Sürekli durup dinlenmek istiyoruz fakat sık sık durmak, kalbin ritmini ansızın düşüreceği için teknik olarak irtifa hastalığına davet çıkarmak anlamına geliyor. Ağır çekimde bile olsa sürekli yürümek, saatte bir kez, o da bir kaç dakikayı geçmeyecek şekilde, mola vermek zorundayız. Ertuğrul’un her önemli tırmanış için hazırladığı, zor durumda kalındığında başvurulacak özel ve gizli “iksir”inden içmek istiyoruz, “daha değil, durun bakalım” diyor:) Nasıl yani?
Ritmimizi Ertuğrul belirliyor, yavaş ancak tempolu yükseliyoruz. Şafağın sökmesine daha epey zaman var. Bu arada şiddetli bir ayazla birlikte hafif hafif yağmaya başlayan yağmur moralimizi biraz daha bozuyor. Tüm bu aşırı yorgunluk hissi ve moral bozukluğu yüksek irtifanın etkileri aslında, kendime ve ekip arkadaşlarıma bunu hatırlatıyorum. Bunun farkında olup, bu duruma teslim olmamak gerekiyor. Ritmi bozmadan, sessiz bir şekilde yürümeye devam ediyoruz. Daha yolu yarılamadan tırmanışı yarım bırakarak inişe geçmiş bazı dağcıları görmek de hoş olmuyor zaten bir miktar bozulmuş olan morallerimiz açısından. Ancak, dağda tırmanışı bırakma kararını vermek de zirveye ulaşmak kadar takdire değer bir davranıştır. Kendinizi olası tatsız sonuçlardan ancak sağduyulu ve zamanında verilmiş bu tip kararlarla koruyabilirsiniz.
Ben sürekli ufku takip ediyorum, kızarmasını bekliyorum. Doğacak güneşin moralimizi düzelteceğini biliyorum, aynı zamanda zirveye az kaldığının habercisi olacak.
Şafak sökmeden az önce...
Böyle uzun ve zorlu yürüyüşler, hele de az oksijen altında, insanda ilginç meditatif etkiler yaratıyor. Düşünce hızınız yavaşlamakla birlikte, kendinizi belki daha önce hiç düşünmediğiniz şeyleri düşünürken bulabiliyorsunuz. Ve hatta kendinizi ve düşüncelerinizi dışarıdan izliyorsunuz. Dağdaki hayat hem basit ve zevkli, hem de, kurallarına uymazsanız, acı verici ve hatta yok edicidir. Herşeyin asgarisi ile yetinmek zorundasınız ve başka alternatifiniz de yoktur. Kurallara uymamanın bedeli ağırdır. Bu süreçte hem aslında ne kadar az şeye ihtiyacınız olduğunuzu farkeder, hem de sahip olduğunuz şeylerin kıymetini anlar, bunların hepsi için tek tek şükredersiniz. Bir o kadar da normal zamanlarda ne kadar gereksiz kaygılar içinde yüzüp, kendimizi boş yere yıprattığımızı anlarsınız. Kendinizi bir kaç gün ya da hafta önce "ay hayatta yapmam/yapamam" dediğiniz şeyleri yaparken bulmak da cabası... Bunlar, dağcılığın (ve doğa içinde olmanın) insana kazandırdığı hoş özelliklerdendir. Farkındalığınızın artış hızı, normal yaşam koşullarına kıyasla, çok yüksektir. Doğa size sunduğu olumlu ve olumsuz koşullarıyla "farkındalık ayarınızı" keskin bir şekilde yeniden yapar:)
Ha gayret, birazdan Zirve Kraterine ayak basacağız
Saat 6.30 civarı, sonunda güneş doğuyor, ekibimiz üzerine pozitif etkisini tüm şiddetiyle salarak... Yerli rehberimiz Ernest zirve kraterine yirmi dakikalık mesafemiz kaldığını söyleyince seviniyoruz. Gerçekten de yirmi dakika sonra kratere ulaşıyoruz. Ansızın Kilimanjaro’nun meşhur karları ve güney cephesini kaplamış devasa buzullarıyla karşı karşıya geliyoruz.
Kilimanjaro'nun Karları
Büyüleyici bir manzara. Ernest Hemingway’in "Kilimanjaro’nun Karları" kitabını okumayan olabilir ama adını duymayan eminim yoktur. Büyük bir yazar olmanın sırlarından biri olsa gerek; Hemingway basit gibi görünen iki kelimeyi kitabının ismi olsun diye yanyana getirerek, daha okumadan bile "büyülü" bir etki yaratmayı becermiştir okuyucuları üzerinde. 13 yaşındayken sevgili Babaannemin bana verdiği bu kitap yüzünden çocukluğumda Kilimanjaro Dağı’nın nasıl bir yer olabileceğini bolca hayal ettiğimi, dünya atlasından yerini bulup "kimbilir orada kimler yaşıyor" diye içimden geçirdiğimi hatırlarım. Bana bu dünyanın dışında bir yermiş gibi gelirdi o zamanlar... Şimdi o meşhur karlar önümüzde devasa kütleler halinde sıra sıra uzanıyor. Görkemini tarif etmesi zor. Çok duygulanıyorum, “Bu gözler bunu da gördü” diye sürekli şükrediyor, teşekkürlerimi yolluyorum evrene ve yaratıcı enerjiye...
Kilimanjaro'nun devasa buzulları, aynı zamanda Afrika'nın hayati su kaynağı
İleride, kraterin çok uzak noktalarında bir çok dağcı görüyoruz. "Acaba zirve orası mı" diye heyecanlanıyor, seviniyoruz. Fakat sevincimiz kısa sürede yine hayal kırıklığına dönüşecek. Artık 5800 m’ ye civarındayız, oksijen azlığı çok belirgin. Bu, özellikle benim gibi alerjik nedenlerle sinüslerinin çoğu dolu olan biri için her adımda 3-4 nefes çekmek zorunda kalmak anlamına geliyor. Nefesi de sanki su altında, regülatörden çekiyormuş gibi hissediyorsunuz:) Çekiyorsunuz da sanki hava mı yok ne???:))) Dolayısıyla, hareketlerimiz de iyice ağırlaşıyor. Sık sık durup nefes alma ihtiyacı hissediyoruz ama ne kadar nefes alsak da yetmiyor.
Asabiyet ve yılgınlık da irtifa rahatsızlıklarından biridir, her ne kadar ciddi asabiyet sorunları yaşanmasa da, zirve kraterindeki yürüyüşümüz sırasında “yılgınlık” duygusunu hepimiz (Ertuğrul ve Ernest dışında tabii:)) yaşıyoruz. Çünkü, “şu seti de aştıktan sonra zirveye varıyoruz” diyen Ertuğrul ve Ernest’e ve aşılan onlarca sete rağmen, o zirveye bir türlü ama bir türlü ulaşamıyoruz. Trajikomik bir durum olduğunu söyleyebilirim, biz yaklaştıkça zirve uzaklaşıyor sanki... Yanımızdan aynı "ağır çekim" modunda geçen, zirveden dönmekte olan dağcıları görüyoruz. Çoğunun yüzünde başarmış olduklarını ele veren sempatik bir ifade yok, daha çok tüketmişe ve, bizim gibi, yılmışa benziyorlar:) Bazıları yerlerde “ölü gibi" yatıyor. Allah allah, bu nasıl iş?
"Benim ne işim var burada, ben deli miyim?" diye düşünmekte olan "yılgın" bir kadın; Bendeniz...:)
Sonunda, yani zirve kraterine ulaşmamızdan neredeyse 2 saat sonra, saat 8.30 civarı Kilimanjaro Dağı’nın en yüksek noktası olan Uhuru Tepesi’ ne ekip olarak ulaşıyoruz. Zirve tabelası 100 m kadar ileride göründüğü anda hepimizin gözünden kontrol dışı yaşlar akmaya başlıyor. Bu duyguyu ifade etmesi zor. Aynı zamanda hem gülen hem ağlayan insan görmediyseniz, böyle zirvelere buyrun mesela; buralarda çok sık karşılaşılan bir durum:)
Zirve tabelasının önünde fotoğraf çeken pek çok grup var. Ne de olsa herkes zirveye ulaştığını belgelemek istiyor. Biz de sıramızı bekliyoruz. Neyse ki fazla beklememiz gerekmiyor. Bu kısmı yarı rüya olarak hatırlıyorum: Oksijen azlığı ve tükenmişlik duygusunu bir anda alt eden coşkulu bir mutluluk yaşıyoruz, algımız ağırlaştığı için olsa gerek, zaman sanki durmuş gibi, sevinç çığlıklarımız, birbirimizi tebrik edişimiz çok uzaklardan gelen sesler gibi. Kendimi o anı dışarıdan izleyen bir “gözlemci” gibi hissediyorum. Bir tabelaya bir de Kilimanjaro’nun bembeyaz buzullarına bakıp bakıp duruyorum, bu anı zihnime iyice kazımak için. Alev ile ve diğer ekip arkadaşlarımızla habire birbirimize sarılıyoruz.
Mutlu Son...
Nihayet fotoğraf sırası bize geldiğinde, hemen çantamdaki bayrağı çıkarıyorum. Hava pırıl pırıl. Bayrağı yine muhteşem bir ortamda, şu anda Afrika’nın en yüksek noktasında olduğumuzu söyleyen zirve tabelasının önünde açıyorum, gururla. O ana kadar hissettiğim tüm yorgunluğu unutarak, buna binlerce kez değdiğini düşünerek ve hayal etmekten hiç vazgeçmediğime bir kez daha şükrederek.
Lütfen hayal etmekten vazgeçmeyin. Unutmayın: siz ona gitmedikçe hayat sizin ayağınıza gelmez, o bir süreç değil, macera dolu bir yolculuktur. Siz hayal kurun ve hayallerinizin peşinden gidin. Evrenin güçleri isteğinizi gerçekleştirmek için hazır bekliyorlar, yeter ki isteyin ve harekete geçin.