Palma Şehir merkezinden bir manzara
4. gün durağımız Palma ve Mayorka Adası (Resmi olarak "Palma de Mallorca" diye anılıyor) . Palma, İspanya’nın doğu sahillerine yakın, özerk yönetimi olan Mallorca, Minorca, Formentera ve İbiza’dan oluşan Balear Takım Adaları’nın başkenti. Uzun isminden anlaşıldığı üzere, Palma şehri Mallorca Adası'nda bulunuyor. Mallorca (veya “Majorca” -Türkçe "Mayorka" diye okunuyor ) latince kökenli bir isim, “daha büyük/geniş” demekmiş. Balear Takım Adaları’nın en büyüğü nitekim.
Palma büyük bir şehir, şehir merkezi betona teslim, özellikle sahil şeridinde yer yer 20 katı aşan apartmanlar bile var. Balear Takım adamları İspanya’nın en turistik adaları. Ağırlığı Alman, kalan kısmı İngiliz ve İrlandalılar’dan oluşan bir turist profili var. Dünya sosyetesi ve Hollywood ünlülerinin de tercih ettiği bir yer(miş).
Yine zaman kısıtlı, ki burası geminin limandan en erken ayrılacağı yer (15.30’da gemide olmamız gerekiyor). Ama ada çok büyük, görülecek de çok yeri var.
Marsilya tecrübesi nedeniyle, burada da taksi kiralama seçeneğine yöneldik. Şansımıza yine inanılmaz tatlı, hem de İngilizce bilen bir şöför, Pepe, çıktı. İngilizce bilmesi hakikaten mucizevi, çünkü burası da Katalonya içinde ve Katalanlar bırakın İngilizceyi, İspanyolca dahi konuşmak istemiyorlar. Mallorca adası ayrıca inci üretimi ile meşhur(muş).
4. gün durağımız Palma ve Mayorka Adası (Resmi olarak "Palma de Mallorca" diye anılıyor) . Palma, İspanya’nın doğu sahillerine yakın, özerk yönetimi olan Mallorca, Minorca, Formentera ve İbiza’dan oluşan Balear Takım Adaları’nın başkenti. Uzun isminden anlaşıldığı üzere, Palma şehri Mallorca Adası'nda bulunuyor. Mallorca (veya “Majorca” -Türkçe "Mayorka" diye okunuyor ) latince kökenli bir isim, “daha büyük/geniş” demekmiş. Balear Takım Adaları’nın en büyüğü nitekim.
Palma büyük bir şehir, şehir merkezi betona teslim, özellikle sahil şeridinde yer yer 20 katı aşan apartmanlar bile var. Balear Takım adamları İspanya’nın en turistik adaları. Ağırlığı Alman, kalan kısmı İngiliz ve İrlandalılar’dan oluşan bir turist profili var. Dünya sosyetesi ve Hollywood ünlülerinin de tercih ettiği bir yer(miş).
Yine zaman kısıtlı, ki burası geminin limandan en erken ayrılacağı yer (15.30’da gemide olmamız gerekiyor). Ama ada çok büyük, görülecek de çok yeri var.
Marsilya tecrübesi nedeniyle, burada da taksi kiralama seçeneğine yöneldik. Şansımıza yine inanılmaz tatlı, hem de İngilizce bilen bir şöför, Pepe, çıktı. İngilizce bilmesi hakikaten mucizevi, çünkü burası da Katalonya içinde ve Katalanlar bırakın İngilizceyi, İspanyolca dahi konuşmak istemiyorlar. Mallorca adası ayrıca inci üretimi ile meşhur(muş).
Pepe ve yolcuları
Haritaya bakarak, şöförümüz Pepe ile nereye gidileceği konusunu tartışıyoruz. Ya adanın doğusuna ya da batısına gideceğiz. Aslında kafamızda doğu tarafında bulunan ve “Coves del Drac (Ejderha Mağaraları)” isimli meşhur yeraltı mağarasına ve yakınındaki kıyı kasabası Porto Cristo’ ya gitmek var. Ama bu yöne gidersek, gidip dönmesiyle birlikte, zamanımızın en az 3 saatinin yolda geçeceğini anlıyoruz Pepe'nin verdiği bilgiden. Böyle olunca, 2. alternatif olan batı tarafını seçiyoruz. Burada yaklaşık 40 dk lık mesafede meşhur bir ortaçağ köyü olan Vall de Mossa var.
Şöförümüz Pepe de Genova'daki sevimli şöför Gian Luigi gibi çıkıyor: Konuşkan ve bilgili. Anlattıklarından epey faydalandık. Bodur çam, katır tırnağı ve zakkum gibi Akdeniz bitkilerinin kapladığı yollardan Vall de Mossa’ya ulaştık. Vall de Mossa bir vadi yamacında kurulmuş taş evlerden oluşuyor. İlk dikkat çeken tüm evlerin ahşap panjurlarının yeşilin farklı tonlarıyla boyanmış olması.
Vall de Mossa'nın uzaktan görüntüsü
S.S. Vall de Mossa Yapı Kooperatifi Evleri törenle sahiplerini buldu. Üyeler müstakbel evlerinin önünde hatıra fotoğrafı çektirdi. Bazı üyeler kurra sonuçlarına itiraz etti.
Daha ayağımızı basarmaz köye bayıldık. Görsel olarak illede Türkiye'de bir yere benzetmek için kasarsak, Alaçatı’ya benzediğini söyleyebilirim (zorla). Ama Alaçatı gibi hareketli bir tatil mekanı değil, daha çok kafa dinlemek isteyenlerin geldiği, çok sakin, mini mini bir yer. Köy meydanında az sayıda ama özenli kafeler vardı.
Bir Vall de Mossa kahvesi. Henüz müşterileri gelmemiş.
Kısa sürede dikkatimizi çeken detay, her evin giriş kapısının yanında, taş duvara monte edilmiş, pastoral bir konuyu tasvir eden seramik üzerine boyanmış resimlerin olması. Çok sevimli görünüyorlar, her eve ayrı bir hikaye ekliyorlar [şu an bunlardan hiç olmazsa bir tane almadığıma pişmanım:( Siz giderseniz alın.].
Her eve ekstra hikaye ekleyen, girişlerde asılı seramik tasvirler...
Kasabanın görülmeye en değer tarihi yapısı çok eski tarihlerden kalma manastırı. Çok kilise, katedral gördük ama ALev de ben de hiç manastır görmemişiz. Girişindeki kilise yüzyıllar boyu aynı eşyalarla korunmuş. Loş aydınlatma ve mihraptaki Meryem’in kucağında ölü halde yatan Hs. İsa heykeli ortama iyice dramatik bir hava veriyor.
Koridorda yan yana sıralanmış yüzyıllar öncesinin eczanesini, kütüphanesini, yemek salonunu görmek çok etkileyici. Örneğin manastır eczanesi: Herşey aynen duruyor, ilaç kavanozlarının, şişelerinin, kaselerinin güzelliğini, orjinalliğini tarif etmem zor. Bir zamanlar ilaç ve ilaç hammaddeleri herbiri sanat eseri denebilecek kadar orjinal, birbirinden ilginç şekilleri olan cam ve porselen şişe ve kavanozlarda saklanıyormuş. Burayı eczacı olan babamın görmesini çok isterdim. Ben küçükken onun eczanesinin arka tarafı da bu gördüğüme benzeyen bir laboratuardı (Evet, yakın bir geçmişte bazı ilaçlar eczanelerin bir kısmını işgal eden laboratuarlarda, klasik "manuel" yöntemle hazırlanıyordu. Muhtemelen, eczacılık bu yüzden çok zevkli bir meslekti o zamanlar... ).
Kasabanın görülmeye en değer tarihi yapısı çok eski tarihlerden kalma manastırı. Çok kilise, katedral gördük ama ALev de ben de hiç manastır görmemişiz. Girişindeki kilise yüzyıllar boyu aynı eşyalarla korunmuş. Loş aydınlatma ve mihraptaki Meryem’in kucağında ölü halde yatan Hs. İsa heykeli ortama iyice dramatik bir hava veriyor.
Bu fotoda tablo gibi görünmüş ama gerçekte hemen hemen birebir ölçüde bir heykel
Herşey bir kaç yüzyıl öncesinde nasıldıysa hala öyle duruyor. Kiliseden manastır binasına geçiyoruz. Bina, içinde binbir çeşit bitki ve çiçeğin bulunduğu bir iç bahçenin etrafında dönüyor. Ayrıca her bir hücrenin binanın dış cephesinde kalan tarafta "kendine özel" diyebileceğimiz minik bahçeleri var. Manastır koridorları çok geniş, serin ve loş. Bu mekan şu anda müze olarak kullanılıyor.
Manastır koridorları Herşey bir kaç yüzyıl öncesinde nasıldıysa hala öyle duruyor. Kiliseden manastır binasına geçiyoruz. Bina, içinde binbir çeşit bitki ve çiçeğin bulunduğu bir iç bahçenin etrafında dönüyor. Ayrıca her bir hücrenin binanın dış cephesinde kalan tarafta "kendine özel" diyebileceğimiz minik bahçeleri var. Manastır koridorları çok geniş, serin ve loş. Bu mekan şu anda müze olarak kullanılıyor.
Koridorda yan yana sıralanmış yüzyıllar öncesinin eczanesini, kütüphanesini, yemek salonunu görmek çok etkileyici. Örneğin manastır eczanesi: Herşey aynen duruyor, ilaç kavanozlarının, şişelerinin, kaselerinin güzelliğini, orjinalliğini tarif etmem zor. Bir zamanlar ilaç ve ilaç hammaddeleri herbiri sanat eseri denebilecek kadar orjinal, birbirinden ilginç şekilleri olan cam ve porselen şişe ve kavanozlarda saklanıyormuş. Burayı eczacı olan babamın görmesini çok isterdim. Ben küçükken onun eczanesinin arka tarafı da bu gördüğüme benzeyen bir laboratuardı (Evet, yakın bir geçmişte bazı ilaçlar eczanelerin bir kısmını işgal eden laboratuarlarda, klasik "manuel" yöntemle hazırlanıyordu. Muhtemelen, eczacılık bu yüzden çok zevkli bir meslekti o zamanlar... ).
Manastırın bir kaç yüzyıl yaşındaki eczanesi
Kütüphane ise bizi en çok etkileyen yer oldu. Her biri kimbilir kaç yüz yaşında olan binlerce kitap raflarda okunmayı bekliyorlardı. Herhangi bir camekanla korunmamışlar, yüzlerce yıl nasıl kullanıldıysa bu kütüphane, hala aynı şekilde, hizmete hazırmış gibi duruyordu.
Köyün içinde biraz daha gezip, tur otobüsleri köye gelmeye başlayınca Palma’ya dönüyoruz. Hava çok sıcak ama Palma cıvıl cıvıl. Afrika kıtasına çok yakın bir noktada olduğu için, Afrikalı sakini de çok. Yerel kıyafetleriyle sokaklara ayrı bir renk veriyorlar ama çoğu seyyar satıcı olduğu için turistlere rahat verdikleri söylenemez:) Şöförümüz Pepe bizi ufak bir ilave ücretle şehri tepeden seyreden meşhur Belleveder Kalesi’ne de götürebileceğini söyledi. Ancak, zamanımız kısa olduğu için, bir saati daha yolda geçirmek istemedik, kaleyi pas geçtik. O da bizi eski şehrin merkezinde bıraktı.
Kütüphane ise bizi en çok etkileyen yer oldu. Her biri kimbilir kaç yüz yaşında olan binlerce kitap raflarda okunmayı bekliyorlardı. Herhangi bir camekanla korunmamışlar, yüzlerce yıl nasıl kullanıldıysa bu kütüphane, hala aynı şekilde, hizmete hazırmış gibi duruyordu.
Manastır Kütüphanesi
Sanat tarihinde gayet önemi olduğunu daha yeni öğrendiğimiz meşhur "Vall De Mossa İkametgahı" sırasında Üstadın kullandığı piyanolardan biri
Chopin "bahtsız" diyebileceğimiz bir besteci (imiş) aslında. Hayat hikayesini okuyunca bunu anlıyorsunuz. Daha baştan sağlığı bozuk bir kere: Gaudi'ye benzer şekilde, dönemin bir başka yaygın (ve popüler) hastalığı veremden muzdarip ve ne yazık ki o çağlarda veremin tedavisi yok. Bu rahatsızlığı hayatına ekstra sıkıntı eklemiş. Normal şartlarda gayet sıcak olan bu kasabaya gelme nedeni de tedavi amaçlıymış aslında. Sıcak hava veremin yegâne tedavisi olarak tavsiye ediliyormuş o zamanlar. Hoş o yıl Vall de Mossa en soğuk kışlarından birini geçirmiş, Chopin’e sağlık yönünden bir faydası olmamış.
Manastır, 19. yüzyılda sadece çok özel müşterilerin kabul edildiği, bir tür “inziva” oteli olarak da hizmet vermiş bir süre. Bu dönemin en önemli ve meşhur müşterisi ise Frederik Chopin. Chopin Kasım 1838-Şubat 1839 arasındaki kış mevsimini sevgilisi ünlü Fransız yazar George Sand ve onun iki çocuğu ile birlikte burada geçirmiş. Kullandıkları 2 oda (Chopin'in 3 piyanosu ile birlikte) bugün aynı şekilde duruyor ve "Chopin Müzesi" olarak hizmet veriyor. Bu manastırda böyle bir müzenin olduğunu gidince öğrendik, tabii pek mutlu olduk. "Kısa günün kârı" diyebiliriz bu hoş tesadüfe:)
Sanat tarihinde gayet önemi olduğunu daha yeni öğrendiğimiz meşhur "Vall De Mossa İkametgahı" sırasında Üstadın kullandığı piyanolardan biri
Chopin "bahtsız" diyebileceğimiz bir besteci (imiş) aslında. Hayat hikayesini okuyunca bunu anlıyorsunuz. Daha baştan sağlığı bozuk bir kere: Gaudi'ye benzer şekilde, dönemin bir başka yaygın (ve popüler) hastalığı veremden muzdarip ve ne yazık ki o çağlarda veremin tedavisi yok. Bu rahatsızlığı hayatına ekstra sıkıntı eklemiş. Normal şartlarda gayet sıcak olan bu kasabaya gelme nedeni de tedavi amaçlıymış aslında. Sıcak hava veremin yegâne tedavisi olarak tavsiye ediliyormuş o zamanlar. Hoş o yıl Vall de Mossa en soğuk kışlarından birini geçirmiş, Chopin’e sağlık yönünden bir faydası olmamış.
Chopin’in manastır ikameti biraz zorunlu olmuş. Çünkü çift kasabaya geldiğinde önce hoş karşılanmalarına rağmen, gayet tutucu olan kasaba halkı Frederic ve George'un (George'un gerçek adı "Aurore Dupin". Kadın haklarının hala pek söz konusu olmadığı dönemde bir kadın olarak yazılarını ancak takma bir erkek ismi kullanarak yayınlatabileceğin düşünmüş olmalı ki bu mahlası seçmiş ve kullanmış) evli olmadıklarını öğrendiklerinde çifte ev kiralamayı reddetmişler. Neyse ki manastır açmış kapılarını ünlü bestekâra [Tarihin derinliklerinden bildirdiğimiz magazin dedikoduları burada son eriyor sevgili okuyucular:)].
Köyün içinde biraz daha gezip, tur otobüsleri köye gelmeye başlayınca Palma’ya dönüyoruz. Hava çok sıcak ama Palma cıvıl cıvıl. Afrika kıtasına çok yakın bir noktada olduğu için, Afrikalı sakini de çok. Yerel kıyafetleriyle sokaklara ayrı bir renk veriyorlar ama çoğu seyyar satıcı olduğu için turistlere rahat verdikleri söylenemez:) Şöförümüz Pepe bizi ufak bir ilave ücretle şehri tepeden seyreden meşhur Belleveder Kalesi’ne de götürebileceğini söyledi. Ancak, zamanımız kısa olduğu için, bir saati daha yolda geçirmek istemedik, kaleyi pas geçtik. O da bizi eski şehrin merkezinde bıraktı.
İnsan kalabalığının sel gibi aktığı ara sokaklara daldık. Artık manzaraya alışkınız: 4-5 katlı taş apartmanların arasında uzanan ve irili ufaklı meydanlarda kesişen dapdar sokaklar bekliyor bizi. Avrupa’daki tüm Akdeniz şehirlerinde ara sokaklar dar, sokağın iki tarafındaki binalar adeta birbirlerini öpecek kadar yakın. Bu eski çağlarda yakıcı Akdeniz güneşine karşı bir önlem olarak özellikle benimsenmiş bir tarz olabilir. Çünkü bu darlık yüzünden sokaklar epey loş. Ayrıca, tüm evler istisnasız panjurlu. Bu sokakların çoğunda bizim Kuşadası’ndan , Marmaris’ten, Fethiye’den bildiğimiz manzaralar var: sağlı sollu dizilmiş mağazaların önünden insanlar sel gibi akıyor. Fark binaların göze çok daha hoş görünen mimarileri ve kalabalığa rağmen gürültü olmaması.
Pek sevdiğimiz bir unsur: Sokak Çalgıcıları
Palma şehir merkezi
Majorca Adası'nın üretimi olan yerli bira markası San Miguel
Ve içmesi bir türlü nasip olmayan meşhur İspanyol içkisi (yoksa şarabı mı demeli?) Sangria...
Palma’da da her bina bir hikaye üretiyor bence. Eski olsalar da ciddi bir estetik kaygı sözkonusu. Palma’da aynı Barselona’daki gibi bol miktarda canlı heykel var, hani siz para atmadıkça aynı pozisyonda dakilarca duranlar (özel bir isimleri var mıydı acaba?). İspanyollar bu konuda aşmış, bir de galiba iyi para getiren bir meslek ki Barselona’da da Palma’da da bol miktarda varlar. Benim en çok hoşuma giden bunlar oldu.
Öyle her bahşişle poz değiştirmiyorlar, hareket edip pozisyon değiştirmelerini sağlamak için hatırı sayılır bir miktar bırakmak lazım:)))
Mesleğim nedeniyle bana yakıştırılan (ama benim kendime hiç yakıştıramadığım) resmi rollere bir nebze de olsa layık olmak amacıyla Palma Belediye Binası önünde poz verdim: ) Arkadaşlarım bu "Dünya Devlet Daireleri Fotoğraf Serisi"nin devamını diliyor:)))
Palma coğrafi konumu nedeniyle gerçek bir ırk potası. Her ırktan insan mevcut. Özellikle restoran sahipleri, Barselona’da da gördüğümüz gibi, çoğunlukla Afrika ve Arap kökenli. Nitekim bizim oturduğumuz restoranın adı “Talat”, sahipleri de Pakistanlı çıktı. Burada hiç olmazsa bir kaç gün daha kalabilmeyi, adayı enine boyuna gezip, denizine girmeyi isterdik. Çünkü Akdeniz ruhunun damardan hissedileceği bir yer ve biz ancak tadına bakabildik. Tabii buna da, herzamanki gibi, "şükür" diyoruz:)
Palma coğrafi konumu nedeniyle gerçek bir ırk potası. Her ırktan insan mevcut. Özellikle restoran sahipleri, Barselona’da da gördüğümüz gibi, çoğunlukla Afrika ve Arap kökenli. Nitekim bizim oturduğumuz restoranın adı “Talat”, sahipleri de Pakistanlı çıktı. Burada hiç olmazsa bir kaç gün daha kalabilmeyi, adayı enine boyuna gezip, denizine girmeyi isterdik. Çünkü Akdeniz ruhunun damardan hissedileceği bir yer ve biz ancak tadına bakabildik. Tabii buna da, herzamanki gibi, "şükür" diyoruz:)
8 yorum:
Başak & Alev , hayranım sizlere tek kelimeyle. Ne güzel anılar bilgiler paylaştınız bizlerle . Mayorka'daçok alman olduğunu bilyorum doğrumudur ? :)
Sevgilerimle ,,
Sevgili RRH; evet doğru, hatta Alman eyaleti denebilecek kadar çoklar (çoğunun da evi varmış):)
Bu bloga girdiğimde; Gülhan'ın Galaksi programını izliyorum sanki.Ne denir? Gidemediğimiz göremediğimiz yerleri bize görsel ve kelimelerinizle bir turistik rehber gibi anlattığınız için kocaman teşekkür etmekten başka ne yapabiliriz ki? "Gidin görün gezin paylaşın ama eksilmesin cebinizdeki paranız, kredi kartlarınızdaki limitiniz" diye de dua edebiliriz.Kimbilir belki tutar! Sevgilerimizle.
Sevgili Sufi; son dileğine katılmamak mümkün mü???:))) Zerrin Özer'in yıllar önce bir şarkısı vardı "Bana hep bana" diye, onun sözlerini hatırladım: "Paramı harcasam, ama hiç bitmese" gibi bir kısmı vardı:) Okuyucunun keyif alması bizi memnun eder. Teşekkür ederiz.
gerçekten benim bile içim kaldı; ama siz eminim tekrar oralara daha uzun süreli gidersiniz!
Bi de o seramiklerden niye almadın gerçekten çok şirinlermiş! bazen bana da oluyor sonra da pişman oluyorum :((
Minimalist uzunca bir süre her gittiğim yerden ne kadar gereksiz ıvır zıvır varsa (özellikle turistik diye tabi edilenler) aldım, sonra evde o kadar kalitesiz, cangıl cungul obje görmekten sıkıldım. Aslında ruhları yok gibi geldi, hele Çin bu pazara dahil olduğundan bu yana turistik-hatıralık elyaların hepsi tek tip, kalitesiz... Bu nedenle söz verdim kendime ruhu olmayan şeyi almayacağım diye. Ama bu sefer de bir basiret bağlanması sözkonusu oldu. Örneğin bu seyahatten aldığım yegane şey siyah demirden bir baykuş figürü oldu. "Ruhu" olduğu halde bazı özel şeyleri bu basiret bağlanması sebebiyle alamadım:(
Merhaba,
Anlatımınız harika ancak 4.günün öncesini göremiyorum. Mallorca tatil planı yapıyorum ve asıl bu kısmı görebilirsem bana çok faydası olacak. Teşekkürler
Adsız ben sayfayı aşağı kaydırdığımda görebiliyorum, belki bağlantında anlık bir sorun oluşmuştur. Bir de Palma sehatimiz bir gemi yolculuğunun 4. durağı, yani Palma'da uzunca bir tatil yapmış değiliz ve bu konuda başkaca yazı yok blogda.
Yorum Gönder