25 Kasım 2011 Cuma

YILLARDIR GİTMEYE KORKTUĞUMUZ BİR EFSANE: BODRUM - I



En son 2005'te gitmiştik Bodrum Yarımadası'na. Yarımada dedim çünkü, Bodrum şehir merkezine en son 2002'de gittim. 2005'te gittiğimiz yer, Yarımadanın Gökova tarafında kalan, en bakir yerlerinden Mazı Koyu idi. Hala o kadar bakir midir bilmem, çünkü yöneticilerimiz ve gözü dönmüş inşaatçılar memlekette bir karış yeşillik ve doğa parçası bırakmamaya yemin halde her yeri son hızla talan etmekte...

Bodrum'a daha sık giden insanlardan duyuyorum "Bodrum'da hala bakir yerler var" lafını, ama oralara giderken bile maruz kalınacak trafik  ve kalabalık gözümüzü korkutuyor kesinlikle, her sene son anda tatil rotasından yine çıkıyor Bodrum bu nedenlerle. Şunu da düşünmüyor değilim: Yaşamak için hala tercih ederdim gibi geliyor Bodrum'u, çünkü bu tip yerler kış ve bahar aylarında şahane olur, yazları da, pek çok yaşayanın yaptığı gibi, inzivaya çekilirsiniz, olur biter...

2011 tatil programımıza arkadaşlarımızın daveti üzerine aldığımız Bodrum, bizi hiç şaşırtmadan, dehşet bir kalabalık ve beton yığınıyla karşıladı bizi. Henüz çok katlı yapılar boy vermediği için (yakında olacak, çünkü bildiğim kadarıyla bu yasak da kaldırıldı Bodrum'da), tek veya iki katlı yapılar tarlalar misali her yeri kaplamış, bu görüntü Kuşadası'ndaki beton mezarlığı haline gelmiş sahil şeridini hatırlattı bana. Demek Bodrum'da Kuşadası'nı kendine örnek almış...
İçimiz sıkıla sıkıla Bitez'e geldik. Neyse ki biz karada değil, denizde ikamet edeceğiz 2 günlük Bodrum kaçamağımızda. Arkadaşlarımız Tula-Gonca ve Mehmet bizi Bitez açıklarında demirli tekneleri Jasmin'de ağırlayacaklar.
Bitez'de denize ulaşmamız da gayet zor oldu, bahsettiğim kalabalık ve bize karmaşık gelen sokaklar, binalar vb. yüzünden. Park yeri bulmak epeyce vaktimizi aldı. Nihayet sahile uşatığımızda, iğne atsan yere düşmeyecek bir "insan-tesis-bina" yoğunluğu arasından, kıyıya zorlukla ulaştık. Aynı şekilde, bizi tekneye götürmek için botla kıyıya gelen Tula da yanaşabileceği uygun bir yeri güçlükle buldu. tüm kıyıyı "beach club" lar, onların yokluğunda şezlong-şemsiye kiralayanlar kapatmış.
Bu karmaşa tekneye ayak basar basmaz kayboldu tabii. Tekne, Alev ve benim için hayalini kurmaktan hiç vazgeçmediğimiz bir fantezi. Ankara'da yaşadığımız için bu konuda somut adım atamasak da,  "bir yaşam biçimi" olarak tekne hayatı ve denizcilik bizi her zaman cezbetti. O yüzden çocuklar gibi şen bir şekilde bindik tekneye. Kıyıdaki bina kirliliği, belki de  manzaramız  Bodrum'un en eski ve Bodrum doğa ve mimarisiyle  en uyumlu sitesi Aktur - İnceburun'a baktığı için, daha az rahatsız edici hale geldi. Zaten, teknede olmanın heyecanıyla, çevresel eleştirileri unutuverdik.

Zaten 2 gün sürecek Bodrum tatilimizin odak noktası, Bodrum'dan ziyade, tekne ve deniz... Geçen yıl Alaçatı'da Jasmin'de konaklamıştık, ama o zaman fırtına yüzünden açılamamış, marinada bağlı halde tatmıştık ilk kez teknede konaklama heyecanını...
Tekne çok ilginç bir dünya: Aslında fiziksel olarak küçücük bir yaşam alanı, ama deniz üstünde olduğunuz için zihinsel ve ruhsal olarak kapladığınız alanın sınırı yok... Hatta tüm duygular deniz dalgaları gibi, bol ve basınçla doluyor gibi içinize:)  Tula ve eşi Gonca 25 yıldan fazla süredir usta birer denizci, sörf yaparak başladıkları yelken maceraları, kayık ve gelip giden 5-6 yelkenli tekne ile bugünlere kadar devam etmiş.  güzel kızları Yasemin ve sevimli köpekleri Miço'da tekne personelinden. Mehmet de tam bir deniz adamıdır, zaten uzun yıllardır dalgıçlık yapar. Bir kaç yıl önce yelken işini ciddiye alıp, sağlam bir eğitimle o da gayet iyi bir yelkenci oldu.

Yelkencilikle ilgili epeyce kitap okuduğumuz için, bir teknede nasıl davranılması gerektiğine dair  "temel kurallara" hakimiz: Öncelikle, bir teknede bir tane kaptan olur ve onun dedikleri itirazsız yapılır. Egonuz fazla kuvvetliyse, bu sizi biraz gerebilir. Ama, bu ihlali halinde, vahim sonuç doğurabilecek kadar önemli bir kuraldır ve uymanız gerekir. Alev, Suat ve ben bu aşamada "miço"luktan daha fazlasını haketmiyoruz, o yüzden Kaptan Tula ve, onun yokluğunda, 2. kaptan Mehmet ne derse, onlara harfiyen uyuyoruz. Çok da zevk alıyoruz.  2. kural, bir teknede herşeyin yeri belli olmalıdır, tekne de bu nedenle her zaman düzenli olmalıdır. Dolayısıyla, dağınıklık olmamalı. Bu,  sadece yer darlığı ve hareket sorunu yarattığı için değil, biraz dalga çıktığında oraya buraya fütursuzca saçılmış eşyaların bir anda canınıza kastedebilecek nesnelere dönüşme riski olduğu için.  Yine, teknede su kaynakları kısıtlı olduğu için, su kullanımı konusunda hovardalık yapmamak gerekiyor. Jasmin, 11 metre boyunda, 3 kamarası olan,sahiplerinin titizliği ve ona gözleri gibi bakmaları nedeniye adı gibi güzel, bakımlı bir tekne.


Sağda Kaptan Tula, solda 2. Kaptan Mehmet:)
Birinci ağızlardan bol bol dinledik, zaten bu konuda okuduklarımızdan da gayet iyi biliyoruz: Ne kadar havalı ya da romantik görünürse görünsün, fiiilen teknede olmak ve yaşamak her yiğidin harcı değil.  Gerçek yelkencilik ve denizcilik bambaşka bir şey.  Türkiye'de son yıllarda tekne satışlarında patlama yaşanıyorumuş, ama bunların çoğunu motoryatlar oluşturuyor, ayrıca alınan teknelerin çoğu marinalardan, veya civardaki küçük koylardan çıkmıyor. Yani açık denizde hayat nasıldır, bunu A'dan Z'ye bilen, bire-bir yaşayan az insan var. Tula ve Mehmet bunlardan biri.

Jasmin aslında Alaçatı Marina'da bağlı. sürekli hava durumunu takip ettikleri için, ertesi gün başlayacak ve bir kaç gün sürecek fırtına nedeniyle tekneyi bir an önce Bodrum'dan Alaçatı'ya götürmek istiyorlar. Yola bir gün sonra çıkacaklar, o yüzden bizim tekne misafirliğimizin süresi kısa olacak. Şaka değil bu, fırtına...
                

23 Ekim 2011 Pazar

SAKLI BİR CENNET: BAFA GÖLÜ


Çocukken Bafa Gölü’ne gitmek bir olaydı bizim için. Bafa Gölü'ne, Söke’ye çok yakın olmasına rağmen, o kadar sık gidilmezdi, ama gidilince de biz çocuklara bayram olurdu. Kuşadası’ndaki yazlık evimiz bitince bir daha gitmedik. Ta ki 2003 yılına kadar. 2003’ün çok soğuk bir Şubat günü bir grup arkadaşımızla Heraklia Antik Kentini gezmeye gidip, çok etkilenmiştik bu çocukluğumuzdaki haliyle kalmayı başarabilmiş büyülü yerden. Bafa Gölü’nü sarıp sarmalayan ve genel olarak Ege kıyılarının önemli bir kısmı boyunca denize uzanan Beş Parmak (antik dönemdeki adıyla “Latmos”) Dağları, mitolojiye en çok hikaye üretmiş, malzeme vermiş mekanlardan da biri aslında. Bu sene tatil planımıza tarihe ve mitolojiye meraklı dostumuz Suat da katıldığı için, rotaya Bafa Gölü bölgesini ekleme fikri ondan geldi. Suat uzun yıllar önce bölgeye gitmiş, trekkinglere katılmış, tadı damağında kalmış. Önermesiyle kabul etmemiz bir oldu.

Çoğunuz bilmeyebilirsiniz: Bafa Gölü ve onu çevreleyen Beş Parmak Dağları bünyesinde doğal güzelliklerin yanı sıra, çok önemli tarihi eserler, kalıntılar barındırıyor. Hatta bu güzellikler ve kalıntılar o kadar yoğun ki bu bölgeye layıkıyla gezip keşfetmek ortalama 15 gün gerektiriyor. Mitoloji’nin popüler lokasyonu olan bu bölgede bu kadar çok kalıntı olmasına şaşmamak lazım aslında. Büyüleyici doğal güzellikler, o dönemler için ideal yaşam alanları demek olan savunması nispeten kolay, güvenlikli bölgeler ve verimli topraklar tarih öncesi dönemden başlayarak pek çok uygarlığın bu bölge üzerinde yerleşmesine sebep olmuş. Belki ortaokul ve lise ders kitaplarından hatırlayacağınız, arkaik dönemlere ait bazı mağara resimleri de bu dağlarda bulunuyor. Düşünün yani, hikayesi ne kadar eski…

Alaçatı’dan ayrılıp İzmir-Aydın Otobanının Ortaklar – Söke- Kuşadası çıkışından çıkıp, Bodrum yoluna sapmanız gerek Bafa’ya ulaşmak için. Bu yoldan geçenlerin yapmak zorunda olduğu bir aktivite de Ortaklar ve Söke arasında yan yana dizilmiş çöp şişçilerde çöp şiş yemek. "Zorunda" diyorum, çünkü yapmazsanız (ve vejetaryen değilseniz) bu lezzeti kaçırdığınıza pişman olabilirsiniz. İyisi mi yolunuz düşerse, bir tadına bakın:)

Bafa Gölü yoluna akşam üstü saatlerinde, hani o güneşin en tatlı portakal - kızıl ışınlarını yaymaya başladığı sırada girdik. Yola sapmamızla birlikte, manzara da o noktaya kadar gördüklerimizden birden ve o kadar keskin şekilde farklılaştı ki, dinlediğimiz müziği de böylesi mistik bir ortama çok daha uygun düşeceğini düşündüğümüz Kelt müziği ile değiştirdik. Maki bitki örtüsüyle uzaydan fırlatılmış gibi görünen dev kaya kütleleri bir ortama ancak bu kadar mistik bir hava katabilirdi. Bizim oralar genelde ovalık ve makiliktir. O yüzden beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkan ve volkanikmiş hissi veren bu parça parça serpilmiş kaya kütlelerinden çok etkilendik.

Kapadokya' dakilere benzeyen kaya kütleleri

Kapıkırı köyünde bulunan ve Küçük Oteller Kitabından “rakı sevenleri özellikle seviyorlar” notu nedeniyle seçtiğimiz, “jungle” haline gelmiş bir bahçede kaybolmuş bungalov odalardan oluşan pansiyonumuza yerleştik. Bahçeden sonra göze çarpan, pansiyonun resepsiyon bölümünün kütüphane ve tabii sayısız kitapla kaplı olması. Sahiplerinin okumaya meraklı oldukları hemen anlaşılıyor.

Pansiyonumuzun girişi ve restoranı

Burada vaktimiz kısıtlı olduğu için, ilk iş güneş batmadan antik kentin kalıntılarının hiç olmaza bir kısmını görmek oldu. Hafif çaplı mini bir yürüyüşle şehrin agorasını, uzaktan da olsa tiyatrosunu, bir takım başka yıkıntıları görme imkanı bulduk. Bu mini turda artık modası geçti sandığımız, eski bir “turistik yer kabusu” olan yemenici teyzelerin ciddi tacizine uğradık. Bu öyle bir şey ki, el emeklerini satarak 3-5 kuruş kazanamaya çalışan insanlara kızmanız kolay olmuyor. Diğer taraftan neredeyse kolunuza yapışacak kadar yakın mesafeden “taciz “boyutuna varan “al al al” ısrarları ister istemez bir süre sonra tepenizi attırıyor. Hadi bu neyse, işin kopma noktası almadığınız için üstüne bir de azarlanmak, vicdanınıza dokunsun diye söylenen sitemkâr laflar oluyor:) Uzundur başımıza gelmediği için unutmuşuz, ama Kapıkırı’nda ise Alev’in tabiriyle “Yemeni Tacirliği” son hız devam etmekte:)

Göl kıyısında muhteşem bir güneş batışına şahit olduk. Zaten Bafa gölünde güneşin batışını seyretmek özellikle tavsiye edilen, hoş bir tecrübe… Köy, "sevimli bir Ege Köyü göreceğim" hayaliyle gidenleri biraz hayal kırıklığına uğratabilir. Biraz metruk ve bakımsız.
Kapıkırı'nın tepeden görünümü

Sadece bir gece kaldığımız pansiyonumuzun odalarına "zevkli" diyemeyiz, ancak ultra temiz ve düzenliydi, ki zaten başka ne isteyelim? Ama asıl unutulmaz olan, pansiyon sahibimizin kendi elleriyle yaptığı ve çatlayana kadar yemezseniz tatmin olmadığı ızgaralar ve eşinin hazırladığı zeytinyağlılardı. Zeytinyağlı pırasa hepimiz yedik, annemin sırf bana yedirebilmek için yarattığı şahane yemeği etli, nohutlu pırasayı da bilirim, ama zeytinyağlı, koruk suyu ekşili, nohutlu pırasayı ilk kez orada tattık ve lezzetine bayıldık. Sırf bunu yemek için bile yine gitmek isterim.

Eğer bu yeşil sağanağı arasından seçebilirseniz, kaldığımız odanın fotosu:)

Pansiyonda seyyah modunda daha çok yabancı turist bulunuyordu. Pansiyon sahibi ve aynı zamanda rehberlik yapan oğlu ile sohbetlerimiz geç saatlere dek sürdü. Bize hem bölgenin tarihini, hem de bölgenin korunması ve tabii korunamamasıyla ilgili endişelerini, şikayetlerini, yapılsa iyi olacakları anlattılar. Rehber olan genç arkadaş kısıtlı zamanımıza uygun bir trekking parkurunu ertesi sabah çok erken yola çıkarsak yaptırabileceğini, yaklaşık 2,5 saat sürecek bu yürüyüşte antik şehir kalıntıları ve mezarların yanı sıra, eski bir Bizans Kilisesi kalıntısı göreceğimizi söyledi. Sabah 6’da yola çıkmak gereği bizim uzamış sohbetimizin de sonunu getirdi zaten:)

Sayısız vadiden bir tanesi

Ege’de güneş yüzünü Doğu bölgelerine kıyasla geç gösterir yüzünü. O yüzden erken saatte yapılacak yürüyüşler için uygun serinlik olur o saatlerde. Biz de güneş yüzünü göstermeden, etraf henüz alaca aydınlıkken çıktık yola. Bizle beraber 8-9 kişilik çoluklu çocuklu 2 Fransız aile de vardı. Rehberimiz epeyce bilgili ve konuşkandı. Eskişehir’de üniversite okumuş, gelmiş köyüne, toprağına ve tarihine sahip çıkmış. Oralarda büyüdüğü için bölgeyi avucunun içi gibi biliyor. Kendi gayretleriyle almanca ve İngilizce öğrenmiş, gayet güzel konuşup yabancılara en azından ihtiyaç duyacakları temel bilgileri veriyordu. Sabahın kör vakti afyon patlamadığından mıdır ne, biz biraz fazla konuştuğunu düşündük:) Ancak, hiç konuşmamak ve bilgi vermemek de büyük beklentileri olan turist gruba yapılacak iş değildi tabii:) "Kendimiz biliyoruz ya yeter" şeklinde bencil bir histi açıkçası:)

Yürüyüş rotasında sıkça göreceğiniz kaya mezarlar


Tabiatın güzelliğinden ve orijinalliğinden etkilenmemek imkansız. Sürprizli kısmı ortamın bir miktar Kapadokya Bölgesini andırıyor olması. O yüzden rehberi can kulağı ile dinlemeyip, daha çok manzaranın seyrine dalıp, binlerce yıl öncesinde burada hayat nasıldı acaba diye hayaller kurduk. Sık sık “ya keşke daha çok kalsaydık da her yeri gezseydik” dedik. Ancak sayılı günden oluşan tatilimizde özenle hazırladığımız ve her gidilecek yerde yaptığımız otelden arkadaşa çeşitli angajmanlar olduğundan, öğle saatlerinde bu bakir ve enteresan bölgeye veda edip, bir sonraki rotamız olan Bodrum’a doğru yola çıktık.

Suat’ın bakış açısından Bafa gölü gezimizin özeti de şöyle:

“Bafa:

Lerzan, Berke ve ailesiyle vedalaşma ve Bafa’ya müteveccihen yola koyuluş. Başak’ın memleketi Söke yakınlarındaki Ali Baba Çöp Şişçisinde çatlayana kadar çöp şiş yeme, restoranın bereketini arttırma, restorandaki kızın bizi çok sevmesi üzerine bize bir de dev karpuz yedirmesi. Bafa gölü kenarındaki Herakleia antik kentine yaklaşırken, büyülü manzaralara en iyi şekilde eşlik edecek Celtic müzik parçaları dinleyerek kendimizden geçiş. Otelimize yerleşip etrafımızı keşfe çıkış. Eski adı Herakleia olan ve muhteşem bir yaratıcılıkla “Kapıkırı” adı verilen yerin ahalisinin ticaretteki cevvalliklerinden bunalan Alev’in, ahaliye “yemeni tacirleri” adını takması. Akşam yemeğinde iyi niyetli ama konudan konuya atlayan otel sahibi ve “politically aware” oğluyla “Türk Siyasal Yaşamı ve Osmanlı Siyaset Sosyolojisi” konularında içkili sohbet toplantısı… Otel yemeklerinin lezzetiyle kendimizden geçiş.

Sabah erkenden 2 kalabalık Fransız aileden ve bizlerden teşekkül etmiş bir grup olarak antik Herakleia kalıntılarına ve manastırlara tırmanış. Yürüyüş esnasında, rehberimiz “politically aware” çocuğun, kerameti kendinden menkul çeşitlemelerinden oluşan sohbetine maruz kalınmamak için yarısı güleç, yarısı nemrut Fransızların kah önlerinde, kah arkalarında, zaman zaman aralarında, ama mutlaka saklanarak yürümeye çalışmak…”

2 Ekim 2011 Pazar

EGE'DE BİR YER - II


Rüzgar sörfü cenneti. Daha uzun kalırsak mutlaka denemek isteyeceğimiz, keyifli bir aktivite...


Bizim bu Köy ile ilgili şansımız, çocukluktan beri oralı olan ve bir kısmı kışlarını da orada geçiren arkadaşlarımız, kuzenlerimiz. Onlar tüm bu kalabalığın, aşırı markacılığın, gösterişin olmadığı sakin yerlerini biliyorlar hem Köyün hem de Yarımadanın (ne kadar kalabalık olsa da hala tenha, bakir yerler mevcut tabii ki). Bu nedenle, kendimizi onlara teslim ediyoruz oraya gidince.

Dostlar

Biz, eğer kuzenimizin evinde kalmazsak, arkadaşlarımızın ailesine ait Sakin Ev ’de kalıyoruz. Adı üstünde işte: Köyün sakin bir kıyısında, sakin bir ortam. Pek çok benzer işletmenin "butik" olma iddiasından tamamen uzak, ama bu kelimesinin tam da gerçek anlamını yaşayan ve yaşatan bir mekân. Otel ya da pansiyondan çok, bir ev havasında zaten, ama müşteri rahatlığı için düşünülmüş "ince teknik detaylar" çok etkileyici. Bu detayları farkedemez de tek tek öğrenmek isterseniz, mekan sahibi Ergin Abi'ye sorun. O size büyük bir zevkle tek tek kurguladığı, hayata geçirdiği teknik detayları anlatacak, kendi dizaynı olan yer altındaki "kumanda merkezi"ni de gösterecektir.
Gördüğüm kadarıyla Köy merkezindeki aşırı kalabalıktan, itiş kakıştan bağışık çok az sayıda mekân muaf. Zaten muaf olmayı isteyen de az gibi. Çünkü Köyün meşhur ana caddesinde, o çılgın kalabalığa rağmen, yol üzerine dizilmiş masalarda yemek yemek moda ve aynı zamanda bu davranış da bir tür statü göstergesi sayılıyor. Medyada çok iyi bildiğiniz pek çok insanı bu masalarda yemek yemeğe çalışırken veya caddede turlarken görebilirsiniz. Tabii önceleri böylesi bir kalabalık yokmuş, sokaklara atılan masalarda rahat rahat yemek yenebiliyormuş, son 3-5 yılın akınıyla belli aylarda özellikle akşamları bu caddede yürümek ve caddeye atılan masalarda yemek yemek nerdeyse imkansız, yine de buna azmeden dolu insan var.
Soldan sağa: Yazımın altındaki eğlenceli "Tatil Özeti" nin yazarı Suat, Kuzenimiz aynı zamanda sevimli Isla Bonita'nın sahibi Gülfem ve ben. Alev'e her bagaj yerleşiminde bol ter döktüren alışveriş torbalarımızı da saymadan olmaz:)  

Tüm bu kargaşadan tam anlamıyla muaf kalmayı beceren restoranlardan biri de Agrilia. Bıraksanız kaldığımız sürece her öğünü orada yiyebiliriz, nitekim de hemen hemen öyle oluyor. Ama tabii, arkadaşlarımızın tavsiyesiyle benzer başka yerlere de gidiyoruz. Agrilia'nın ortaklarından biri ile aramızdaki "hısımlık" bağı bu mekanla ilgili yazacaklarımın obkektivitesini gölgeler mi diye çok düşündüm. Ancak, sonuç negatif. Yani, burası "X" bir yer olsa, fikrim yine aynı olacaktı. Kaldı ki, mekanın bizim naçizane görüşlerimizi aşan referansları var: Agrilia bu Köyün, Yarımadanın klasiklerinden biri aslında, çünkü Köydeki en eski restoranlardan biri (belki de en eskisi). Dolayısıyla, sadık ve tutkulu bir müşteri kitlesi var. 20 yıldır taviz vermedikleri prensiplerle işletiliyor. Kalitesini de özenle koruduğu bu prensiplere borçlu. Asla endüstriyel gıda satılmıyor, yediğiniz her şey sipariş üzerine o anda hazırlanmaya başlıyor. Restoranın sandalye sayısı belli, 20 yıllık müşteri de olsanız kapasite doluysa, ekstradan bir sandalye daha eklemiyorlar sizin hatırınıza. Popülizm hatrına müziğin sesi "biraz daha" açılmıyor, biraz daha masa, sandalye (yer olmasına rağmen) konmuyor. Müzikler şahane, seçimler ve ses ayarı o kadar profesyonelce yapılmış ki ne sohbetinizi bastırıyor, ne yediklerinizi boğazınıza diziyor, geriden hafif hafif eşlik ediyor yediklerinize ve sohbetlerinize.


Agrilia "Slow Food" akımının temsilcisi ve uygulayıcısı




Agrilia'nın içeriden görünümü. Kışın giderseniz şömine keyfi var.


Arkadaşlarımız sayesinde geçen yaz keşfettiğimiz ve beğendiğimiz bir başka yer de Köy Marinası'nın içinde yer alan, genelde tekne ve marina personelinin yemek yediği, ama yemeklerinin eşsiz lezzeti nedeniyle artık bilen herkesin geldiği "Lokanta" isimli restoran. Burada bildiğiniz "ev yemekleri" çıkıyor ama %100 Ege ve özellikle "Anne" usulünde yapılıyor hepsi. Şimdi bir düşünün: Halka halka kesilmiş, üzerine sarmısaklı yoğurt ve domates sosu dökülmüş patates kızartması, kıymalı-sarmısaklı yoğurtlu makarna, imambayıldı hangimizin çocukluk yazlarının deniz sonrası ya da arası öğlen yemeği olmamıştır?
Yarımadanın gerçekten güzel bir denizi var. Bu kadar rüzgârlı ve dolayısıyla genelde dalgalı olmasına rağmen hiç bulanmayan, kumluk bir deniz. Çok bakir, tenha plajların yanı sıra, fiyatı daha ekonomik, imkânları daha mütevazı, kesinlikle medyatik olmayan bazı hoş tesisler var. Bunlardan ikisi Çiftlikköy- Altınkum tarafındaki Okan’s Place ve Ramo Beach. Hafta içi giderseniz çok daha sakin oluyorlar, güneşin, denizin, kumun tadını çıkarıyorsunuz. Yarımadanın diğer tarafında ise isimlerine medyadan aşina olduğunuz pek çok başka plaj da (Babylon, Otto, Aya Yorgi vb.) var, geçen yaz Köy konaklamamız hafta içine denk geldiği için gitmiştik buralara, bu sefer haftasonu olduğu için özellikle gitmedik.

Gerçi bu sefer gittiğimiz Ramo Beach de , pazar günü olması sebebiyle çok kalabalıktı.
Bizim Yarımadada en sevdiğimiz yer Ildırı. Aslında yazının asıl konusu olan Köye çok yakın ama sanki hiç yakın değilmişçesine bakir, kendi halinde bir yer. Küçük restoranlarında Ege mutfağına uygun kahvaltı ve yemekler yenebiliyor. Köyün tepesindeki eski antik kent ve kilise yıkıntısına enginar tarlaları ve zeytinler arasında yürüyerek ulaşmak zevkli oluyor (bunu 2009 Aralık ayında gittiğimizde yapmıştık, yazısı burada).
Bu Köyü ziyaretlerimiz can dostlar nedeniyle daha devam edecek önümüzdeki yıllarda da, ancak onlar olmasaydı, büyük ihtimalle bir veya iki kez görmüş olmakla yetinirdik diye düşünüyorum.
Bu yıl tatile birlikte çıktığımız can dostumuz Suat da kendi bakış açısından tatilimizin daha "bize özel", kronolojik bir özetini çıkarmış. Okurken o kadar eğlendik ki, buradaki kayıtlarımızda yer almasını istedik. Buyrun, Suat'ın esprili bakış açısından "Köy" tatilimizin özeti:
"YOLA ÇIKIŞ:

Haftalar öncesinden kararlaştırıldığı gibi sabahın 3’ünde yola çıkış. Suat’ın bakımdan yeni çıkan arabasının fren sisteminin ciddi bir uyarı vermesi, tüm eşyaların Alev’in arabasına nakli. Alev’in 3000 parçalık puzzle yapar gibi bir edayla onlarca parçadan oluşan bavul, çanta ve torbalarımızı bagaja yerleştirmesi. Yola koyuluş. Başak’ın arka koltukta kendisine bir taht hazırlaması ve boylu boyunca uzanması. Bizimle idareten 2 dakika sohbetten sonra mışıl mışıl uykuya dalması. Alev’le Afyon’a kadar sağdan soldan sohbet, Başak’ın hiçbirşey duymadan uykuya devamı. Afyon. Her tatilcinin ilk varışta yarı yol diye sevinip ikinci varışta tatil bitti diye üzüldüğü, iç sıkıntısını artırmaya bire bir o kuru kentimsi… Başak’ın Afyon’a nasıl bu kadar çabuk vardığımıza şaşırması. Varan’da ağır ama lezzetli kahvaltı. Sabah 9.00’a doğru Ege’nin güzelliklerinin kendini göstermeye başlaması… Başak ve Suat’ın ortalama 20 dk. da bir tuvalete gitme ihtiyaçlarının aynı olduğunu keşfetmelerine sevinmeleri, bu durumdan şoför koltuğundaki Alev’in pek hazzetmemesi. Başak ve Suat’in Varan Tesisleri Tuvaletlerini 2’şer kez ziyareti.

ALAÇATI:

Tekrar yola koyuluş. Başak’ın tahtında mutaden uykuya çekilmesi. Uyandığında Alaçatı’ya varmış olmamız ve Başak’ın buna da şaşırıp sevinmesi. Alev’in yüzünde “la havle” ifadesi. Marinada gemicilerin yemek yediği “Lokanta” isimli yerde tıka basa yemek. Doyduktan sonra sipariş edilen anne usulünde yapılmış dev sarımsaklı yoğurtlu patates kızartması tabağının gelmesi, bunu da bir güzel silip süpürüş ve kendimize şaşırma. Başak ve Suat’ın Marina Tuvaletlerini 2’şer kez ziyaretleri. Lerzan ve Berke’nin ailesine ait “Sakin Ev” pansiyona varış. Sakin Ev’in güzelliğinden, ev sahiplerimizin hoş sohbetlerinden ve misafirperverliklerinden had safhada etkileniş, Atatuş Ailesinin bize “hoş geldiniz” ziyareti yapması sonrası huzurlu bir öğleden sonra uykusunun kollarına kendimizi bırakış...

Akşam hava kararırken uyanış, Ülkü teyzenin buzlu beyaz şarap ikramı, Berke’yle Alaçatı’yı tepeden gören bir noktaya güzel bir yürüyüş, sonra çarşısına çıkış ve yeni yeni dolmaya başlayan restoranlar, kafeler, şık insanlar arasından yürüyerek Alaçatı Çarşı’yı keşfediş. İtalya’da karşılaşılsa servet istenecek manda derisi ve çelik karışımı su geçirmez sörfçü bilekliği ve özel yapım çapalı kolyeyi Suat’ın heyecanla satın alması. Berke, Lerzan, Zeynep, Yaman, Başak, Alev ve Suat’tan oluşan grupla, ana caddenin kalabalığından uzak, güzel bir balıkçıda neşeli bir akşam yemeği. Piyasa Caddesine yakın oturtulmadıkları ve gerektiği gibi piyasa yapamayacakları inancına kapılarak panik olan kızlı erkekli bir grubun garsonları azarlamaları. Bunu Zeynep’den duyan Başak ve Suat’ın o grubu kınamaları, ancak Alev tarafından yine Ergenekonculukla suçlanmaları. Onların da Alev’i yine liboşlukla itham etmeleri.


Ertesi gün Ülkü teyzenin çeşit çeşit peynirli zeytinli reçelli zengin kahvaltısının ardından plaja gitme hazırlıkları. Bu diyarların en iyi plajının Ramazan adlı bir şahsın işlettiği “Ramo Beach” adlı bir yer olduğunu öğreniş ve bu isimden fevkalade etkilenerek , çocuklar gibi şen edalarla plaja vasıl oluş. Alev’in otoparkçı esnafıyla muhatap olmak zorunda kalışları, plaj kumu üzerinde 4x4 olmadan araba kullanmak ve park etmek zorunda kalması…

“Genelde sakin olur ama Pazar günleri normalden biraz daha kalabalık olabilir” denen ünlü Ramo plajında, ancak sardalye tenekesine istiflenmiş zavallı balıkların sahip olabilecekleri kadar geniş bir alanda, Zeynep ve Yaman’ın erken gelmeleri sayesinde kendimize yer kapmaya muvaffak oluş. İpek gibi kum, buz gibi soğuk berrak su, Çeşme’nin denizi… Alev ve Berke’nin bel hizasındaki suda, tenis topuna benzer yamuk yumuk garip bir batmaz topu birbirlerine atmaları, mezkur talihsiz topu havada kapmak ve mutlaka ters parendeyle denize düşmek suretiyle kendilerine bir plaj eğlencesi yaratmaları…

Tam arkamızda oturan, sabah plaja vardığımız saatten , akşam ayrıldığımız saate kadar yerlerinden kalkmadan “okey” oynayan 4 kişiden müteşekkil garip aile. El aralarında, ailenin hanımının ortaya çıkarttığı cam kapaklı bir porselen kaptan hep beraber dolmalar atıştırmaları ve sonrasında, çok önemli olduğu malum ama hiçbir zaman çözülemeyecek bir devlet meselesini masaya yatıranların ciddiyete gömülmüş yüz ifadesiyle okeye devam etmeleri. Ramo’nun bizzat elleriyle hazırladığı ya da anne ve baba tarafından muhtelif ve sayısız akrabalarına hazırlatıp sunduğu yemeklerin yenmesi. Başak ve Suat’ın sipariş ettiği spagettilerin herkes yemeklerini bitirdikten sonra lütfen gelmesi ve su içinde yüzen çamur gibi “A la Ramo” spagettiden Suat’in etkilenmeye pek istekli görünmemesi… Başak ve Suat’ın Ramo Beach Tuvaletlerini en az 4’er kez ziyareti.

Ramo’ya veda, otele dönüş, akşam yemeğinde Alev’in kuzeninin eşinin ortağı olduğu meşhur Agrilia Restoranda yemek. Siparişleri verdikten sonra Alev’le Başak’ın apar topar masayı terk etmeleri ve Başak’ın an itibariyle Alaçatı sörf kampında bulunan ve güneş alerjisi olan ve olayı had safhada dramatize eden yeğeni Selin’i otelde ziyaret etmeye gitmeleri…

Ertesi gün Bafa’ya doğru yola çıkma hazırlıkları. Alev’in bir gün önce tamamen boşalttığı bagajı, Başak’la Suat’ın Alaçatı’nın mağazalarından yaptıkları yoğun alışveriş de eklenince bu kez 5.000 parçalık bir puzzle yapar gibi, kan-ter içinde yeniden yerleştirmesi ve Başak’la Suat’ı daha alışveriş yapmamaları konusunda uyarması."

26 Eylül 2011 Pazartesi

EGE'DE BİR YER - I




Başlığı özellikle böyle attım. Çünkü tatil rotamızda 3 yıldır yer alan, artık iyice şehirleşmiş ve “medya yıldızı” olmuş, olunca da neye uğradığını şaşmış bu Köyün ekstra reklâma hiç ihtiyacı yok. Anladınız değil mi nereden bahsettiğimi? Ege'de bir Yarımada üzerinde, 4-5 yıl öncesine kadar sadece ve ağırlıkla İzmirli turistlerin ve sörfçülerin bildiği, denizde kıyısı olmayan, bir miktar metruk taş evden oluşan bu Köy bu sene tatil rotamızın da ilk durağıydı… "Köy" demeye devam edeceğim ama artık köylükle (en azından yaz aylarında) alâkası kalmadığını da bilin.



Hayatının akışı sakin ve (bilinçli macera arayışları dışında) yormayan tatil yerleri asıl tercihimiz. Türkiye’de bu kolay iş değil, nitekim kalabalık bir ülkeyiz, kabımıza sığmıyoruz. Çoğunluğumuz genelde kalabalık, içiçe aile ve ortamlarda yetiştiğinden midir nedir, içine girdiğimiz tüm sosyal ortamlar da alabildiğine kalabalık olsun istiyoruz, seviyoruz . Hem iletişim hem de ulaşım imkânlarının son sürat arttığı ve kolaylaştığı bu dönemlerde hemen her yer ve herkes eninde sonunda popüler hale gelecek, başta ekonomik motivasyon olmak üzere, bilemeyeceğimiz bir yığın nedenle, zorla da olsa popüler (ve kalabalık) hale getirilecektir. Yani alışmaktan başka çare yok gibi:)

Böyle bir durumda, stratejiyi de adeta bir "oyun" havasına büründürüp, buralarda bulunup da yine de sessiz, sakin kalmayı başarmış, gizli saklı mekanların, ortamların arayışına düşmek de ayrı bir keyif oluyor. Tatil demek rahatlık demek, cana gelebilecek zararlar dışında, bir tatilde olan-olabilecek hiç bir can sıkıcı şey bizim o seyahat ya da tatilden aldığımız keyfi gölgeleyemez. Hatta bir "yaşanmışlık" ve "tecrübe" olduğundan, tatil sonrası birikimlerimizi, sohbetlerimizi de zenginleştirir, anlata anlata o can sıkıcı olayın karikatürize bir hale dönüştüğü de çok olur:)

Evet, Köy ve üzerinde bulunduğu Yarımadanın “ambiyansı” çok hoş, hatta Köy dışında Yarımada üzerinde bakir ve sakin olan pek çok başka yer de var. Ancak, tıpkı Güney Ege’nin bir başka kontrolsüzce popüler hale gelmiş tatil şehri gibi, burası da artık kontrolsüz bir kalabalığı (ve dolayısıyla yatırımı) mıknatıs gibi üzerine çektiğinden, özellikle "high season" denilen Temmuz-Ağustos aylarında bizim gibi “yabani” turistlere çok cazip gelecek bir yer değil. Fakat gerçeklerden de kaçamıyoruz: Çok sevdiğimiz bir grup arkadaşımız bir süredir burada (ve İzmir’de) yaşıyorlar ve biz onları ille de görmek istiyoruz. Bu şartlar altında, sevgi üstün geliyor tabii ki:)



Alaçatı'nın güzel sokakları, böyle boşken güzelliği çok net

Hem toplum hem de bireysel olarak her şeyin “suyunu çıkarmak” eğilimindeyiz, hatta eğilimin ötesinde, bilfiil çıkarıyoruz. Duygularımızı, davranışlarımızı abartıyor, sevdiğimiz şeyleri de (insan, mekân, fikir vb. fark etmez) sevdiğimiz için adeta öldürüyoruz. İşte, bence bu şirin Köye yapılan da tam bu: “Çok sevdiği için öldürmek”



Evet, Köy Türkiye’de örnek teşkil eden yerel bir sivil toplum organizasyonun yoğun çabası ile korunmaya çalışılıyor. Bu kapsamda Köydeki mimari dokuya uymayan binalar, çok katlı yapılar yapmak, araçla Köy merkezine girmek vb. yasak. Hatta işletmelerin plastik sandalye kullanması, döner, kokoreç gibi kokusu çevreyi taciz eden yiyecekler satmaları dahi yasak. Hepsi çok güzel, takdire şayan. Ama beklenmeyen (yoksa "beklenen" mi demeli?) sonuç: Medya bombardımanı nedeniyle her taşın altından bir “butik” otelin, bir “butik” restoranın, bir “butik” işletmenin fışkırması…



Bu kadar çok “butik” olma iddiasında mekan olunca “butik” kelimesi de gerçek anlamından tamamen uzaklaşmış, anlamı Türklerin kendisinden anlamak istediği yepyeni başka bir anlamla yer değiştirmiş oluyor. Bu kadar çok “butik” işletme olursa, elbette acımasız (ve belki bir miktar "etik olmayan") bir rekabet de aynı anda gelecektir (Buna güzel bir örnek: Küçük Otelleri Kitabı'nın bu yılki baskısına en çok otel bu Köyden katılmış).


Bu rekabet ilk etkisini özellikle kafe-restoran-bar tarzı işletmelerde sokaktan geçen müşteri adayının dikkatini çekmek ve diğer mekanlardan müşteri çalmak niyetiyle açılan “müzik sesi” olarak gösteriyor. Her mekânın müziği birbirine karıştığı için, ve zaten yollardan sel gibi akan insanların uğultusu her daim mevcut olduğundan, nihayette ortaya çıkan hoş olmayan bir gürültü. Ve bu durum Köyün doğal ambiyansı ile taban tabana zıt, bana kalırsa Köy merkezi için çok da antipatik etki yaratıyor.

Oysa ilk kez 2009'da gittiğimizde dahi, kalabalık aynıydı da, mekânlardan taşan müzik sesi yoktu, bu konuda o zaman mevcut işletmeler kendi aralarında bir uyum ve anlaşma sağlamış görünüyorlardı. Daha yüksek ses eşliğinde eğlenip dansetmek isteyenler, Yarımadanın daha ücra bölgelerine dağılmış ve sabaha kadar açık olan gece klüplerine gidiyorlardı. Geçen 2 yılda yeni açılan mekân sayısı adeta roketlendiği için, işletmeler arasında bu uyumun kalmadığı, konulan kuralları da özellikle yeni işletmecilerin takmadığı anlaşılıyor. Bu takmama hali, genelde bu tür yerler için sonun başlangıcıdır, zira kısa zamanda bu zamana kadar başarılı koruma çalışmalarıyla ve tamamen işletmecilerin iyi niyetli katılımlarıyla Köyü bir "marka" haline getirmiş sivil toplum örgütünün kuralları, tavsiyeleri de bir süre sonra daha çok kazanç peşinde olan işletmeler tarafından dikkate alınmaz hale gelecektir. Bu projeksiyonumda haksız çıkmayı dilerim bu arada.

Anlamakta zorlandığımız şey şu: Yüzlerce yıldır, bırakın yeni bina yapılmasını, mevcutların tadilatı dahi çok sıkı teknik ve estetik kurallara tabi mini minnacık Porto Fino'ya, bu Köyden kat kat fazla turist yağıyor ve dünyanın parasını bırakıyor. Ama oranın sokaklarında böylesi bir kalabalık, böylesi bir uğultu olmuyor. Dahası, Porto Fino halkı ve esnafı da "daha da para kazanmamız lazım, illa ki yeni oteller, yeni restoranlar vs. açalım, müşterinin dikkatini çekmek için müziğin sesini az biraz daha açalım" demiyor. Biz de işler nasıl kısa sürede benim "sevdiği için öldürmek" diye tanımladığım bu durumlara geliyor???



Kalabalık kısmına değinmek aslında gereksiz olacak, ama yani öyle böyle değil. Ben hiçbir zaman insanların kalabalık ortamlardan nasıl bir keyif aldıklarını, daha da ileri gidip bunu bir "yaşam tarzı" haline getirmelerini anlayamadım. Benim onları anlayamadığım gibi, onların da benim gibi düşünen insanları anlamadıklarını düşünüyorum. Kendilerine saygılıyım, yeter ki onlar da bizim gibi sessizlik ve sakinlik arayışında olan insanların zaten zar-zor bulabildikleri doğal yaşam ortamlarına saygılı olsunlar.


Gerçekten pek çok insan kalabalık ve gürültüyü seviyor. Daha doğrusu seviyor mu bilemeyiz, ama en basitinden ultra kanıksamış, hayatının parçası saymış durumda.


Yarımadanın en "tropik" görüntülü denizi Ilıca'da


Peki insan tatile niçin çıkar? Özellikle 30’larını geçmiş, çalışan kesim için soruyorum: Geldiğiniz yerdeki yaşam alışkanlıklarının dışına çıkma fırsatı değil midir tatil denen lüks zaman boşluğu? Köye gelenlerin neredeyse tamamını İstanbul-Ankara-İzmir turistinin oluşturduğunu dikkate alırsak; eğer aynı yaşadığınız yerdeki gibi her yere arabayla gitmeniz, her gittiğiniz yerde park yeri bulmanız, park için para ödemeniz, en basit bir yemek için dahi uzun uzun planlar yapmanız gerekiyorsa, herhangi bir mekânda yer bulabilmek için daha sabahın erken saatinde rezervasyon yaptırma telaşına düşüyorsanız, üstelik rezervasyonla gittiğiniz yerde yoldan akın akın geçenler size değiyor, çarpıyorsa, para vermeden neredeyse hiçbir yerde denize giremiyorsanız, allah aşkına bunun neresi tatil oluyor?


Bizim gibi düşünüyorsanız, bu Köye kış, ilkbahar ve sonbahar aylarında gidin, özellikle Temmuz ve Ağustos aylarında uzak durun. O zaman gerçek ruhunu sindire sindire yaşayabilirsiniz. Çünkü Köy ve Yarımada gerçekten güzel, fakat kalabalık nedeniyle güzelliği biraz gölgeleniyor, geri planda kalıyor. "Yüksek Sezon" diye tanımlanan dönem dışında çok daha büyük keyif verecektir. Bizim familyadan değilseniz de, o zaman özellikle Temmuz ve Ağustos aylarında burayı ziyaret etmeniz uygun olur.

5 Ağustos 2011 Cuma

YAZ BAŞLASIN...

Yaz benim için bugün başlıyor resmen. Her yıl resmi tatil zamanım gelene kadar çoktan bir kaç haftasonu deniz kenarı ziyareti yapmış olan biz, bu yıl özellikle benim anormal iş yoğunluğum nedeniyle Ankara'dan bir yere (Abant'a bile) kıpırdayamadık. Temmuz ayının tamamını, haftasonları dahil, ofiste geçirdim. İnanın yazı nasıl yarıladık anlamadım. Üstelik koca bir ay bilfiil ofiste geçtiği, evin yolunu zor bulup yorgunluktan sızdığım için Ankara yazının da keyfini süremedik.

Bu yazdan şu ana kadar yanıma kalan Haziran ayında iş sebebiyle gidip keyfini tekrar sürme fırsatı bulduğum Batum ve Andy Warhol sergisi uğruna gittiğim İstanbul seyahatleri oldu. Eğer yorgunluktan bitmeseydim (ki hala devam ediyor), şimdiye sizlerle, hızla değişen Batum'dan güzel karelerle bir yazı paylaşacaktım. Ama yok, bu yıl yazma yılım değil sanırım:) Batum fotoları bile daha bilgisayara inmedi.

Bu gece resmi tatilimiz başlıyor. 2 hafta sürecek ve çok keyifle planladığımız uzun bir rotaya doğru yola çıkıyoruz. Dönüşte 2011 yazından geriye hatıra olarak ne kaldıysa, burada paylaşacağım. Malzeme birikince yazılarını yazmak daha kolay olacak diye umuyorum:)

Sevgiler, iyi tatiller:)

6 Haziran 2011 Pazartesi

GEMİ SEYAHATİ SEVENLERE VE MERAK EDENLERE GÜZEL HABER

Navigator of the Seas Kuşadası Limanı'nda

İlk gemi seyahatimizi yapalı bu hafta itibariyle 1 yılı doldurdu. Tadı hala damağımızdayken, geçen hafta kardeşimden güzel bir haber aldım: Bizim de seyahat ettiğimiz Navigator of the Seas gemisi artık Kuşadası çıkışlı turlarla Türk turistlerin de hizmetinde... Üstelik ilk kez Türkiye çıkışlı turlara başlayacağı için fiyatları çok cazip.

Kardeşimin girişkenliği sayesinde, ilk Türkiye çıkışının yolcularından ikisi de annem ve babam olacak. Daha önce bir kaç gemi seyahati yapmışlardı, ama bindikleri gemiler Navigator of the Seas'ın büyüklük ve imkanlarıyla kıyaslanamaz. Bu nedenle bizim seyahatimize çok heves etmişler, ama geminin Roma çıkışlı olması onları biraz ürkütmüştü. Şimdi ise, Kuşadası'nda yaşadıkları için, neredeyse evlerinin önünden bu güzel gemiye binip, umarım ki keyifli bir 8 gün geçirecekler.

Seyahati seven herkesin en az bir kez gemi seyahati yapmasını tavsiye eder hale geldim ilk gemi seyhatimden sonra. Bu güzel fırsatı kaçırmayın derim. Hem 5 yıldızlı otel konforunda, eviniz sırtınızda geziyorsunuz, hem de her sahah farklı bir ülkede, farklı bir şehirde uyanıyorsunuz. Bu çok keyifli bir durum.

Royal Caribbean ve Navigator of the Seas'in Kuşadası çıkışlı turlar için bu linki ve bu linki ziyaret edin.

27 Mayıs 2011 Cuma

BOZCAADA -2

Bozcaada'da kalacağımız mekanı neredeyse 2 ay önceden ayarladık. Adabahçe Pansiyon şehir merkezinde, mütevazı, tertemiz, her detayında sahiplerinin (çocukları dahil) el emeklerini görebileceğiniz bir yer. Tatillerde mümkün olduğunca tabanvay olmak prensibimiz, bu yüzden kalacağımız yeri de özellikle şehir merkezinde seçtik.

Ada'da olmak ilginç bir duygu, bizim ki kadar kısa bir sürede hissedilir mi bilmem, ama "ada basması" denen bir sendrom varmış, ana kara ile bağının olmadığını ve oraya kolay ulaşamayacağını idrak ettiğin, ruhen karamsarlaştığın zamanlarda insanın üzerine çöken...

O kısmını bilemem, ama Bozcaada harika, büyüleyici bir yermiş meğer. Bir defa, belki ada olmanın verdiği belli miktar izolasyon nedeniyle, mimari ve kültürel tahribat minimum. Ve yine aynı sebeple, "kendine özgülük" had safhada. Sık sık gözünüze çarpan detaylardaki özen ve yaratıcılık da bu kendine özgülüğün sonucu olsa gerek.
İşte "kendine özgülüğün" hoş örneklerinden biri: Ada Kitapçısının kapısında asılı tabela:)
Duvar boyayan kız
Detaycılıkta son nokta: Şarapların da süslenmeye hakkı var (iki katlı ve bol malzeme dolu bir dükkan olduğunu da belirteyim)
Mekan tabelaları da ayrı güzel...


Hemen dikkat çeken detaylardan biri kapılar: pek çok ev ve mekan kapısı özene bezene yapılmış ve boyanmış. Bir diğer gözlemim, hiçbir şeyden (kafe, bar, restoran, hediyelik eşya mağazası vs.) adamı bıktıracak ve dolayısıyla güzelliklerinin artık algılanamayacağı kadar çok olmaması (en azından şimdilik). Bunun geri dönüşü "kalite" ve "orjinallik" tabii.


Her biri ayrı dünyalara açılıyor kesin

Burada her fırsatta dile getiriyorum, keskin bir söylem olabilir ama bazı konularda keskin olmak iyidir: Kopya ve yağma kültürüne tahammülüm yok, bir zamanlar severek gittiğim pek çok şehir, mekan, mağaza vs. bu sebeple artık hayatımda özel bir yere sahip değil. Yabani ot gibi heryeri saran bu zevksiz ve yokedici, aynı zamanda sıradanlaştırıcı garip yaşam tarzının ülkemizde evrinerek (en azından) anti tezlerine yaşam alanı bırakacak olgunluğa ulaşmasına sanırım daha çok var. Bozcaada, şimdilik, ada olması sebebiyle bu yağmadan büyük ölçüde kurtarmış kendini. Umarım daha önce kurban verilenlerden ders alarak, özenli ve kontrollü bir şekilde sürdürür gelişimini.

Şu berraklığa bakar mısınız?
Buraya gelmemize sebep olan ve bu yıl ilk kez düzenlenen Uluslararası Bozcaada Yarı Maratonu sayesinde ada nüfusunda patlama olmuş. Konuştuğumuz ada sakinleri ilk defa bu tarihte bu kadar çok insanı adada gördüklerini söyledi. Haliyle ek feribot seferleri konmuş. Alev, Güçlü ve diğer koşucu arkadaşlarımız maratonu koşarken, koşmayan ekip olarak biz de şehir merkezinin keyfini sürdük. Bu arada önümüzdeki sene 10 kmlik parkura katılma yönünde bir prensip kararı da aldık:)
Alev maraton kayıt sırasına giderken.
İlk defa yapılan bu maratona 350'den fazla kişi katıldı. Üstelik büyük çoğunluğu Türkiye'nin değişik şehirlerinden gelmiş.
Ümit ve mutluluk verici bir durum.

Koşucumuz Start çizgisinde:)
(Alev kendi yaş grubunda 12. oldu, büyük başarı) Koşucular Start çizgisinde
Seyahatimiz kısa süreceği için adanın tamamını göremedik, ancak şehir merkezinde, gördüğümüz ve yaptığımız herşeyden keyif alarak, dolu dolu bir "2 gün" geçirdik. Bozcaada tertemiz enerjisiyle beni kış uykumdan uyandırdı, canlandırdı adeta.

22 Mayıs 2011 Pazar

BOZCAADA - 1


Kuşadası'nda büyümüş olduğumdan sanırım, ben deniz tatili denince hep Kuşadası ve daha güneyini anlar, aklıma daha yukarıdaki sahiller, şehirler hiç ama hiç gelmezdi. Senelerce böyle düşünmeye devam ettim. Alev hayatıma girene kadar... Alev de kendini bildi bileli Ayvalık-Altınova'da geçirmiş çocukluğunun ve gençliğinin o güzelim uzun yaz aylarını... Sayesinde önce Ayvalık civarını, sonra da biraz daha kuzeyi olan Assos'u gördüm. Aşık oldum memleketime,yurduma bir kere daha. Her tür yağmaya rağmen korumayı başardığı ve bir şekilde hep şaşırtmayı bildiği güzellikleri nedeniyle. Varabildiğimiz son nokta olmuştu Assos Kuzey Ege'de, ta ki geçen haftaya kadar...

13 Mayıs günü uzun bir aradan sonra tekrar bilmediğimiz yerleri keşfetme heyecanı ile yollara düştük dostlarla. Rotamız Bozcaada. Alev ve Güçlü bu kez ilk defa yapılacak Bozcaada Yarı Maratonu'na katılacaklar. Yani anlayacağınız, seyahatimizin amacı "hem ziyaret hem ticaret":) Bozcaada aslında belli bir kesim için çoktan keşfedilmiş, çok sevilen, bir süredir çok "tarz" bir yer. Sadece biz güney sevdamız nedeniyle biraz uzak ve "fransız" kalmıştık kendisine.

İnegöl'den itibaren Ege'nin mütevazi ama seyrine doyulmaz bol sürprizli maki bitki örtüsüne dönen doğa, özellikle Bandırma'dan itibaren buluştuğu billur mavi ile birlikte tam bir görsel şölene dönüştü.

Bu görsel şöleni "şok" hissiyle bölen ve hala aklımdan çıkmayan şeyse İnegöl'de bir kaç yüz metre arayla gördüğümüz garip cisimlerdi. Ben "garip cisim" diyorum ya, sanırım "heykel" niyetine dikilmişlerdi. Birbirinden "anti-ucube" iki garip cisim, ülkemizde baskın çoğunluğun sanattan ve estetikten ne anladığına dair çok anlamlı iki örnek oluşturuyor:

Kars'taki heykeller neden yıkıldı, şimdi anladınız mı? Yerine tercih edilen bunlar çünkü...


Yolda gördüğümüz bu iki "garip cismi" hariç tutarak, doğruyu söyleyim mi: Ben şaştım... Şaşkına döndüm... Evet denmişti bana (bize) Çanakkale ve civarı çok güzeldir diye, ama nedense pek ciddiye almamışım(/z). Sıcak seven biri olarak, kuzeyin serin, soğuk, bır bır olacağına dair ön yargım o kadar yoğunmuş ki burada saklı bir cennet olabileceği konusuna fazla kafa yormamışım.

Feribota bineceğmiz Geyikli sahiline geldiğimizde ben çoktan (öyle bir şey varsa) "Kuzey Ege Büyüsü" altına girmiştim.

Geyikli'nin uçsuz bucaksız, yeşille bütünleşen sahili ve neredeyse 50 metre öteden dibini görebildiğiniz pırıl pırıl denizi beni alıp 70'li yıllar ve 80'lerin başında bire bir aynı manzarının olduğu Söke ve Kuşadası'ndaki çocukluğuma götürdü.

Size bir şey söyleyim mi? Bunu bir ay kadar önce kardeşimle de konuştuk: Eğlenceli, huzurlu ve mutlu bir çocukluk geçirmek, bazen pek de iyi bir şey olmayabilir... Bizim çocukluğumuz böyle geçti. Bu sizi elbette güvenli ve hayata karşı "güvenir" ve "umutlu" bir insan yapar. Ancak tadını ilerleyen hayatınızda hep ararsınız, herşeyi o zamanların sizin zihin ve ruhunuzda bıraktığı o "ilk" tatla kıyaslarsınız. Referans güzel olunca, daha kötüsüne güdülenmeniz mümkün olmaz, ama adına "nostalji" denen, artık geçmişte kalmış güzel şeyleri sevgi ve hüzünle özleme pratiği yakanıza veya kuyruğunuza, ama illa ki bir yerinize yapışır...

Geyikli sahillerine vardığımızda ben yukarıdaki düşüncelere gömülmüştüm işte. Ama deniz ve doğa kimi filozof yapmaz ki...

Bozcaada'ya feribotla ulaşılabiliyor ve yaz tarifesi başlamadığı için feribot sayısı az. 19.00 feribotuna hedeflediğimiz gibi yetiştik. Hava, daha önce duyduğum uyarıların tersine, şeker gibi. Bozcaada yolcusu çok fazla, çoğunluk maraton amacıyla gelenler. Feribotu bekleyenler Geyikli sehilindeki kafelerde çoktan terlik-şort moduna geçmişlerdi. Hani serin olacaktı ya?
Feribottan görünen haliyle Geyikli Sahilleri

11 Mayıs 2011 Çarşamba

KIPIRDANMA

Fazla sustuk. Ama bazen yeni bir şeyler üretebilmek için biraz nadasa kalmak gerekiyor. Burayı görev gibi algılamayacağız diye söz vermiştik, şu anda sözün gereğini yapıyoruz sayın:) Tabii bizden çok daha iyi bilen büyüklerimizin bize zorla verdikleri araları saymıyorum.

Hiç bir zaman tek hedef, tek hobi insanı olamadım, olamadık. Veya yaptığı her ne ise onda ölümüne sebatkar... Çünkü hep ve her zaman dikkatimi/dikkatimizi (evet, bu konuda çoğul kullanmak zorundayım, çünkü Alev de benden çok farklı değil) daha çok çeken başka şeyler olur, hemen de tavlanırım(/zzz). Mesele heyecansa, gerisi teferruat diye özetlenebilir:)

Bazen de akışa bırakmak iyi gelir. Sürekli bir şeyler yetiştirmeye, üretmeye, sosyalleşmeye, herkese mavi boncuk dağıtmaya, herkese laf yetiştirmeye, her olaya görüş beyan etmeye... halin ve isteğin kalmayabilir, bazen Dünyanın senin herhangi bir müdahale etme çaban olmadan dönmesine razı olursun. Böyle olduğunda, az ses çıkarmak ve günü geldiği gibi yaşamak, sadece kendine ve sana iyi gelecek şeylere odaklanmak en iyisidir.

Yazma zamanı, hissediyorum, yani içim kıpırdanmaya başladı yeni yazılar için. Ama yazmak için malzeme lazım değil mi? O zaman malzeme toplamaya, yola çıkmalı.

Kısa bir seyahatin ardından gözlem ve hikayelerimizi paylaşmak için burada olacağız. Böylece, uzun süren suskunluk zincirini kırmak umudundayız.

Bu akşam sinema kanalında tesadüfen Victor Hugo'nun Sefiller romanının filmine denk geldik. Hayattaki asıl ve değişmez doğruların en berbat yanlışları yaparak öğrenilebileceğinin, öğrenilenlerin sadece kendinde değil, başkalarının hayatları üzerinde nasıl büyük ve anlamlı değişiklikler yaratabileceğinin, onurun, bağışlamanın, daha önemlisi insanların bireysel ve toplumsal değerlere ve özellikle özgürlüklerine başkalarından merhamet bekleyerek değil, ancak bilfiil kendileri eyleme geçerse sahip çıkabileceklerinin toplu gösterimi gibiydi.

11 Nisan 2011 Pazartesi

KAÇAN HEVES

Evet, kaçan bir heves sözkonusu bizde, bende... Hergün yaşam alanımızın bir şekilde daraltıldığı, özellerimize bir şekilde müdahale edilen günler yaşıyoruz, sonunda internette kendimizi ifade etme yöntemlerimiz de bir şekilde yasaklandı. Biz burayı keyif olsun diye açmıştık, ancak bir anda işi keyif olmaktan çıkardılar, sağolsunlar. Biliyorum, bir çoğunuz bir takım ayarları değiştirerek, tünelleri kullanarak (şu anda benim yaptığım gibi) yazmaya devam ediyorsunuz. Dijital çağda yasakçı zihniyetin nasıl komik hallere düştüğünün de göstergesi bu imkanlar:) Ama bu bana göre değil. Niye bu kadar zahmet? Ne için allah aşkına? Hangi devirde yaşıyoruz? En doğal haklarımız elimizden alınıyor ve doğal bir hakka sanki "lütufmuş" gibi binbir zahmetle ulaşmak istemiyorum. Doğal hakları "lütuf" muş gibi sunmaya veya esirgemeye, keyfe göre kısıtlamaya kimsenin hakkı olmamalıydı. İnancımız, umudumuz, idealimiz buydu bu ülke için. Oysa "ileri demokrasi" ülkesinde bu işler böyle yürüyormuş.

Uzundur yazmama sebebim(iz) budur. Bu konuda kaçan keyiftir, başka bir şey değildir. Şimdi o keyfin gelmesini bekliyorum, şartlara bakılırsa yine aziz ülkemizden, herşeyi vatandaşından iyi bilen aziz yöneticilerimizden çooook büyük şeyler bekliyorum. Beklemeye devam edeceğim. Bakalım artık, o keyif yerine ne zaman gelirse o zaman düzenli yazmaya devam edeceğiz.

Bu arada bir çok şey oldu aslında. Ama en güzeli ve anlamlısı Alev'in bu sene Runtalya maratonunda ilk defa "TAM MARATON" yani tamı tamına "42 km, 195 m" yi koşması ve ilk sefere göre gayet iyi bir derece ile (468 koşucu arasında 145. olarak) tamamlaması oldu. Böylece tam 4 ay boyunca adeta bir asker disiplininde yaşamasının ve antreman yapmasının karşılığını aldı. Üstelik hem koştu hem de Adım Adım Oluşumu kapsamında geçen seneki gibi Türkiye Omurilik Felçlileri Derneği (TOFD)için para topladı. Hatta geçen haftasonu koşucuların TOFD için topladıkları bağışlarla (194.000 TL) alınan 81 adet akülü tekerlekli sandalye Türkiye'deki ihtiyaç sahiplerine törenle dağıtıldı. Üstelik bu sadece TOFD'un payı. Adım Adım koşucuları TOFD'un yanısıra, Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı, Toplum Gönüllüleri Vakfı ve Buğday Derneği için de bağış topladılar. Toplanan bğaış 450.000 TL'yi, bağışçı sayısı 3500'ü geçti. Buradan geniş gönülleriyle umuda destek veren tüm bağışçılara, özel olarak da Alev'in bağışçılarına Alev ve kendim adına çok teşekkür ediyorum.

Evet heves kaçtı diye yazdım başlığa, allahtan heves kaynağı tek değil. Birileri ne kadar kaynak azaltma konusunda bilinçli çaba sarfetse de bizler yeni kaynaklardan hayatın güzelliklerini yaşama çabamıza devam edeceğiz.

Bu yasak kalkmadıkça düzenli bir yazı performansı sergileyebileceğimi sanmıyorum ama geleceğim, geleceğiz. Heves kaynaklarınızın hiç tükenmemesi dileği ile...

16 Ocak 2011 Pazar

ARBEIT MACHT FREI

Auschwitz'in (ve çoğu toplama kampının) giriş kapısındaki meşhur yazı: "Arbeit macht frei= Çalışmak özgürlük getirir"...


Birileri "Sadece benim dediğim, benim istediğim gibi olsun; benim isteklerim diğerlerininkininden daha önemli ve özeldir, ben de herkesten üstünüm, bu yüzden benim istemediklerimi isteyenlerin, benim gibi düşünmeyenlerin hakları yok edilebilir, hatta kendileri de... Çünkü ben güçlüyüm, bu yapacağım herşeyi meşru kılar" dediğinde ve bu kişiler siyasi iktidarı eline geçirdiğinde neler olur? Dünya tarihi bu düşüncelere sahip kralların, devlet adamlarının, askerlerin ibret verici hikayeleri ile dolu.

Nazilerin 2. Dünya Savaşı arefesinde kendileri gibi düşünmeyen, kendi inandıklarına inanmayan veya kendilerine benzer olmayanları adım adım, önce toplum dışına itip, nihayette toptan yok etmeye varan eylemlerinin arkasında buna benzer bir söylem yatıyordu. Mağdur söylemi ile gücü ele geçirenlerin bir süre sonra kendilerinin zulmeden ve mağdur yaratan rolüne bürünmesi ne garip bir paradoks...

Naziler 2. Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde kendilerinden olmayanı marjinal boyutta "ötekileştirmeye" zaten son hızla başlamışlardı. Bunlar arasında kendilerine göre en büyük tehdit (hem çok oldukları hem de zamanın Almanyasının ekonomik güçlerini ellerinde tuttukları için) Yahudilerdi. Bu nedenle genelde "Yahudi Soykırımı= Holokost/Holocost" olarak bilinen soykırım, aslında toplumun Naziler gibi düşünmeyen her kesimini kapsıyordu: En büyük kaybı vermekle birlikte sadece Yahudiler değil, komünistler, bedensel ve zeka özürlüler, eşcinseller, çingeneler, hatta zaman içinde Lehler, Slavlar, nihayet karşıt görüşlü Almanlar da "soykırım" tanımının tam olarak hakkı verilerek, "sistematik" bir şekilde yok edildiler. Kaç milyon kişinin hayatını bu sistematik kıyımlarda kaybettiğinin kesin bir dökümü olmamakla birlikte, bu rakam bazı kaynaklara göre 15 Milyonun üzerindedir. Örneğin; zaten hükümetçe fişlendikleri için kayıtlarına nispeten kolay ulaşılabilen Yahudilerin 2. Dünya Savaşı öncesinde Kıta Avrupası üzerindeki nüfusları 4,5 milyon civarında iken, savaş sonrası bu rakam 500.000 lere inmiştir.

Bu "ötekileştirme" projesi, "arî" Alman ırkından olmadıkları halde Almanya'nın hertürlü zenginliğini ellerinde tutan, gerçek Almanların haklarını yiyen, sömüren Yahudi kökenli Alman vatandaşları yüzünden mağdur olduklarını iddia eden ve bu mağduriyeti telafi etmek sözüyle iktidara gelen, Adolf Hitler liderliğindeki Nasyonel SosyalistAlman İşçi Partisi (isimdeki paradoksa da ayrıca dikkat edilmeli sanırım) tarafından yürütülüyordu.

Naziler savaş öncesinde önce sarı yıldız takmaya, sonra gettolarda yaşamaya mecbur bırakarak "fişledikleri" insanları, savaşın başlamasıyla birlikte son sürat özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde inşa ettikleri pek çok çalışma kampına gönderdiler. Kamplar savaş boyunca Alman vatandaşlarına zaten hükümet tarafından manipüle edilen devlet yayınlarında bir tür "tatil köyü" olarak tanıtıldı. Bazı ari kökenli olmayan Alman vatandaşlarının, vatanlarına borçlarını ödemek için, gayet insani şartlarda, gönüllü olarak çalıştıkları, karşılığında devletlernin de onlara çok iyi baktığı propogandası yapılıyordu. O yüzden o kamplarda yaşana vahşetin boyutu ancak, Almanya savaşta resmen mağlup olduğunda ortaya çıktı.

Bu kamplardan bir tanesi "özel" öneme sahipti. Çünkü bu kamp o dönemde yapılmış kampların en büyüğü olmasının yanı sıra, resmi olarak bir "ölüm kampı", Nazilerin tabiriyle "Final solution to the Jewish question = Yahudi sorununa nihai çözüm" yeri idi. Buradan canlı çıkmak imkânsızdı.

Auschwitz Kampı, Polonya'da, Krakow 'a yaklaşık 70 km mesafede bulunan Oswiecim şehrinde bulunuyor. Auschwitz aslen Auschwitz, Birkenau ve Monowitz isimlerini taşıyan üç büyük kamptan oluşan bir yer. Auschwitz içlerinde en büyük olan. Bugün tamamı "mezarlık" olarak kabul edilen bir müze olarak, insanlık tarihinin en acı gerçeklerinden biriyle yüzleşmeye cesareti olan insanların ziyaretine açık. Göreceklerinize inanmakta zorlanacağınız garantidir. 2004 yılında yolum düşmüş oraya, daha doğrusu işimin uzaması nedeniyle kaçırdığım bir uçağın bana kazancı oldu burayı görmek... Ben "kazanç" diyorum, o zamandan sonra her basit sıkıntıda mızıldandığımda en azından "hakkım var mı acaba" diye sormama sebep olan tecrübelerden biri olduğu için... O zaman oraya gitmek istediğimi duyan Polonyalı meslekdaşlarım ise dehşete düşüp "İyi düşün. Biz bile gitmedik ve asla da gitmeyeceğiz" demişlerdi. Haklı olabilirler kendilerine göre, muhtemelen ailelerinde bu dehşeti doğrudan yaşamış olanlar vardı.

Auschwitz insanın insana neler yapabileceğinin yaşayan en somut örneği bana göre. O dehşet günlerinin izleri hala canlı çünkü. Öyle ki, aradan geçen 60 küsür yıla rağmen, ne şekilde ve hangi şartlarda öldürüldükleri anlaşılmasın diye cesetleri yok etmek amacıyla kurulan krematoryumlarda yakılan insanların küllerinin boşaltıldığı havuz hala dolu...

Auschwitz'in hikayesine tek tuşla ulaşabilirsiniz, ben burada kendi objektifime takılanların bir kısmını paylaşacağım sadece. Söz şimdi fotoğraflarda:

"Schindler's List" filminden burayı hatırlayabilirsiniz: Auschwitz'e yük vagonlarında getirilen yüzbinlerce insanın aç, susuz, hasta olarak günlerce süren seyahatleri sonunda, "son adresleri" olduğunu bilmeden ayak bastıkları ilk yer (raylar bir süre sonra bitiyor zaten, çünkü oraya girenler için o noktadan ötesi yok... )

Çok büyük bir alana yayılmış kampın, sözde "yatakhane" olan binalarından bazıları


Müze duvarları bu kampta ikamet (!) etmiş binlerce insanın, kampa giriş ve (ölmek suretiyle) çıkış tarihlerinin yazılı olduğu binlerce fotoğrafları ile kaplı. Yaşları ve cinsiyetleri ne olursa olsun hepsinin ortak noktaları, hiç birinin kampa girdikten sonra 2 aydan fazla yaşamamış olması...

Belki de en büyük acıları yaşamış olan çocuklar: Hem anne-babalarından ayrıldıkları için , hem de çoğu en acımasız tıbbi deneylerde canlı kobay olarak kullanıldıklarından...Ve kampa geldiklerinde üzerilerin olan kıyafetleri...

Kampa girenlerin giymek zorunda oldukları kıyafetler...

Binlerce insanın altalta üst üste yığıldıkları, şiltesiz ranzalar. Kampın ilk yıllarında içi samanlı dolu ve kaba kumaşla kaplı olsalar da şilte varmış. Sonra bu "aşağılık" varlıklara masraf yapılmaması gerektiğine karar verildiğinden, şilte olayı tümden kalkmış.

Tuvaletler... Yüzbinlerce insanın olduğu kampta tuvalet niyetine sadece bir kaç yüz "delik" yapılmış olduğunu, herkesin tuvalet ihtiyacını görmek için sabah ve akşam sadece bir kaç dakika hakkı olduğunu dikkate alarak bakın bu fotoya...

Kampın tamamını çevreleyen, esasen kimse kaçamasın diye yapılmış olan ama oradaki hayata daha fazla tahammül edemeyen pek çok mahkumun da üstlerine bilinçle atlayarak hayatlarına son verdikleri elektrikli teller.

Genelde diğer mahkumlara ibret olması için, mahkumların tamamen sudan bir gerekçeyle, hatta çoğu zaman gerekçesiz olarak asıldıkları dar ağacı.


Savaş sonunda, yenilen Nazilerin kaçarken kampta gerçekte neler olduğu anlaşılamasın niyetiyle havaya uçurmaya çalıştıkları, ancak çoğu ayakta kalan krematoryumlardan biri.

Naziler mahkumları yok ederken pek çok yöntem denediler: Önceleri kurşuna dizdiler. Kısa sürede bundan vazgeçildi, çünkü "aşağılık" varlıklar için kurşun harcamak gereksiz yere maliyet yaratıyordu. Üstelik kısa sürede pek çoğunu ortadan kaldırmaya yetmiyordu. Zaman içinde havasız bırakmak, asmak gibi pek çok alternatif yöntem denendi. Ama hiç biri "hem düşük maliyet hem de kısa sürede çok insanı yoketme" kriterlerini tam olarak karşılamıyordu. Derken kendilerince "mucizevi" çözümü buldular: Zyklon B verilerek aynı anda yüzlerce kişiyi öldüren gaz odaları... Müzede sayısız boş ziklon b kutularıyla dolu galeriler var. Tabii bunlar Nazilerin kampı terkettikleri tarihte ele geçenler sadece...

İlk girişte mahkumların ürküp, panik yaratmamaları için "duş" görüntüsü verilerek dizayn edilmiş gaz odalarından biri...

Ölüm Treninden inen herkese valizlerinin üstüne adlarını ve geldikleri yerlerdeki adreslerini yazmaları istendi. Çünkü kendilerine bavullarının sonradan, odalarına (!) gönderileceği söylendi. Zaten giderken yanlarına sadece bir bavul almalarına izin verilmiş insanlar, kendilerince en kıymetli ve en gerekli eşyalarını koydukları bu bavullara isimlerini yazdılar. Ama o bavullar asla sahiplerine ulaşmadı. Çünkü sahipleri artık bu eşyalara ihtiyaç duymayacakları bir yere gelmişlerdi. Trenden inenlerden en yaşlı, hasta, sakat ve zayıf olanlar dorudan gaz odalarına gönderilirken, kalanlar "ölümüne" çalıştırılmak üzere ayrıldılar. Bavullardaki eşyalar ise ayrı bir yerde titizlikle boşaltılıp tasnif edildi. Değerli eşyalar devlet malı olarak kaydedildi, kalanlar ya yağmalandı, ya geri dönüşüm için fabrikalara gönderildi ya da imha edildi. Geriye sadece hala sahiplerini bekleyen bu bavullar kaldı.

Ve sahipleri ölüme gittiği için artık giyilmeyecek milyonlarca çift ayakkabı...

Bedensel ve zihinsel özürlülerin zaten hiç bir şekilde yaşama hakkı olmadığına inanılıyordu. Onlar sadece kıymetli devlet kaynaklarını yiyen, sömüren asalaklardı. Dolayısıyla yaşlılarla birlikte, ölüme ilk gidecek olanlardılar. Onlardan geriye kalanların bir kısmı müzede görülebilir.




Kamptaki bir yazıt: "Nazilerin, Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden (gelen) çoğunluğu yahudi, yaklaşık bir buçuk milyon civarında erkek, kadın ve çocuğu öldürdükleri bu yer sonsuza dek bir çaresizlik çığlığı ve insanlığa uyarı olsun"