve tabii güzel ismiyle: Yaşamak Renktir.








Modern Sindrella (Detay pek net değil, şapkasında ayakkabı var:))





Bu sene Yılın Geyiği Ödülü Taylan'a gitti. O ve ailesi 10 yıldır hiç sektirmeden partiye geldikleri için.

Karbone ve Yüzbaşı Rogain

Komünizmin yıkıldığını hala kabul etmeyen Rus Subay Sergei VladimirKocinski:)))

14 Aralık 2010 Salı

10. ŞAPKA PARTİSİ



Bu yıl 10. kez takıyoruz şapkaları 18 Aralık'ta. Daha onlarca yıl da takmayı umuyoruz. Şapkalarımız hazır, beklemedeyiz...

1 Aralık 2010 Çarşamba

Güncelleme:)

Ekim ve Kasım ayı bayram tatilleri ve iş seyahatleriyle geçiverdi. Bugün farkettim ki bloga yeni yazı koymayalı da 1 ayı geçmiş... Yoğun şekilde maraton hazırlıklarına başlayan Alev'den ise zaten ümit yok:) Özgürlük konusunda takıntılı biri olarak blogun esiri olmayı düşünmedim hiç, ama tabii aranın bu kadar açılmasını da istemedim. Ne yapalım, mevsim normallerinin çok üzerinde bir ısı ve tatlılıkla geçen sonbaharın suçu bu...

Demek istediğim: burdayız, yazılar ise yolda...

Sağlıkla ve huzurla kalın.

24 Ekim 2010 Pazar

ANKARA'DAN DENİZE İLK ÇIKIŞ: AMASRA

Zaman gerçekten akıp gidiyor. Şimdi 20'li yaşlarını sürenleriniz bu lafımı çok bayat ve beylik bulacaktır, ama bakın yine, olabilecek en "anne ses tonumla" uyarıyorum: ZAMAN SU GİBİ AKIP GİDİYOR, KIYMETİNİ BİLİN.

Yarın ne olacağını kimse bilemez. O yüzden hayallerinizi ertelemeyin. Hayatınıza hobi ve sizin için anlamı olan aksiyonları ekleyin. Çünkü yıllar geçtikçe, geride bıraktığınız yıllarınızı anlamlı kılacak, o yüzden bugününüzde sizi doygun ve huzurlu hissettirecek en önemli şey (iyi ya da kötü farketmez) yapılmış şeyler ve görülmüş yerler olacak. Benim tanıdığım, hayatını genel olarak işi ve evi arasında geçirmiş, "başkaları ne der kaygısının" ağır bastığı bir hayatı kurgulamış, artık yaşını almış, sağlık sorunları da ufaktan baş göstermiş insanların hiç biri bugüne kadar "oh iyi ki sadece çalışmışım, iyi ki gezmemişim, iyi ki robot gibi yaşamışım, iyi ki kendimi hiç riske, maceraya atmamışım, iyi ki kendimi ailem, çocuklarım ve işim için feda etmişim, iyi ki elalem ne der diye bolca endişelenip onların paşa gönlü olsun yapmaya çalışmışım" demedi. Tam tersini, üstelik büyük bir pişmalıkla, ifade etmekteler.

Bunları yapmak için her zaman para da gerekmez (acı ama gerçek bu, kendilerine parayı bahane edenler için özellikle diyorum bunu), hayata geçirilmeleri için gerekli tek şey "merak" tır. Merak ise insanın yaşam enerjisini besler. Yaşam enerjisi de sizi yeni yerler görmek, yeni insanlar tanımak, yeni bir şeyler öğrenmek, yeni tecrübeler yaşamak, kısaca yeni yeni şeyler yapma dürtüsü (yani "merak") verir. Böyle bir döngü işte, ikisi sürekli birbirini besler...

Sınırsız güzellik, tecrübe ve olanak sunan bir dünyadan sadece üç beş kaşık tadıp, kendi inancınızda sırf nezaket adına, üstelik daha doymadan "ben doydum efendim, daha almayım, beni aç gözlü sanmasınlar" demek Dünya ve yaratıcı için büyük kabalıktır aslında.

Seyahat etmek de gerçekten güzel bir hobi ve aksiyondur bize göre. Seyahat deyince lütfen bunu "arzın merkezine seyahat" gibi fantastik ve zahmetli bir olay olarak algılamayın. Seyyah olmak için ille dünyanın öbür ucuna gitmek, avuç dolusu para dökmek falan gerekmiyor. Seyahatin binbir ekonomik yöntemi de var ayrıca (merak ederseniz, bunları da öğrenirsiniz elbet). Üstelik seyahat deyince hep yurtdışı ya da şehir dışı anlaşılır. Oysa yaşadığınız şehir içinde de tam bir turist ruhuyla seyahat edebilirsiniz (Hatta bir de "içimize seyahat" denen bir versiyonu vardır ki o bambaşka bir boyuttur, fiziken hareket etmenize bile gerek kalmaz). Seyahat etmek bence bir "hayatı algılama" şekli ve "yaşam felsefesi"dir.

Bunları niye yazdım? Yazının başlığı ile alakalı olan bir haftasonu gezisinin dönüşünde hem aklımdan geçenler ve bu geziye birlikte gittiğimiz dostlarla konuştuklarımız hem de Amasra vesile oldu bu satırlara.

Geçtiğimiz haftasonu, en son 10 yıl önce gördüğümüz Amasra'ya gittik. Aradan geçen 10 yılda Amasra kendi halinde, derme çatma, doğru dürüst konaklayacak oteli olmadığı için evlerde gayet ilkel şekilde turist ağırlayan bir sahil kasabasından, bir miktar estetik kaygı güden, daha iyi olmaya çabalayan, cıvıl cıvıl bir sahil kentine dönmüş.

10 yıl önce şehir merkezinde bir kaç restoranı varken, şimdi bunlara yenileri eklenmiş, bir çok bar, kafe ve turistik ıvır zıvır satan dükkan açılmış. Yollar, sokaklar, kıyı şeridi düzenlenmiş. Güzel enerji veriyor şehir, bayağı da bir genç nüfusu var, belki bir yüksek okul ya da fakülte olması sebebiyle... (?) Geçen zaman Amasra'ya çok yaramış anlayacağınız.

Biz şehir merkezinde, gayet derli toplu, şirin bir mekan olup "Küçük Oteller Kitabı" nda da yer alan Emin Apart isimli bir otelde kaldık. Otelin kahvaltısı tam anlamıyla "anne kahvaltısı" denen cinstendi. Çalışan iki kadın da çok sevimli ve misafirperverdiler. Cumartesi akşamı şehrin en eski ve en meşhur restoranı Canlı Balık 'ta balık ve meze soframızı yaptık, herşey dört dörtlüktü. Bu bilgilerin hepsi klasik tabii. Fakat bir mekan keşfettik ki burada özel olarak sizleri bilgilendirmeyi hakkediyor: Lütfiye Kafe.

Lütfiye, benzerlerini Avrupa'da ya da en azından büyük şehirlerimizde görmeyi hayal edebileceğiniz türden , çok hoş, çok özenli bir mekan. Küçücük bir dükkan aslında ama o kadar güzel ve ince bir zevkle dekore edilmiş ki etkilenmemek imkânsız. Her çeşit sıcak içecek mevcut. kendi üretimleri olaran reçel, fındık ezmesi ve lokumları da yine kendi dizaynları olan kutu ve kavanozlarda satıyorlar. Biz tadına doyamadık bu minicik mekanın. Şu anda eksik olan tek şey o güzel çayların, kahvelerin yanına eşlik edecek, yine kendi yapımları olan bir kaç özel kek türü olabilir. Nedense buna yer vermemişler. Belki de özel üretimleri olan reçel ve lokumlardan daha çok kişi haberdar olsun diye. Çünkü içeceklerinizin yanında, ücretsiz olarak, kendi üretimleri olan bu ürünlerden tadımlık olarak servis ediliyor.

Lütfiye Kafe

Lütfiye Kafe'nin özel tasarım kutularda satılan lokumları

10 yıl öncenin derme çatma kasabasında şimdi "insan" odaklı, estetik, konfor, hijyen ve damak tadı kaygıları taşıyan mekanlar ard arda açılmakta. Görgü ve estetik de zamanla birikip oluşuyor, daha rafine hale geliyor, süzülüyor diye düşünmekten alamadık kendimizi. Evet , belki bu açıdan o çok beğenip özendiğimiz bir Roma, bir Paris olmamıza daha çok var ama bu da fena bir hız değil.

Amasra Ankara'ya 305 km uzaklıkta, şu an ulaşım biraz zahmetli (3 saat 45 dk. sürdü yolculuğumuz) çünkü yol genişletme çalışmalar yapılıyor. Bu çalışma bittiğinde ise 2.30 veya 2.45 saatte gidilebileceğini tahmin ettik. Ayrıca bir daha arayı asla bu kadar uzatmamaya söz verdik. Unutmayın: Amasra Ankara'dan denize en yakın çıkış.

Dönüşte Mengen Ahçılık Okulu'nun restoranında yedik yemeğimizi. Pırıl pırıl yüzleri ve takım elbiseleriyle heyecan içinde servis yapan öğrenciler nedense bizi pek duygulandırdı.

5 Ekim 2010 Salı

ROMA

Gladiators I salute you:)

Gemimizin son durağı Roma ile ilgili yazmaya bir türlü elim gitmedi. Çünkü ne yazarsam yazayım, bugüne kadar hakkında milyonlarca yazı yazılmış olduğundan emin olduğum böyle bir şehir için yeterli olmayacak, hele bizim gibi sadece bir gün geçirenin ekstradan söyleyebileceği ne olabilir? Zaten en tipik turistik rotalardan biri olarak, buray görmemiş olanımız azdır. KabahaT bizde ki bu kadar geç gittik. “Barselona çok mu farklı sanki, orası için 3 bölüm yazmıştın” diyecekleriniz olabilir. Haklısınız ama kardeşim bu da ROMA yani... Antik dünyanın en önemli imparatorluğunun başkenti, o zamandan bu zamana da tarih ve sanat sahnesindeki ağırlığını zerrece kaybetmemiş, hatta tuttuğunu altın eden İtalyanlar sayesinde değerini daha da arttırmaya devam etmekte olan bir şehir, bir tarz, bir kültür...

Çocuklar için üç boyutlu Roma tarihi kitapları


Kısıtlı vakitte “Roma deyince akla ilk gelenler” şeklinde bir gezi programını buraya daha önce de gelmiş olan Özge ve Güçlü yaptı. Gemimizi tura başladığımız liman olan Roma-Chitta Veccia limanında sabah 10 sularında terkedip, daha önce Suat’ın internet üzerinden ayarladığı minibüsle yaptık Roma turumuzu, akşamki uçak saatimiz gelen kadar keyifle gezdik.

Listemizde San Pietro Meydanı, San Pietro Bazilikası, antik Roma şehri kalıntıları ve yanındaki muhteşem yapı Collesium, Popolo Meydanı, bizim “Aşk Çeşmesi” diye bildiğimiz Trevi Çeşmesi, İspanyol Merdivenleri ve Pantheon var. Ama bu mekanları ne görsel olarak anlatmaya ne de bende hissiyatı tasvir etmeye “çabalamaya” hiç niyetim yok. Çünkü samimiyetle söylüyorum ki ne desem yetersiz ve bayat olacak. Roma’ya sebil tur var, gayet ekonomik. Kendi gözlerinizle görmek inanın daha pratik bir çözüm, zaten görmediğiniz kabahat:) Ama madem hakkında yazı yazıyoruz ve bu yazıyı yazmadan da serinin sonunu getiremeyeceğim, o zaman kendi görüşümü şöyle özetleyeyim: Roma bence insanlık tarihinin, onlarca yüzyıllık birikimini “toplu halde” en güzel şekilde yansıtan şehir. Bu birikim din, inanç, kültür, estetik, sanat, siyaset, devlet yönetimi, moda, mimari, yemek gibi insanlığın yarattığı değerlerin hepsini ve zaman içinde geçirdikleri evrimi kapsıyor. Ben şahşen San Pietro Bazilikası'nı gördükten sonra kilise-katedral gezme defterini kapattım. Kendi kategorisinde "ultimate" denecek cinsten bir mekan (eh, Katoliklerin "kâbesi" diyebiliriz buraya, olsun o kadar, değil mi?), bunun üstüne daha 1000 kilise görseniz artık estetik ya da ruhani bir tat almazsınız.

San Pietro Meydanı

Trevi Çeşmesi'ne çıkan sokaklardan birinde, eski bir mahzenden bozma olduğunu anladığımız, kendi halinde, ama kendi halindeliği bile estetik olan bir restoranda klasik İtalyan yemeklerini tattık. İtalya'nın rahat düşkünlüğünün Roma'da tavan yaptığını bir kez daha müşahade ettik: Saat öğlen 2'yi gösterdiğinde artık Allah gelse yemek siparişi veremeyebilir, ki şehrin en turistik ve kalabalık yerinden bahsediyoruz. O derece. Panik halinde, saatin 2 olmasına dakikalar kala yiyebileceğimizden fazla yemeğin siparişini verdik. Hiç birini de ziyan etmeden bitirdik. Saat 2'de ise garsonlar restoranın kapısını kilitlediler ve kendilerine ziyafet sofrası kurdular:)

Vatikan'ı koruyan İsviçreli Muhafızlar

Roma Parlementosu

İspanyol Merdivenleri

Roma'ya defalarca gitseniz yine gitmek isteyeceğinizi düşünüyorum. Gitmeden mesela "Melekler ve Şeytanlar" filmini de izlemek, işin içine gizem , gerilim, macera unsurları da katacağından hoş olabilir:) Ayhan Sicimoğlu boşuna 3 bölüm ayırmamış Roma’ya, gidince daha iyi anladık:)
Antik Roma'nın kalıntıları

Pantheon
(Seyahat boyunca gözlüklerimi sadece Roma'da takma ihtiyacı hissettim, ihtişamını net görebileyim diye:)

20 Eylül 2010 Pazartesi

CAGLIARI VE SARDUNYA ADASI


Denizden şehir merkezinin görüntüsü

5. gün Sardunya Adası’nın başkenti Cagliari’deyiz. Buraya “ne olursa olsun, artık denize gireceğiz” motivasyonuyla ulaştık. Bu seyahatte arsız bir yağmur bulutunu nereye gidersek oraya taşıdık. Bu mevsimde bulut yüzü bile görmeyen sıcak Akdeniz kentleri sık sık yağmurla ıslandı, onlar kadar biz de şaşkına döndük. Evet, hava sıcaktı sıcak olmasına, ama sık sık yağmur bulutlarıyla gölgelendi. İtalya ve Barselona ‘da kısmen yağmur mağduru olduk. Artık Sardunya’dan beklentimiz çok büyük: Yakıcı Akdeniz güneşiyle kavrulmak, sudan çıkmamak niyetindeyiz.

Şaka gibi ama Cagliari’ye de puslu bir havada ulaştık. Sardunya Adası İtalya’ya ait ve Akdeniz’in, Sicilya’dan sonra, 2. büyük adası. Kısmi özerkliği var. Nüfusu 1.700.000 civarında, yani epey kalabalık.

Palma kadar olmasa da, yine de betonu yoğun bir şehir manzarası karşılıyor bizi. Fakat öğrendik: Sadece bir kısım böyle, arka sokaklarda herşeyin orjinal halinde korunduğu eski şehir merkezi olduğunu artık biliyoruz.

Sardunya’da başlı başına bir keşif adası olabilir. Büyük bir ada olduğu için, asıl keyfinin en az birkaç gün kalınarak çıkarılacağı çok belli. Fakat biz de gemi seyahatinin şartlarını çoktan kabullenik. Elimizdeki zamanı en keyifli şekilde geçirecek programları yapmayı da öğrendik zaten.

Bu sefer hedef doğrudan deniz kıyısı. Fakat hangi plaja gideceğimiz konusunda kafamız karışık. Sardunya’nın denizi, koyları ve plajları meşhur çünkü. İnternette gördüğümüz fotolardan denizinin muhteşem Kaş denizine benzediği sonucunu çıkarmıştık. Zaman sınırı bizi Cagliari’ye en yakın plaj olan Poetto’yu seçmeye zorladı, ama daha güzel koyların olduğunu bildiğimiz için içimiz de sızladı. Poetto adanın en uzun plajıymış. Bu arada hava iyice kapandı, biz yine de umutla bulutların dağılmasını bekliyoruz.

Şanslıyız ki limanda Poetto Plajı’na gidecek gemi yolcularını taşıyan bir midibüs var. Tam Türk usulü: Plaj’deki özel tesislerden birinin aracı bu. Kişi başı 10€’ya bizi getirip götürecek, onların tesislerinden denize gireceğiz, ayrıca tesislerinde duş-tuvalet kullanma, birer tane de hoşgeldin içkisi içme hakkımız olacak. Peki deyip, doluştuk araca. Cagliari civarı Türk sayfiyelerini andıran bir havaya sahip. Sıcak, kalabalık, herşey dağınık ve biraz eski hissi veriyor. İtalya anakarasındaki ultra estetik kaygılar güneye indikçe gevşemiş gibi:)

Fazla bir numarası olmayan Poetto Plajı

Plaja geldiğimiz de hava hala puslu, kapalı. Ama plaj kalabalık. Hafiften İztuzu plajını andırıyor. Aslında şanssız bir günde geldik. Havanın grisi denizin rengini de etkilemiş, turkuaz mavi yerine açık gri tonda bir denizle karşılaştık. Fakat, artık ne olursa olsun yüzeceğiz. Erkekler hemen denize attılar kendilerini. Biz kadınlar biraz nazlandık, sonra ben de attım kendimi dalgalara. Deniz kumluk ve hemen derinleşmiyor. Alev kışın Almanya’dan aldığı balık gözü Lomo marka fotoğraf makinesini denemek için bu anı bekliyordu zaten:) Makinanın “housing”i var, yani suda kullanılabiliyor. Çılgın pozlar veriyoruz suda. Lomo süper bir makina, farklı farklı bir yığın çeşidi var, bildiğiniz eski usul fotoğraf makinesi aslında. Bu makinaları özel yapan "tasarımları”. Her makina tipinde ayrı bir enteresan tasarım var ve rengarenkler. Dışarıdan bakınca uyduruk bir oyuncak makina hissi veriyor. Olayı da bu zaten. Görüntüleri biraz sakil, garip ve komik. Amacı hem eğlendirmek hem de 70’lerin nostaljik havasını fotoğraflarınızda yeniden yaşatmak... Fiyatları 50 €’dan başlıyor, yani pahalı da değil.

Lomo'nun eğlendirdiği kesin:)

Erkekler Türk plajlarının “olmazsa olmaz”larından deve güreşi, adam boğmaca gibi sevilen deniz oyunlarını burada da birbir sergilediler. Bizden başka deve güreşi oynayan yoktu, İtalya’yı deve güreşi ile tanıştırdığımız için gururlandık:)


Asker arkadaşı pozu vermek, deve güreşi, adam boğmaca... Genetik kodlara işli sanırım, ille de yapılıyor bunlar:)

Poetto’da epeyce bir zaman, kapalı havaya rağmen, deniz keyfi yaptık. Sonra karınlar acıktı tabii, kullandığımız tesisin de öyle özel bir ambiansı yoktu, yemekleri de gördüğümüz kadarıyla klasik kafe yemekleri gibiydi. Şehir merkezinde, daha kendine özgü bir mekana gitmek daha cazip geldi.

Aynı araçla şehir merkezine geri döndük. Merkezdeki büyük meydanın kenarında sıralanmış tipik İtalyan restoranlarından gördüğümüz kadarıyla en bol kepçe görünenine oturduk. Bu arada güneş ortaya çıktı ve hava acaip ısındı. İtalya’da görünen o ki pizza hamurundan tasarruf yapılmıyor, pizzalar devasa boyutlarda. Bizim mideler artık fazlasıyla esnediği ve doyma hissimizi de büyük oranda yitirdiğimiz için her birimiz dev ebatlardaki bu pizzalardan istedik. Ve bir dilim dahi kalmamacasına bitirdik hepsini. Bu arada servis görevlilerinin rahatlığı ve yavaşlığı ilgi çekiciydi, restoran tıklım tıklım ama onlar inadına ağır. Aç insanın halinden anlamıyorlar:)

Meydanda yanyana dizilmiş restoranlar

Bu ton balıklı olan

Bu da tabaklardakileri yalayıp yuttuğumuzun ispatı:)

"Ichnusa" Sardunya Adası'nın üretimi olan bir bira

Yemekten sonra Cagliari’nin sokaklarında turladık. Artık aşinası olduğumuz şirin evler, ağaçlar, trafiğe kapalı, paket taşlı dar sokaklar... Sokak çalgıcıları, rahatlık, her ırktan insan... Burada da çok fazla Afrika kökenli insan var doğal olarak. Sardunya'da Majorka gibi Afrika ve Avrupa arasında geçit görevi görüyor.





Sardunya meşhur Roma dondurmasını vatanında tattığım yer oldu [aslında Roma'yı beklemek gerekirdi tabii:)]. Dondurmacılar çok büyük ve onlarca çeşit var, aklınıza gelmeyecek şeylerin de dondurmalarını yapmışlar. Benim dondurma düşkünlüğüm hiç yok. Fakat yediğim çikolatalı dondurmanın hakkını teslim etmeliyim, enfesti.

Gemimize de dondurmalarımızı yalaya yalaya döndük. Ada'yı daha kapsamlı gezemediğimize, hele hele turkuaz denizli koylarını göremediğimize üzgünüz.



16 Eylül 2010 Perşembe

DEMOKRASİ NEDİR, NE DEĞİLDİR?

Dün sevgili arkadaşımız Güçlü "Şimdi Danimarkalı olmak vardı anasını satayım" başlıklı yazıma çok anlamlı ve beni düşündüren bir yorum yazdı. Hemen arkasından, görüşlerine değer verdiğim, günlük hayatın her sorununa "felsefe" penceresinden bakıp anlamlı analizler yapan, gerçekçi çözümler ortaya koyan "ufuk açıcı" Ahmet İnam, Akşam gazetesindeki köşesinde bugün Güçlü'nün yorumunu tamamlayan mahiyette, anlamlı bir yazı yazmış. Beğendiğim için buraya da koymak istedim.

Demek burada "alıntı" yazı yayınlamak da varmış:) Ne yapalım, "kamuya açık günlük olması", blogun asıl amacı olan "kişisel arşiv oluşturma" hedefinden sapmamızı gerektirmiyor.

Okumaya devam etmek isteyenleri aşağıya alalım:):

"Demokrasi demokrat insanların omuzlarında yükselir

Referandum ne gösterdi? Çoğumuzun beklediğini. Evet tahmin edenler, çoğunluktaydı. Evet diyenlerden çok fazla evet tahmini yapan vardı. Hayırcıların bir bölümü, evetlerin yarıdan fazla olacağını bile bile 'hayır' dediler. Evetlerin ve hayırların ardında birçok sebep yatıyor. Bundan dolayı, örneğin, herhangi bir sebeple hayır diyen biri, diğer hayırların aynı sebepten geldiğini düşünmemeli. Aynı durum, evetler için de söz konusu. Dolayısıyla, bana göre 'zafer' ya da 'mağlubiyet' yorumları fazlaca duygusal. 'Halk' özgürlük istediği için mi evet dedi? Hangi halk? Hangi özgürlüğü? Herkes, kendi siyasal görüşünden yorumlar yapıp, sevinip üzülüyor.

Olan çıplak olarak şudur: Anayasa değişikliği oylanmış, kabul edilmiştir.

Bu yasalar hayata geçtiğinde, özgürlükler genişleyecek, ülkemizdeki insanlar kendilerini daha bağımsız mı duyacaktır? Evetçiler mi özgürleşecektir? Hayırcılar mı? Demokrasi geliverecek midir, oylamanın ardından?

Yasaların elbette güçleri vardır. Bu güç, onların nasıl uygulandığına bağlı olarak, toplum üzerinde olumlu ya da olumsuz etkiler yapar. Diyelim ki, yasa koyucular 'en mükemmel' yasaları yapma bilgisine, yeteneğine sahip olsunlar. Böyle yasalar bizi özgürlüğe, mutluluğa, dinimizi, inançlarımızı gönlümüzce yaşamaya götürmede yeterli olacaklar mıdır? Yalnızca yasalarla mı mutlu olur, bağımsız, özgür olur insan?

Sadece yasalar çıkararak, sihirbazın şapkasından tavşan çıkarması gibi, gönlümüzdeki hayata ulaşabileceğimizi düşünüyoruz. Elbette gereklidir. Yeterli değildir ama.

Bu ülkenin insanında, çoğunlukla, belki tarihinden gelen, kurallara, şekle aşırı bağlılık eğilimi var. Şeklin ardındaki mana onu pek ilgilendirmiyor. Çok sıkı sıkıya bağlandığı değerleri var: Namus gibi, din gibi. Bu değerlerin anlamları üzerinde kafa yormaya, çoğunlukla çalışmıyor. Kısa vadeli çıkarları ve sorgulayıp, yeterince anlayamadığı değerleri ona hayatındaki seçimlerinde kılavuzluk yapıyor. Elbette bu sözlerimle, ülkemin insanlarını küçümsediğim sanılmamalı. Ona olup biteni anlatabilir, değerlerini, bilgi donanımıyla destekleyerek nasıl yaşayabileceği konusunda onunla konuşabilirseniz, kendi gözleriyle görebileceği, kendi beyniyle düşünebileceği bir dünyada yaşamasını gerçekleştirme şansı olabilir. İşte o insanın evetleri hayırları bu ülke için hayırlı olabilir.

Vox populi, vox Dei, denmiştir; halkın sesi, Tanrı'nın sesidir. Tehlikeli bir sözdür. Halk yanılabilir. Yanıltılabilir. Evet derken de hayır derken de. Yanılmayan, çok az yanılan halk olanaklı mıdır? İnsan yanılan, yanılabilen bir varlık. Üstelik hayatı öğrenme yollardan biri de yanılmalarımız. Demokrasilerde halk, çoğunluğu ya da azınlığıyla yanılabilir. Halkı mutlaklaştırmamak gerek. Elbette saygı duymalı. Ama anlatmalı. Kimileri bu sözlerimi, halka yukarıdan bakan 'elitist' bir tavır olarak görebilir. Bunu demek istemiyorum. Biraz abartıyla, ama içtenlikle, ben Anadolu insanına güveniyorum. Birey olabilen, kişi olabilen insanlardan oluşmuş bir halkla yaşanabiliyor demokrasi. Yığın haline, sürü haline getirilmiş topluluklarla değil. Bundan dolayı, olanca propaganda, olanca etkileme yollarıyla yönlendirilmeye çalışılmış bir 'halk', bizim istediğimiz doğrultuda oy kullandığında doğruyu yapmış olur görüşü çok tartışılabilir, bir görüş olsa gerek.

Demokrasi sadece sandıkla gelmez. Sadece yasalarla da. Demokrat insanlarla gelir. Demokrat insan, 'öteki' insanı dinlemeye açık, onun yaşama biçimine tahammül edebilen, kafası, ruhu, özerk, özgür insandır. Demokrasideki demokrat insanı anlayamazsak, bu yasalar, kurumlar, ekonomik çareler boşa gitmiş olur. Demokrasi görüntüsü altında dikta gelir. Açık dikta, gizli kapaklı demokrasiden yeğdir. Demokrasiyi bir yem olarak kullanıp, diktanızı oluşturabilirsiniz. Demokrasi yemiyle avlanan balıkların siyasal tarihteki yerini görmek gerek.

Demokrat insan: Açık, içten, özerk, aşk dolu, edepli... Sandıktan çıkmıyor bu insan. Yetiştirilmesi gerekiyor. Sığ, kaba bir yaşam içinde, sürünün bir parçası olarak yaşayan insanlar demokrat olamaz. Demokrat insanları yasalar çıkararak yetiştiremezsiniz. Siyasetçi büyüklerinin demokrat insan olma özelliklerinden nasıl uzak olduklarını gören gençlerle demokrasiyi oluşturma boş bir hayal olur.

Ahmet İnam, Akşam, 16 Eylül 2010"

14 Eylül 2010 Salı

PALMA VE MAYORKA ADASI (PALMA DE MALLORCA)

Palma Şehir merkezinden bir manzara

4. gün durağımız Palma ve Mayorka Adası (Resmi olarak "Palma de Mallorca" diye anılıyor) . Palma, İspanya’nın doğu sahillerine yakın, özerk yönetimi olan Mallorca, Minorca, Formentera ve İbiza’dan oluşan Balear Takım Adaları’nın başkenti. Uzun isminden anlaşıldığı üzere, Palma şehri Mallorca Adası'nda bulunuyor. Mallorca (veya “Majorca” -Türkçe "Mayorka" diye okunuyor ) latince kökenli bir isim, “daha büyük/geniş” demekmiş. Balear Takım Adaları’nın en büyüğü nitekim.

Palma büyük bir şehir, şehir merkezi betona teslim, özellikle sahil şeridinde yer yer 20 katı aşan apartmanlar bile var. Balear Takım adamları İspanya’nın en turistik adaları. Ağırlığı Alman, kalan kısmı İngiliz ve İrlandalılar’dan oluşan bir turist profili var. Dünya sosyetesi ve Hollywood ünlülerinin de tercih ettiği bir yer(miş).

Yine zaman kısıtlı, ki burası geminin limandan en erken ayrılacağı yer (15.30’da gemide olmamız gerekiyor). Ama ada çok büyük, görülecek de çok yeri var.

Marsilya tecrübesi nedeniyle, burada da taksi kiralama seçeneğine yöneldik. Şansımıza yine inanılmaz tatlı, hem de İngilizce bilen bir şöför, Pepe, çıktı. İngilizce bilmesi hakikaten mucizevi, çünkü burası da Katalonya içinde ve Katalanlar bırakın İngilizceyi, İspanyolca dahi konuşmak istemiyorlar. Mallorca adası ayrıca inci üretimi ile meşhur(muş).

Pepe ve yolcuları

Haritaya bakarak, şöförümüz Pepe ile nereye gidileceği konusunu tartışıyoruz. Ya adanın doğusuna ya da batısına gideceğiz. Aslında kafamızda doğu tarafında bulunan ve “Coves del Drac (Ejderha Mağaraları)” isimli meşhur yeraltı mağarasına ve yakınındaki kıyı kasabası Porto Cristo’ ya gitmek var. Ama bu yöne gidersek, gidip dönmesiyle birlikte, zamanımızın en az 3 saatinin yolda geçeceğini anlıyoruz Pepe'nin verdiği bilgiden. Böyle olunca, 2. alternatif olan batı tarafını seçiyoruz. Burada yaklaşık 40 dk lık mesafede meşhur bir ortaçağ köyü olan Vall de Mossa var.

Şöförümüz Pepe de Genova'daki sevimli şöför Gian Luigi gibi çıkıyor: Konuşkan ve bilgili. Anlattıklarından epey faydalandık. Bodur çam, katır tırnağı ve zakkum gibi Akdeniz bitkilerinin kapladığı yollardan Vall de Mossa’ya ulaştık. Vall de Mossa bir vadi yamacında kurulmuş taş evlerden oluşuyor. İlk dikkat çeken tüm evlerin ahşap panjurlarının yeşilin farklı tonlarıyla boyanmış olması.

Vall de Mossa'nın uzaktan görüntüsü

S.S. Vall de Mossa Yapı Kooperatifi Evleri törenle sahiplerini buldu. Üyeler müstakbel evlerinin önünde hatıra fotoğrafı çektirdi. Bazı üyeler kurra sonuçlarına itiraz etti.

Daha ayağımızı basarmaz köye bayıldık. Görsel olarak illede Türkiye'de bir yere benzetmek için kasarsak, Alaçatı’ya benzediğini söyleyebilirim (zorla). Ama Alaçatı gibi hareketli bir tatil mekanı değil, daha çok kafa dinlemek isteyenlerin geldiği, çok sakin, mini mini bir yer. Köy meydanında az sayıda ama özenli kafeler vardı.

Bir Vall de Mossa kahvesi. Henüz müşterileri gelmemiş.

Kısa sürede dikkatimizi çeken detay, her evin giriş kapısının yanında, taş duvara monte edilmiş, pastoral bir konuyu tasvir eden seramik üzerine boyanmış resimlerin olması. Çok sevimli görünüyorlar, her eve ayrı bir hikaye ekliyorlar [şu an bunlardan hiç olmazsa bir tane almadığıma pişmanım:( Siz giderseniz alın.].


Her eve ekstra hikaye ekleyen, girişlerde asılı seramik tasvirler...

Kasabanın görülmeye en değer tarihi yapısı çok eski tarihlerden kalma manastırı. Çok kilise, katedral gördük ama ALev de ben de hiç manastır görmemişiz. Girişindeki kilise yüzyıllar boyu aynı eşyalarla korunmuş. Loş aydınlatma ve mihraptaki Meryem’in kucağında ölü halde yatan Hs. İsa heykeli ortama iyice dramatik bir hava veriyor.

Bu fotoda tablo gibi görünmüş ama gerçekte hemen hemen birebir ölçüde bir heykel

Herşey bir kaç yüzyıl öncesinde nasıldıysa hala öyle duruyor. Kiliseden manastır binasına geçiyoruz. Bina, içinde binbir çeşit bitki ve çiçeğin bulunduğu bir iç bahçenin etrafında dönüyor. Ayrıca her bir hücrenin binanın dış cephesinde kalan tarafta "kendine özel" diyebileceğimiz minik bahçeleri var. Manastır koridorları çok geniş, serin ve loş. Bu mekan şu anda müze olarak kullanılıyor.
Manastır koridorları

Koridorda yan yana sıralanmış yüzyıllar öncesinin eczanesini, kütüphanesini, yemek salonunu görmek çok etkileyici. Örneğin manastır eczanesi: Herşey aynen duruyor, ilaç kavanozlarının, şişelerinin, kaselerinin güzelliğini, orjinalliğini tarif etmem zor. Bir zamanlar ilaç ve ilaç hammaddeleri herbiri sanat eseri denebilecek kadar orjinal, birbirinden ilginç şekilleri olan cam ve porselen şişe ve kavanozlarda saklanıyormuş. Burayı eczacı olan babamın görmesini çok isterdim. Ben küçükken onun eczanesinin arka tarafı da bu gördüğüme benzeyen bir laboratuardı (Evet, yakın bir geçmişte bazı ilaçlar eczanelerin bir kısmını işgal eden laboratuarlarda, klasik "manuel" yöntemle hazırlanıyordu. Muhtemelen, eczacılık bu yüzden çok zevkli bir meslekti o zamanlar... ).

Manastırın bir kaç yüzyıl yaşındaki eczanesi

Kütüphane ise bizi en çok etkileyen yer oldu. Her biri kimbilir kaç yüz yaşında olan binlerce kitap raflarda okunmayı bekliyorlardı. Herhangi bir camekanla korunmamışlar, yüzlerce yıl nasıl kullanıldıysa bu kütüphane, hala aynı şekilde, hizmete hazırmış gibi duruyordu.


Manastır Kütüphanesi

Manastır, 19. yüzyılda sadece çok özel müşterilerin kabul edildiği, bir tür “inziva” oteli olarak da hizmet vermiş bir süre. Bu dönemin en önemli ve meşhur müşterisi ise Frederik Chopin. Chopin Kasım 1838-Şubat 1839 arasındaki kış mevsimini sevgilisi ünlü Fransız yazar George Sand ve onun iki çocuğu ile birlikte burada geçirmiş. Kullandıkları 2 oda (Chopin'in 3 piyanosu ile birlikte) bugün aynı şekilde duruyor ve "Chopin Müzesi" olarak hizmet veriyor. Bu manastırda böyle bir müzenin olduğunu gidince öğrendik, tabii pek mutlu olduk. "Kısa günün kârı" diyebiliriz bu hoş tesadüfe:)

Sanat tarihinde gayet önemi olduğunu daha yeni öğrendiğimiz meşhur "Vall De Mossa İkametgahı" sırasında Üstadın kullandığı piyanolardan biri

Chopin "bahtsız" diyebileceğimiz bir besteci (imiş) aslında. Hayat hikayesini okuyunca bunu anlıyorsunuz. Daha baştan sağlığı bozuk bir kere: Gaudi'ye benzer şekilde, dönemin bir başka yaygın (ve popüler) hastalığı veremden muzdarip ve ne yazık ki o çağlarda veremin tedavisi yok. Bu rahatsızlığı hayatına ekstra sıkıntı eklemiş. Normal şartlarda gayet sıcak olan bu kasabaya gelme nedeni de tedavi amaçlıymış aslında. Sıcak hava veremin yegâne tedavisi olarak tavsiye ediliyormuş o zamanlar. Hoş o yıl Vall de Mossa en soğuk kışlarından birini geçirmiş, Chopin’e sağlık yönünden bir faydası olmamış.

Chopin’in manastır ikameti biraz zorunlu olmuş. Çünkü çift kasabaya geldiğinde önce hoş karşılanmalarına rağmen, gayet tutucu olan kasaba halkı Frederic ve George'un (George'un gerçek adı "Aurore Dupin". Kadın haklarının hala pek söz konusu olmadığı dönemde bir kadın olarak yazılarını ancak takma bir erkek ismi kullanarak yayınlatabileceğin düşünmüş olmalı ki bu mahlası seçmiş ve kullanmış) evli olmadıklarını öğrendiklerinde çifte ev kiralamayı reddetmişler. Neyse ki manastır açmış kapılarını ünlü bestekâra [Tarihin derinliklerinden bildirdiğimiz magazin dedikoduları burada son eriyor sevgili okuyucular:)].

Köyün içinde biraz daha gezip, tur otobüsleri köye gelmeye başlayınca Palma’ya dönüyoruz. Hava çok sıcak ama Palma cıvıl cıvıl. Afrika kıtasına çok yakın bir noktada olduğu için, Afrikalı sakini de çok. Yerel kıyafetleriyle sokaklara ayrı bir renk veriyorlar ama çoğu seyyar satıcı olduğu için turistlere rahat verdikleri söylenemez:) Şöförümüz Pepe bizi ufak bir ilave ücretle şehri tepeden seyreden meşhur Belleveder Kalesi’ne de götürebileceğini söyledi. Ancak, zamanımız kısa olduğu için, bir saati daha yolda geçirmek istemedik, kaleyi pas geçtik. O da bizi eski şehrin merkezinde bıraktı.

İnsan kalabalığının sel gibi aktığı ara sokaklara daldık. Artık manzaraya alışkınız: 4-5 katlı taş apartmanların arasında uzanan ve irili ufaklı meydanlarda kesişen dapdar sokaklar bekliyor bizi. Avrupa’daki tüm Akdeniz şehirlerinde ara sokaklar dar, sokağın iki tarafındaki binalar adeta birbirlerini öpecek kadar yakın. Bu eski çağlarda yakıcı Akdeniz güneşine karşı bir önlem olarak özellikle benimsenmiş bir tarz olabilir. Çünkü bu darlık yüzünden sokaklar epey loş. Ayrıca, tüm evler istisnasız panjurlu. Bu sokakların çoğunda bizim Kuşadası’ndan , Marmaris’ten, Fethiye’den bildiğimiz manzaralar var: sağlı sollu dizilmiş mağazaların önünden insanlar sel gibi akıyor. Fark binaların göze çok daha hoş görünen mimarileri ve kalabalığa rağmen gürültü olmaması.

Pek sevdiğimiz bir unsur: Sokak Çalgıcıları

Palma şehir merkezi

Majorca Adası'nın üretimi olan yerli bira markası San Miguel

Ve içmesi bir türlü nasip olmayan meşhur İspanyol içkisi (yoksa şarabı mı demeli?) Sangria...

Palma’da da her bina bir hikaye üretiyor bence. Eski olsalar da ciddi bir estetik kaygı sözkonusu. Palma’da aynı Barselona’daki gibi bol miktarda canlı heykel var, hani siz para atmadıkça aynı pozisyonda dakilarca duranlar (özel bir isimleri var mıydı acaba?). İspanyollar bu konuda aşmış, bir de galiba iyi para getiren bir meslek ki Barselona’da da Palma’da da bol miktarda varlar. Benim en çok hoşuma giden bunlar oldu.

Öyle her bahşişle poz değiştirmiyorlar, hareket edip pozisyon değiştirmelerini sağlamak için hatırı sayılır bir miktar bırakmak lazım:)))

Mesleğim nedeniyle bana yakıştırılan (ama benim kendime hiç yakıştıramadığım) resmi rollere bir nebze de olsa layık olmak amacıyla Palma Belediye Binası önünde poz verdim: ) Arkadaşlarım bu "Dünya Devlet Daireleri Fotoğraf Serisi"nin devamını diliyor:)))

Palma coğrafi konumu nedeniyle gerçek bir ırk potası. Her ırktan insan mevcut. Özellikle restoran sahipleri, Barselona’da da gördüğümüz gibi, çoğunlukla Afrika ve Arap kökenli. Nitekim bizim oturduğumuz restoranın adı “Talat”, sahipleri de Pakistanlı çıktı. Burada hiç olmazsa bir kaç gün daha kalabilmeyi, adayı enine boyuna gezip, denizine girmeyi isterdik. Çünkü Akdeniz ruhunun damardan hissedileceği bir yer ve biz ancak tadına bakabildik. Tabii buna da, herzamanki gibi, "şükür" diyoruz:)