11 Kasım 2014 Salı

MADRİD - 2

Madrid’de “kutsal üçgen” denebilecek 3 önemli müze bulunuyor: Prado, Reina Sofia ve Thyssen Müzeleri. Benim bu seyahatte önceliğim müzeleri gezmekti. Çünkü daha çocukluktan isimlerini bir şekilde öğrendiğim(iz) veya tabloları görsel olarak hafızam(ız)a girmiş ressamların çoğu şu an ismi İspanya olan ülkenin sınırları içinde doğmuşlar (böyle yazdım çünkü İspanya’da ciddi bir milliyet hassasiyeti var; herkese otomatik “İspanyol” demek bulunduğunuz yere göre doğru ya da hoş olmayabiliyor, İspanyol ayrı, Katalan, Bask vb ayrı zira…):  Dali, Picasso, Miro, El Greco, Velazquez, Goya… Ve bu ressamların eserlerini görmek aslında benim için en büyük Madrid motivasyonuydu!

Başta yazmıştım, Madrid doğa ve insan dostu bir şehir diye. Bu durum müzeleri için de geçerli: Madrid seyahat planımızı yaparken gördük ki bu 3 önemli müze haftanın belli günlerinde ve belli saatlerde ücretsiz gezilebiliyor!  Prado’nun  ücretsiz günlerinden biri de Cumartesi, 18.00 – 20.00 saatleri arası.
1800’lerin başında açılan müzenin temelini  İspanya Kraliyet ailelerinin devasa koleksiyonu oluşturuyor.
  

El Tigre’deki kalori yüklemesi sonrası soluğu Prado’da aldık. Müze bahçesi çok kalabalık, insanlar çoluk çocuk çimlere yayılmış, saatin 18.00 olmasını bekliyorlar. Biz de onlara katılıyoruz. 1800’lerin başında açılan müzenin temelini  İspanya Kraliyet ailelerinin koleksiyonu oluşturuyor.

Elbette bu muhteşem müze için 2 saat yeterli olamaz. Ben Madrid’de yaşasam muhtemelen her ay ziyaret ederdim. Ancak turistiz ve burada geçireceğimiz gün sayısı kısıtlı. Yine de oradaki klasiklerden tek birini görmek bile güzel sanatlarla arası hoş olan bir insanı ciddi şekilde sarsacaktır. Müzede geçen o iki saatimizi en basitçe “büyülü” olarak tanımlayabilirim. Öyle ki müzeden çıktığımızda Alev de ben de uzun süre kendimize gelemedik ve konuşamadık… Bazı şeyleri anlatmak hakikaten mümkün değil, ancak yaşanabiliyor işte. Ben yolu Madrid’e düşecek herkese mutlaka ama mutlaka Prado Müzesine yarım saat bile olsa uğramasını öneriyorum.
Resim sanatının özellikle klasik döneme ait muhteşem örneklerini Prado'da görebilirsiniz.
İspanya’da, aynı İngiltere gibi: Yazın hava kararmak bilmiyor, dolayısıyla günleri çok çok uzun. İspanyolların akşamları geç yemek yeme alışkanlığı bu "upuzuuun" günlerden kaynaklanıyor olsa gerek:) Müzeden çıkınca Grand Via civarında her biri bizim İstiklal Caddesi kıvamında bir çok cadde ve sokaklarda geziyoruz. Çılgın, insanı mutlu eden bir enerji var. Herkes kendi halinde. Madrid’in ayrımcı değil, kaynaştırıcı ve gerçekten “demokrat” bir şehir olduğunu insanların davranışlarından, kendilerini nasıl hissediyorlarsa öyle davranmalarından ve giyinmelerinden  anlamak kolay oluyor. Bu tür caddeler alışveriş ve genel olarak kalabalıklar içinde yitip kendini unutmak için iyi. Ancak, caddelerdeki mağazalar ve kafeler genelde artık her kapitalist ülkede görmeye alıştığımız türden: aynı markalar, aynı konseptler, aynı dekorasyonlar... Biz ise o ülkeye, o şehre, o kültüre has bir şeylerin tadına bakmak istiyoruz. belki de yaş icabı... Yine de belirteyim ki alışveriş için cennet bir yer Madrid. Ne de olsa Zara, Mango başta olmak üzere, pek çok tekstil devinin ana vatanı burası.  Bence bir marka var ki, bana göre İspanya'nın o sıcak, parlak güneşini, renklerini ve cıvıl cıvıl enerjisini en iyi o temsil ediyor: Desigual!!!     Alev'le tek gezdiğimiz, hatta iki kez uğradığımız tek mağaza oldu burası.


Bu caddelerde, sırf görmüş olmak adına, biraz gezinip, bir sonraki hedefimize yönleniyoruz:  bisiklet sever eşimin seyahat planı yaparken aylar önce bulup listenin en başına yazdığı LaBicicleta Café! Adından da anlaşılacağı üzere, bisikletsever, dekorasyonunda bisiklet ve bisiklet aksesuarlarının hakim olduğu, sevimli ötesi bir mekan burası. O kadar merkezi bir yerde ki  sokaklarda gelişigüzel dolanırken  kendimizi mekanın önünde bulduk:)

Bir Cumartesi akşamının enerjisi dünyanın pek çok şehrinde güzeldir. Durum Madrid için de fazlasıyla geçerli: Her yer gibi, Café Bicicleta’nın da enerjisi yüksek. İçerisi cıvıl cıvıl gençlerle dolu. Yaş ortalaması bize göre hayli düşük. Biz bara oturmayı tercih ettik çünkü bara gelip gidenleri, barmenlerin davranışlarını gözlemeyi seviyoruz. Web sitesinde buradan “iş yeri” diye de bahsediliyor. Mekan serbest çalışan insanlara keyifli bir ofis ortamı sunuyor zira. Ama Cumartesi akşamı kimsenin iş yaptığı falan yok tabii:)

Cafe Bicicletta bir köşe başında, minik ve çok sevimli bir mekan 

Daha ilk günden fark ediyoruz: İspanyollar doğal insanlar, neşelerini de üzüntülerini de suratlarından hemen anlamak mümkün ve çok çok çok rahatlar. Bu şu demek: mesela bir garsondan sana farklı, özel hele hele hızlı davranmasını asla beklemeyeceksin:)  Genç-egemen bir mekan olan Bicicleta’da garsonlar da epey genc, servis için biraz keyiflerinin yetmesi gerekiyor. Ancak, dediğim gibi, bu durum Madrid’de doğal bir şey, bu böyle kabul edile:)  El Tigre’de yediklerimiz müzede ve sokaklardan gezerken çoktan yanmış gitmiş olmalı ki yanımızdan geçen enfes tapas tabaklarını görünce acıktığımızı fark edip, yine tapas siparişi verdik. Burada tapas olarak gelenler ekmek üstüne konan peynirler ve jambonlar şeklinde. Ama ekmeğin, peynirin, jambonun lezzeti o kadar güzel ki minimal yemenin keyfine varıyoruz. Bicicleta’da uzun ve keyifli bir vakit geçirdik ama yol yorgunluğu çöktü sonunda, otelimizin yolunu tuttuk.

Madrid için en uygun sıfat: Cıvıldak! her yerden, herşeyden renk fışkırıyor. Şu tabelanın sevimliliğine bakın!

Hiç yorum yok: