29 Nisan 2010 Perşembe

BU GİNE BAŞKA GİNE (7) : VEDA ZAMANI


Ülkeden ayrılacağımız günün noelin ilk günü olacağını hiç hesap etmemişiz. Bunun önemli bir "detay" olduğunu, dönüş tarihimizi duyanların verdiği tepkiden anladık. Noel gecesi halk eğlencenin suyunu çıkarabiliyormuş. En sevilen eğlence türü de yoldan geçen araçlara zarar vermek, yollara barikat kurmak falanmış (bana tanıdık geldi nedense:)...). Uçağımız gece yarısından sonra olduğu için, bizim havaalanı için yola çıkacağımız saatte bu eğlenceye maruz kalacağımız kesin gibiydi. Başkaca bir “yol macerasına” tahammülümüz kalmadığından, havaalanına nasıl güvenli bir şekilde ve zamanında ulaşacağımızı düşünmeye başladık.

Kısa bir süre sonra öğrendik ki halkının huyunu iyi bilen cumhurbaşkanı o gece özel izni olan araçlar haricinde araba kullanılmasını yasaklamış. Neyse ki oradaki arkadaşlarımız sayesinde gerekli “özel izni” ayarlayıp, camımızda asılı “özel izinli araç” yazısıyla birlikte havaalanına sağsalim ulaştık. Ve aydınlık - karanlık tüm halleri ve orjinal renkleriyle bu küçük, başka zamanlarda ve boyutta yaşayan ülkeyi ardımızda bırakıp ülkemize sağ salim geri döndük.

Herkesin dünya algısı içine duyduğu çevre - ülke ekseninde gelişiyor. Kendi alıştığımız yaşam tarzlarının dışında bambaşka, bunlarla alakasız başka başka tarzlar olabileceğine ve bunu yaşayanların bunlardan keyif alabileceğine günümüz (sözde) modern dünya insanları giderek daha az ihtimal veriyor. Aşırı konformizm ve bazen de muhafazakarlık nedeniyle, kendi alıştıklarımızı bulamadığımız yerleri çoğunlukla “beğenmiyor”, “küçümsüyoruz” ve hatta bazen "acıyoruz". Ahlaki değerleri bizimkilerden farklı olanlar ise en acımasız yargılara maruz kalıyorlar.

Oysa "iyi-kötü", "güzel-çirkin", kısaca "olumlu ve olumsuz" her yerde aynı dozda mevcut ve hiç birinin diğerine karşı üstünlüğü yok. Aynı madalyonun farklı yüzlerinde ikamet etmekteler, sadece bulunduğunuz yere göre farklı formlarda görünebilirler. İş insanın hangi formları görmeyi tercih edeceğinde bitiyor. Yeter ki kendimizi kısıtlayıcı sıfatlardan, dar bakış açılarından, çoğu zaman hiç bir gerekçesi ve nedeni olmayan yargılardan ve “herkesin kendimiz gibi olması gerektiği” beklentisinden kurtarabilelim.

İster istemez bir şeyleri tanımlarken kullandığımız sıfatlar yerine göre "yıkıcı" ve "sınırlayıcı" olabiliyor. Bunun en bariz örneğini kendimize benzemeyen insanları, ülkeleri, veya bizim değerlerimize uymayan yaşamları, kültürleri gördükçe yaşıyoruz. Seyahatin bir diğer güzel yanı bu: İnsanlara, birbirlerine daha hiç tanımadan, bilmeden yakıştırdıkları gereksiz ve amacı aşan sıfatlardan arınma fırsatını sunuyor.

Kendi payıma Afrika kıtasına yaptığım seyahatler ve en çok da Ekvator Ginesi benim bu tip "amacı aşan sıfatlarla” olan ilişkimde önemli bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Madalyonun iki yüzü var ve ikisi birbirinden ayrı değil. Biz ayrı olduklarını iddia ettikçe, bütünün de sadece küçük bir parçasında varolmaya mahkum ediyoruz kendimizi. Hepsinin “bir” olduğunu idrak edince önümüzde başka bir boyutun kapısı açılıyor.

18 Nisan 2010 Pazar

BU GİNE BAŞKA GİNE (6) : İLGİNÇ BİR UÇAK YOLCULUĞU


Karayolu seyahatimiz riskliydi, ama kesinlikle askeri kargo uçağıyla yaptığımız seyahatten daha “renkli” değildi. Çok fazla belirsizliğin ve keyfiliğin olduğu bu ülkede kargo uçağı bile olsa, askeri uçağa binmek çok daha güvenilir geldi bize. Uçak Ukrayna'dan yeni alınmış, uçuş mürettebatı Ukraynalı, kabinde ise eğitim amacıyla bir tane yerli asker bulunuyordu. Bir de hayatta ilk kez askeri uçağa binecek olmanın heyecanına da kapıldık . Bu nedenle Malabo’dan Bata’ya yolcu olarak sadece derin dondurucuların ve bizim olduğumuz askeri kargo uçağı ile gitmek konforlu olmasa da gayet eğlenceli olmuştu bizim için. Havamızdan yanımıza varılmıyordu, hatta askerlere göstermeden, ama pilotlarımızın iznini alarak, fotoğraf bile çektik uçakta “sonradan havamız olur” diyerek. Daha önce belirttim, bu ülkenin tamamı (petrol nedeniyle) "stratejik" kabul ediliyormuş, o yüzden fotoğraf çekmek yasak, yani bir polis ya da asker çektiğiniz görürse keyfinizi epey kaçırabilir.

Malabo'dan Bata'ya giderken, uçağa binmeden kısa süre önce gizlice çektim bu fotoyu.

Malabo'dan Bata'ya giderken Zina ve ben ilk kez askeri uçağa biniyoruz diye sevinçli pozlar vermişiz, oysa sadece bir kaç gün sonra, aynı uçaktaki surat ifadelerimizin hali daha görülmeye değerdi. Ne yazıkki o ifadeleri kayda almayı isteyecek kadar bile enerjim kalmamıştı:)

Dönüşte aynı uçakla Malabo’ya döneceğimizi öğrenince de çok sevindik haliyle. Hatta Mongomo ve Bata'da feci geçen 3 günden sonra sağsalim havaalanına ulaşıp, bizi oraya getiren pilotları görünce adamlara sarılasım geldi:)

Gelin görün ki bu sefer uçağımızın tek yolcusu bizler değildik. Bu kez aynı uçağa binme ümidiyle bekleyen pek çok başka insan da vardı. Sonuçta Noel arifesiydi. Kargo uçağı olduğu için önce gidecek kargonun uçağa yerleşmesini bekledik. O kadar çok kargo yüklendi ki bir ara biz "insan kargolara” yer kalmayacağından endişelendim. 3 gündür yorgunluktan ve stresten perişan halde, aynı kıyafetlerle gezdiğimiz, doğru dürüst uyuyamadığımız için artık ne olursa olsun Malabo’daki güzel otelimize dönmeyi istiyorduk. Bize akşamdan kalmış gibi görünen pilotumuz “merak etmeyin, size yer kalır” deyince o kadar rahatladık ki onun o akşamdan kalma haline fazla takılmadık. Nihayet kargo yüklemesi bittiğinde ise asıl kıyamet koptu.

Uçağın taşıyabileceği “insan kargo” sayısı belli, demirden yapılma, açılır kapanır 20 kadar oturak var, ancak o kadar insan alınıyor. Ama ne olursa olsun o uçağa binmek isteyenler için bunun bir önemi yok. Hepsi birden çılgınca kargo kapısına saldırıp, tırmanarak uçağa binmeye çalıştılar. Ben hayatımda böyle bir manzara görmedim, bir daha da göreceğimi sanmam: Uçağın içinde ve yanında bulunan 8-10 kadar asker kapıdan atsan bacadan tekrar şansını deneyen bu insanlarla çılgın bir mücadeleye giriştiler. Çünkü, yolcuları belirleyecek olan bu askerler. Onların uygun görmedikleri ama yine de binmek için çılgınca ısrarlı olanları tekme tokat uçaktan attılar. Onlar atıyor, atılanlar yine bir şekilde uçağa sızıyordu. Biz bu komando yöntemlerini bilmediğimizden ve dahası halen ne olduğunu bile tam anlayamadığımızdan dehşet içinde olanları seyrediyorduk. Önceki seyahatten bizi tanıyan ve halimizi görüp acıyan pilotlar bizi hemen uçağa aldılar. Komando taktikleri denememize gerek kalmadı şükür ki.

Tekme-tokat indir bindir faslı bir saate yakın sürdü. İnsanlar ve askerler deli gibi bağırıyorlar, aşağıya atılanlar uçak dolmasına ve büyük yük kapısı kapanmaya başlamasına rağmen hala zıplayarak bir şekilde uçağın içine girmeye çalışıyorlardı. Bu manzara karşısında artık bizim yüzümüzde de, tıpkı kırsaldaki yerel halkta gördüğümüz, “az önce cin görmüş” ifadesi oluşmuştu.

Yorgunluk ve stresten o kadar bitmiştik ki, nihayet kapının kapanıyor olmasına (insanların gördüğü o muameleye rağmen) delice sevindik. Meslekdaşım bizi teselli etmek için merak etmeyin, bunlar burası için çok normal, her gün, her an olan şeyler, hayatın gerçeği ve sanmayın ki insanlar rahatsız oluyor, onlar için hayat bu demek” dedi. Eh dedik, demek burada böyle... Zaetn kendi derdimize öyle düşmüştük ki, bu işin sorgulamasını sonraya bıraktım.

Kapı kapandı kapanmasına ama aradan geçen uzunca bir süreye rağmen uçak havalanmadı. Bu arada dışarıdan yine dehşetli bağırtılar geliyordu. Tam “artık yırttık” derken, yük kapısı yine açılmaya başladı. Meslekdaşım duyduğu konuşmalardan yeni bir kargonun daha uçağa yüklenmesi gerektiğini” anladığını söyledi. Bazı yolcular yerlere dahi oturmuşken, o yeni kargonun nereye sığabileceğini aklım pek almadı. Kapı açıldığında askerlerin zar zor zaptettiği, bağırışan bir insan kalabalığı hala mevcuttu, gel gör ki yeni kargo bir insan değildi.

Uzaktan uçağa doğru gelmekte olan bir vinç, vincin de ucuna asılmış bir inek gördük. Bir an “Yorgunluktan halüsinasyon mu görüyorum acaba?” diye düşündüm. Yok yok, doğru görüyordum: Az önce kurban edildiği üç ayağının hala bağlı olmasından ve gövdesinden ayrılmamış sallanan kafasından hala akan kanlardan belli olan bir inekti son kargomuz.

Böyle bir şey olabilir miydi? İnsanlarla birlikte, açıkta, o sıcakta, paketlenmemiş, daha kanı üstünde bir hayvan cesedini uçağa gerçekten alacak olabilirler miydi???

Biz dehşetle birbirimize bakmaya başladık, yüzümüzdeki ifade “az önce gördüğü cin tarafından çarpılmış” bir insanın ifadesiydi artık. Ben hemen o an, tamamen içgüdüsel bir tepkiyle “bu ceset binerse ben inerim” dedim, neyime güvendiğimi bilmiyordum ama sesim pek güvenli çıkmıştı. Arkadaşlarım da bana katıldılar, onlara da kaç gündür yaşadığımız yorgunluk ve stresten "yetti artık" psikolojisi çökmüştü belli ki. Oysa yorgunluktan bayılmak üzereydik, bir daha ne zaman ve nasıl Malabo'daki otelimize ulaşabileceğimizi de bilmiyorduk, bir gün daha aynı kıyafetle dursak artık kokmaya başlayacaktık. O uçak, noel tatili yaklaşmakta olduğu için, "tek ve son" şansımız olabilirdi. Yine de açıkta bir cesetle hiç bir şekilde seyahat etmeyeceğimden emindim. Bu arada klimalar henüz çalışmaya başlamadığı için uçağın içi insan ve kargoların yaydığı koku ile zaten çoktan berbat kokmaya başlamıştı.

Bu arada vinç ucunda sallanan “müteveffa yolcu” ile birlikte uçağın kapısına kadar gelmiş, bu sefer de bu yeni kargoyu yüklemek isteyen kişilerle uçak personeli arasında ciddi bir tartışma yaşanmaya başlamıştı.

Dehşet bir koku, halihazırda zaten kokmakta olan uçağımızı sardı, kesilen hayvan doğal olarak o sıcakta kokmaya başlamıştı bile... Meslekdaşım “pilot kesinlikle açıkta hayvan taşımayacağını söylüyor, kargo sahibi ise taşımak zorunda olduğunu, çünkü bu ineğin bu akşam bilmem ne bakanının ziyafetine yetişmesi gerektiğini söylüyor” diye tercüme etti bağırtıları. Ben o noktada artık o rahmetli ineğin bir zamanlar yaptığı gibi böğüre böğüre ağlamak falan istedim. Diğer arkadaşların da görüntüleri pek iç açıcı değildi. Neyse ki, pilotumuz, Ukraynalı olmasının ve muhtemelen ülkede o uçağı uçaracak başka pilot bulunmamasının verdiği güvenle, "bilmem ne bakanını" falan takmadı ve cesedi uçağa almadı. Yoksa, yerel bir görevlinin böyle bir isteğe “hayır” demesinin mümkün olmayacağından adım gibi eminim:). Ama son anda kapanmakta olan kapıdan içeri fırlatılan canlı bir ördeğe “hayır” diyemedi. Ördek en azından canlıydı, inek cesedinin yanında çok zararsız geldi bize, ses etmedik.

Uçağın kapısı kapanırken

Hayatımın en derin “oh” unu çektim uçak kapısı nihayet kapanıp, pervaneler dönmeye başlayınca.... Gel görki bu sefer uçaktaki koku iyice dayanılmaz hale gelmişti. O sıcakta herkesin terli olduğu belliydi ama bu koku daha çok çürümüş et kokusu gibi birşeydi. Belki de kargo paketlerinin içinde de uygun şekilde korunmamış etler vardı. Kısa süre sonra klimalar çalışınca koku hafifler dedik ama bir değişiklik olmadı.

O kapalı ve berbat kokulu mekanda hayatımda ilk kez teşhisi bile konulamayacak garip bir hastalık kapacağımdam endişe ettim. Kokunun tahammül edilecek yanı yoktu. Hoş sadece bizler böyle hissediyor olmalıydık, diğer yolcular hallerinden memnun görünüyorlardı. Gayet zavallı bir önlem olduğunu kabul etmekle birlikte, çantamdaki kolonyalı mendilleri uçuş süresince maske olarak kullanmayı uygun bulduk. Yine de “en azından uçak havalandı” diye sevinmekteydik.

Kabindeki pervane ve motor sesinden başka bir ses yokken, kabin görevlilerinden biri olan yerli asker ansızın yanında oturan yaşlı bir adama deli gibi bağırmaya başladı. Hepimiz yerimizden sıçradık, ama meslekdaşımın uyarısı üzerine askerle göz göze gelmemek için kafamızı yere eğdik. Güvenlik görevlileriyle göz göze gelmek de tavsiye edilmiyor burada:)

Asker bağırdı, bağırdı, bağırdı; yerel dilde bağırdığı için meslekdaşımın tercümesinden mahrum kaldık bu kez. Resmi dil İspanyolca olmasına rağmen, halk kendilerine has yerel bir dili de kullanıyor kendi aralarında ve bu dili yabancılara kesinlikle öğretmiyorlarmış Zina'nın dediğine göre. Kendisine bağırılan yaşlı adam hiç ama hiç istifini bozmadan askere baktı, baktı, baktı... Sonra birden kesildi ses. Meslekdaşım işte böyle, bu tip şeyler o kadar çok oluyor ki burada, kimin gücü kime yeterse...Belli bir nedeni de yoktur, emin ol” dedi. Aynı asker, uçak hava boşluğuna düşünce yerimizden zıpladık diye bize de uzunca bir süre kahkalarla güldü, güldü, güldü; biz de yere baktık baktık baktık....

Uçak nihayet indiğinde, kabini nasıl terkettiğimizi hatırlamıyorum bile:) Hatırladığım iki detay var: Birisi, ekibimizdeki bir arkadaşın panik halinde pilota uçaktaki kokunun ne olduğunu sorunca yaptığı "don't worry, local smell" açıklaması, diğeri ise bize sırıtarak “did you enjoy your flight?” diye sorması:)

7 Nisan 2010 Çarşamba

BU GİNE BAŞKA GİNE (5) : GARİP OLAYLAR

Burası bir bakkal dükkanı ve bugün satılan tek ürün muz.

Çoğunluğu katolik hristiyan olsa da, halk, belki de genetik kodlarında yerel pagan gelenekler hala kazılı olduğu için, yer yer “korkutucu” derecede batıl inançlara sahip(miş). “Korkutucu” sıfatını ise son seyahatimde yine meslekdaşımın verdiği bilgilerden sonra kullanmaya karar verdim. Afrika’nın kanayan yarasıdır “kara büyücülük” faaliyetleri (bizim töre cinayetleri gibi). Herkes bilir, ama kimse hakkında konuşmaz. Korkutucu çünkü, ülkede bu faaliyetler sonucu ölen çok insan var(mış). İşin ilginç yanı bunlar suç olarak kayıtlara geçmiyor, zira kimse (korktukları veya “ böyle olması gerektiğine” inandıkları için) şikayetçi olmuyor(muş). Meslekdaşım, “sadece Malabo’da olanları anlatsam bana inanmazsın” dedi. Yolu büyücüden geçmeyen yok anladığım kadarıyla. Bu konunun alenen konuşulması, sorulması da hoş değil zaten. Bu da onların “tabusu” demek...

Kilisede ayin

Bir kaç kez gittiğimiz bar ve gece klüplerinde barmenlerin birayı açar açmaz şişenin ağzına kağıt peçete tıkıştırmaları ve bira içenlerin de biralarından yudum aldıktan sonra aynı peçeteyi şişeye kapatmaları dikkatimi çekti. Bunu “hijyen” sebebiyle yapıyor olabileceklerini düşünmüştüm, her ne kadar “hijyen kaygısı” diye bir kaygı türünün buralarda olmadığı ortada olsa da... Şaşkınlığımı farkeden orada uzuuuun yıllardır yaşayan Lazarus Bunu neden yapıyorlar biliyor musun? Çünkü insanlar zehirlenmekten korkuyorlar” dedi. En “favori adam yoketme" yöntemi bar gibi anonim mekanlarda içeceklere zehir konmasıymış. Sebebinin bazen “kara büyü” ile, bazen de (diyenlerin yalancısıyım) "derin devlet işleriyle" bağlantılı olduğunu söylediler... Öyle ya da böyle, insanların ciddi bir “zehirlenme paranoyası” yaşadıkları bariz. “Burada zehirlenerek ölürsen, kimse gerisini araştırmaz” dedi Lazarus.

Her daim ağızları peçete ile kapatılan bira şişeleri

Ana karanın ve ülkenin en büyük şehri Bata’dan ülkenin derinliklerindeki başka bir şehir olan Mongoma’ya gitmemiz gerekti bir gün karayoluyla. Kendi tercihimiz değildi gerçi, ama işte 3 saatlik süren karayolu seyahatimizi hayatımın “riskli” deneyimi olarak hatırlayacağım.

Bir defa bildiğiniz yollardan değil oradaki yollar: Yanyana iki aracın aynı anda geçmesinin mümkün olmadığı darlıkta, ne banketi, ne dirseği, ne yol işareti, ne kedi gözü.... (yer yer -istisnasız hepsinin içine düştüğümüz- derin çukurların olduğu, gelişigüzel dökülmüş asfalt ve çılgıncasına keskin virajlar dışında) hiç ama hiç bir şeyi olmayan yollar... Üstüne ehliyetsiz bir şoför (ülkede ehliyet sistemi ve eğitimi olmadığını da bu acıklı seyahatimizin ortasında, artık şoföre yavaşlaması için bas bas bağırmakta olduğumuz sırada öğrendik:))... Ayrıca, her 20-30 km de bir kurulmuş asker barikatı ve kontrol noktaları... Her kontrol noktasında size elindeki makinalı tüfeği doğrulturak yaklaşan askere niye seyahat ettiğinizi, derdinizi, amacınızı anlatmak zorundasınız. Ve bu işin şakası yok: Bu ülkede güvenlik güçlerinden korkmanız gerekiyor. Hal ve tavırlarından ellerindeki gücü keyfi kullanabilecekleri izlenimini hemen ediniyorsunuz zaten. Seyahat nihayet mucize eseri kazasız belasız bittiğinde blendırdan geçirilmiş gibi hissettim kendimi:)

Kendilerinden muz aldığımız anne ve oğlu (dikkat göbek var:))


Ülkenin neredeyse tamamı yağmur ormanlarıyla kaplı. Tanzanya’da da görmüştüm yağmur ormanlarını, ama onlar, içlerinden insanların geçmelerine izin verecek kadar “dost canlısı” idiler. Buradakilerin ise içine girmek adeta imkânsız, o denli sık... Havadan yemyeşil bir okyanus gibi görünen bu ormanlar, cepheden baktığınızda simsiyah ve alabildiğine “ürkütücü”. Karayolunun kenarında sağlı sollu, sık sık gördüğümüz 5-10 barakadan oluşmuş, elektrik dahil hiç bir şeyi olmayan ve kapkara ormanlarla çevrilmiş köylerde (ve genelde ülke kırsalında) yaşayan halkın niçin keskin bir şekilde batıl inançlara sahip olduğunu ve yüzlerinde her daim “az önce cin görmüş” ifadesi taşıdıklarını daha iyi anlıyorsunuz. Bu insanların özellikle gece zifiri karanlık çöktüğünde, zihinlerini meşgul edecek, dikkatlerini başka yöne çekecek başka hiç bir alternatifleri olmadığından, içinde ne olduğunu hiç bilmedikleri bu kapkara ormanlardaki cadılar, canavarlar, vahşi hayvanlarla ilgili fantezi kurmalarının gayet doğal olduğuna, o nedenle halen yoğun şekilde batıl inanç ve kara büyü egemenliğinde yaşadıklarına hükmetttik. Dönüşümüz geceye kaldığında, o karayolunda o kadar korktuk ki biz de kendimizi bu tür yargılara ulaşmaktan alıkoyamadık:)

Yanlış anlamayan, bu teyze büyücü değil, o da bize hindistan cevizi sattı:)

2 Nisan 2010 Cuma

BU GİNE BAŞKA GİNE (4): UZAKTAKİ YAKINLAR

Bu seyahatte bir kez daha anladım ki, Dünya'nın neresine giderseniz gidin, size yardıma, dostluğunu paylaşmaya hazır bir dolu güzel insan var. İnsan her yerde insan; yaşam algısı, alışkanlıkları, düaliteye olan bağımlılıklarının dozajı ülkeden ülkeye, kültürden kültüre değişse de, öz aynı öz... Başından her tür ünvanı ve sıfatı atınca elde kalan tam olarak bu: İnsan.

Seyahati biraz da bu sebepten seviyorum. Bir ülkede “yabancı” olarak bulununca size her anlamda yardım eli uzatan, tecrübelerini paylaşmaya hazır pek çok iyiniyetli insan oluyor. Her iki seyahatimde de Ekvator Ginesi’nde hem yerli hem de farklı milletlerden çok hoş insanlarla tanıştım. Orada kaldığımız günler boyunca bazıları ile adeta “kader birliği” yaptık, bazıları sayesinde sorunlarımızı çözdük, bazıları sayesinde ülkenin güzelliklerini keşfettik, bazıları ile ise hoş sohbet paylaştık. Orada çalışan Arjantinli Ignasio ve dünya tatlısı eşiyle kızını, Yunan vatandaşları Lazarus ve Dimitri’yi, güzeller güzeli meslekdaşım Cezayir asıllı Fransız Zina’yı, hele hele dünyanın bu uzak ve minik ülkesinde aynı otelde kalıp kendisini uzun süre film yıldızı karizmasında bir yabancı sandığımız İstanbullu sevgili Kemal abimi anmadan geçmek istemedim şimdi.

Zina ve ben hikayesini daha sonra anlatacağım meşhur uçağa ilk bindiğimizde pek mutlu gülümsemişiz başımıza geleceklerden habersiz:)

En solda Ignasio, en sağdakiler Kemal Abi, omzundaki Ignasio'nun kızı Thea, yanındaki Ignasio'nun eşi. Ortadaki bizleri kapıda karşılayan sempatik garson kız:)

İşte Yeşilçam yıldızı karizmasındaki Kemal Abi:)


Tatlı Thea...

Lazarus ve Dimitri beni en çok şaşırtanlar oldu: Her ikisinin de ailesi Türkiye’den mübadele sırasında dönmüş Yunanistan’a. Türkiye’ye, Türk kültürüne bu kadar hayran ve hakim başka Yunanlılar da var mı acaba? Şaştım çünkü Türkiye'de ülkesinden adeta nefret eden çok varken, bu iki Yunanlı'nın samimi Türkiye sevgisi ve bilgisi öyle böyle değildi. Evet dedim ben de kendi kendime, olan onca olumsuzluğa rağmen ülkemi seviyorsam bir bildiğim var, o bildiğimiz aklı ve sağduyusu yerinde pek çok Dünya vatandaşı da sahip... Kardeş gibi hissettik sohbetin derinlerine daldıkça. Aslında iki ulusun birbirinden hiç farklı olmadığını bir kez daha farkettim. Yine aynı konu: “sıfatlar” karıştıkça yaşamımıza, öze ulaşmak zorlaşıyor. Özellikle Lazarus’un Türkiye bilgisine hayran oldum, onun bildiklerini bilmediğim için utandım.

Dimitri ve Lazarus

Bu kızlar kaldığımız otelde garson olarak çalışıyorlardı, bir akşam gittiğimiz gece klübünde kendilerine denk gelince kaynaşmamız gördüğünüz gibi kısa sürdü. Ben onların danslarına, onlar benim saçlarıma (düz ya:)) hayran kaldık:)

Bu genç de otelimizin resepsiyonunda çalışıyordu. Bu fotoda malesef anlaşılmıyor, kendisi inanılmaz güzel mavi-yeşil gözlere sahipti. Fotoğrafını çekmek için izin istedim, ama başarılı olamamışım. Gözleriniz çok güzel, inanılmaz deyince pek bir mahçup olmuştu.
Ekvator Ginesi’nde Türk vatandaşı görmek pek olağan değil. Ama bizim şansımıza her iki ziyaretimizde de epeyce “hemşerimizle” tanıştık. Cumhurbaşkanı adına düzenlenen "Uluslararası Kick Boks Turnuvası"na katılan sporcu kafilesi otelimizde kalırken, bir Türk sporcusunu tanımak da bize ayrı bir gurur yaşattı: Ali Günyar, aslen Denizlili ama Hollanda’da yaşamış hep. Uluslararası dereceleri olan bir kick box sporcusu. Eğitmeni ve menajeri abisi Süleyman Günyar. İki kardeş Hollanda’da yaşasalar da, Türkiye’den herhangi bir destek almamalarına rağmen, Türkiye adına katılıyorlarmış turnuvalara. Ne yazık ki turnuvanın ilk maçında rakibinin kural dışı darbesi sonucu kaşı açılınca sonraki maçına çıkamadı Ali. Rakibi diskalifiye oldu tabii ama üzüldük sporcumuzun başına gelene, ertesi gün otelde bolca teselli ettik.

Süleyman ve Ali Günyar Kardeşler. Ali'nin turnuvaya neden devam edemediği bariz gördüğünüz üzere:)