17 Şubat 2010 Çarşamba

BU GİNE BAŞKA GİNE (3) - SABIR TAŞI OLMAYI DENEYİMLEMEK

Okyanus kıyısında balıkçı kayıkları

Bir yerlerde ilkel toplumlarda zaman kavramının gelişmediği ve (en azından batı dünyasındaki gibi) algılanmadığı ile ilgili bir şeyler okumuştum. Akabinde Ekvator Ginesi’nde bu durumu tecrübe etme fırsatım oldu: Ekvator Ginesi’nde insanların zaman algısı "ultra" ağır, normal şartlarda saatle işi olmadıklarına eminim. Ama mesela bizler gibi yabancılarla bir program yaptıklarında bir zaman vermeye mecbur kalıyorlar (daha doğrusu onlar vermiyor , biz zorlaya zorlaya alıyoruz). Yalnız “bir Ekvator Ginesi saati” bizler için en iyi ihtimalle “5” veya “6” saate eşdeğermiş, bunu öğrendik:) Şaşmaz bir şekilde herşeyi en az 5-6 saat rötarla yapıyorlar, oda mecburlarsa. Yoksa, koyver gitsin... Sabırlı olmayı öğrenmek gerekiyor ama bu, inanın hiç kolay değil. Ciddi bir şekilde sabrınız sınanıyor bu ülkede... Bizim saatleri aşan, günlerle ifade edeceğimiz hatta hafta sınırına dayanan bekleme tecrübelerimiz oldu. Siz hiç bir otel lobisinde 9 saat birisinin gelmesini beklediz mi? Ve o birisi 4 saat gecikmiş olduğu halde her aradığınızda ısrarla "birazdan geleceğim" dedi mi? Bunu defalarca söylemesine rağmen hiç gelmediği oldu mu peki? Bizim oldu. Hem de pek çok kez... Otel resepsiyonunda birilerinin randevusuna gelmesini beklemek Ekvator Ginesi'ndeki en favori aktivitemiz oldu:)


Kaldığımız Otel Sofitel (ülkedeki o tarih itibariyle tek beş yıldızlı oteldi, sanırım şimdi bir kaç tane daha açıldı)

İngilizce’nin hiç bir anlam ifade etmediği, Fransızca’nın bir yere kadar işinize yaradığı böyle bir yerde İspanyolca bilmiyorsanız tam anlamıyla bir “hiçsiniz”. Ben sadece İngilizce bilirim, ekibimizde Fransızca bilen arkadaşımız sayesinde bir yere kadar durumu idare ettik ama bir yerden sonra, orada hizmetlerinden faydalandığımız meslekdaşım olmasa ne yapardık bilmem...


Malabo Limanı'na yaklaşam bir tanker

Ülkenin başkenti Malabo, ana karadan ayrı bir adada yer alıyor. Başkentte her yere yürüyerek ulaşabilirsiniz. Ada olması, asıl hareketin olduğu ana kara ile ulaşımları zorlaştırıyor. Her şeyin eski, derme-çatma ve güvenliksiz hissi verdiği böyle bir yerde ana karaya ulaşmak için ya en az 10 saatinizi gözden çıkarıp batacakmış hissi veren mini teknelere mülteciler gibi istifleneceksiniz, ya da tekneden sadece "biraz" daha güvenilir görünen pırpır uçaklara bineceksiniz. Uçakla ulaşım süresi 1 saate iniyor, o da eğer uçak vaktinde kalkarsa. Her ikisi için de bilet almış olmanız bu vasıtalara binebileceğiniz anlamına gelmiyor yalnız. Bu da o ülkenin gerçeği: Ne olursa olsun burada katı bir yönetim var, her zaman bazıları daha çok hakka ve imtiyaza sahip.

Diyelim ki biletiniz var, eğer o an bilmem ne bakanının karısının canı Malabo’dan Bata’ya gitmek istediyse ve uçakta yer yoksa, hanımefendiye yer açmak için uçağa güvenlik güçleri girip, gözlerine kestirdikleri insanları itiş-kakış uçaktan indiriyorlar. Bizim için “dehşetli”, orası içinse gayet olağan bir durum. Sıkıysa itiraz edin:)

Malabo'daki Başkanlık Saraylarından biri

Karayolu seyahatine kalkışmak ise tam anlamıyla bir “delilik”, bunu isteyene “deli” gözüyle bakıyorlar zaten. Biz de "ille de karayolu ile gezelim" diye yanıp tutuşmuyorduk ama şartlar gereği kendimizi böyle bir seyahati yapmaya mecbur bulduk, neden araçla yola düşmeye cüret edenlere “deli” dendiğini anladık:)

Her an her yerde karşınıza çıkan kertenkeleler, aile ferdi sayılıyor burada:)

Yağmur ormanları (inanın her zaman bu kadar sevimli ve cazip görünmüyorlar:))

15 Şubat 2010 Pazartesi

BU GİNE BAŞKA GİNE (2): GÜNLÜK HAYAT


Ekvator Ginesi halkı (yönetici sınıf dışında) yaşadığı dehşetli fakirliğe rağmen, genelinde “gamsız” ve “tasasız” bir halk. Bana kalırsa sebebi, bir grup Afrika halkına has genetik özelliklerin yanısıra, aynı Tanzanya’da olduğu gibi, henüz kapitalizmin nimetlerinden (ya da dertlerinde mi demeli?) tam olarak faydalanmıyor olmaları. Evet, çılgınca görgüsüz bir zengin sınıf var, ama halk sanırım henüz ben niye böyle değilim, ben de niye yok?” diye bir sorgulamaya ve akabinde hınç biriktirmeye başlamamış. Henüz “sahip olmak ve tüketmek” üzerine kurulu bir dünya görüşleri tam olarak oluşmamış (petrolün sebep olacaklarını görmek içinse henüz zaman var). Bunun belki de doğal bir sonucu olarak, tüm bu fakirliğe rağmen, ülkede kayıtlı suç oranı % 1’in altında. Hırsızlık, tecavüz, gasp, cinayet vb. gibi neredeyse istatiksel değer dahi taşımayan çok az sayıda kayıtlı suçun faili ise ülkeye petrol işinde ve maden ocaklarında çalışmak için gelmiş yabancı işçilermiş ( “kayıtlı olmayan” başka garip olaylardan ise sonra bahsedeceğim).

Afrika’nın yerel hayatı temelde doğa ile içiçe, mümkün olduğunca doğa ile uyumlu ve (bize göre)son derece basit bir yaşam sürmek üzerine kurulu. Binlerce yıl boyunca bu kültür neredeyse hiç değişmemiş. Bizlerin bu hayat algısını tam olarak anlayabilmesi çok zor, hatta neredeyse "imkânsız" diyebilirim. Eğer yeryüzünde ve evrende farklı boyutlar olduğuna inanıyorsanız, söyleyebileceğim Afrika insanı ile bizlerin kesinlikle aynı boyutlarda yaşamadığıdır. O nedenle anlamaya çalışmamak daha manalı bir çaba olabilir. Enerjiniz boşa gitmez, öylece, olduğu gibi kabul edin, gitsin... Bunu şimdi söyleyebiliyorum, oradayken epeyce anlamaya çabaladım, şaşırdım, isyan ettim:) Zaten herşeyi anlama çabası değil mi bizi içten içe kemirip bitiren? İnsanlara karşı hoşgörümüzü gereksiz yere yitirmemize sebep olan?
Halkın büyük çoğunluğu elektriği ve akan suyu olmayan tek göz ahşap barakalarda yaşıyor, eşya, mobilya gibi gereksiz detaylar yok hayatlarında (ilginçtir, evlerin çoğunda elektrik olmamasına rağmen, sokakta gördüğümüz pek çok insanda cep telefonu vardı). Bahçelerinde yetiştirdikleriyle ve ormanda yakaladıklarıyla besleniyorlar. Maymun ve farenin favori ve ucuz protein kaynakları olduğunu söylediler. Ben pazara gitmediğim için görmedim, ama orada yaşayan meslekdaşım maymun, fare ve bilumum ilginç hayvanı ve haşeratın yendiğini, kendilerini iplere asılmış halde sergilenirken orada-burada görmenin olağan olduğunu söyledi.

İlk dikkat çeken, şehirlerde çöp kutusu ve çöp toplama sisteminin olmaması (tahmin edebileceğiniz gibi, ayrıcalıklı zümrenin yaşadığı konutlar ve şehir merkezi hariç, foseptik sistemi de yok). Buna karşılık, bira şişesi dağlarını saymazsak, sağda solda yığılmış çöp de yok. Çünkü bu insanlar alışkanlıkları gereği (biraz da mecburiyetten) organik yaşıyorlar, çöp falan üretmiyorlar, hayatlarında süper marketten alınan ambalajlı tüketim maddeleri yok. Eski sahipleri olan İspanya’dan gelen biraların cam şişelerini de ne yapacaklarını bilememişler haliyle, bilemedikleri içinde bu şişeler orda burda mini dağlar oluşturmuş:)

Halkın hayatında çok önemli olduğu alenen belli olan iki şey var: Dans ve bira... Zaten dansetmeyi sevmeyen Afrikalı var mıdır? Ama bu insanlar kadar güzel dans edenini görmedim henüz. Ne kadar bana öğretmeye çalıştılarsa da pek başarılı olamadım. Ama kendimden geçe geçe seyrettim onları, kötü de olsa taklit ettim fırsat buldukça:) Sadece barlarda, gece klüplerinde değil, sokaklarda, köşebaşlarında, müzik sesi gelen evlerin içinde, sahilde ve kilise bahçelerinde danseden insanlar görmek gayet olağan bir durum bu ülkede. Gece klüplerinde ise tuhaf bir adet olarak, insanlar ayna karşısında kendilerini seyrederek dansediyordu, bu da ayrıca enteresan:)

Bir gün gittiğimiz okyanus kıyısında külüstür bir arabanın üzerine bağlanmış iki devasa hoparlörden yankılanan müzik eşliğinde çılgınca danseden kızlı-erkekli bir grup görmüş, o iki dev hoparlörün nasıl olup da o gençlerle birlikte aynı küçük döküntü arabaya sığdığını ve daha önemlisi niye buralara kadar taşındığını anlayamamıştım. Sonradan, şehir merkezinde bindiğimiz bir taksinin bagajında da adeta “yedek lastik” gibi böyle dev hoparlörlerin taşındığını gördüm. Fırsat buldukça arabaları kenara çekip, hoparlörleri teybe bağlayıp, dans etmeye başlıyorlarmış (örneklerini sonradan bolca gördük)...

Plajda eğlenen gençler

Orada yaşayan meslekdaşım müziğin ve biranın bu insanların hayatındaki "tek eğlence" olduğunu söyledi. Dansedebildikleri ve içecekleri biranın parasını o gün çıkardıkları sürece sorun yok. Günlük yaşanıyor. Bir yabancı şantiye müdürü maaşı dağıttıklarının ertesi günü hiç bir işçinin işe gelmediğini, zaten getirmeye de güçlerinin yetmediğini söylemişti. İşçiler “tam kadro” bira içmeye ve dansetmeye gidiyorlarmış, maaşlarının tamamını aynı gün içinde harcayarak...:)

Gittiğimiz plajda (ve sonra sıcak hava nedeniyle yarı çıplak dolaşan pek çok çocuk ve yetişkinde) gördüğümüz ve pek şaştığımız bir durumdan bahsetmek istiyorum: Belki genetik bir sebepten, belki kesim stilinden , belki de anti hijyenik doğum şartları nedeniyle insanların bir kısmının göbek deliklerinin dışa doğru iri (bazıları ceviz büyüklüğünde, bazıları daha da büyük) bombe yapmış olduğunu gördük. Bakması insanın içini bir hoş yapsa da, nasıl oluştuğunu kesinlikle anlayamadığımız bir durum.

Göbeğe dikkat!

Ve tabii ki çocuklar, her zamanki gibi dünya tatlısı... Hepsini mıncıklamak, sıkıştırmak, öpücüklere boğmak istedim... En çok etkilendiğim ise akşam saatlerinde şehirdeki her bir sokak aydınlatma lambasının altında ev ödevlerini yapmaya çalışan ya da kitap okuyan çocukların bulunmasıydı. Evlerin çoğunda elektrik olmadığı için, çocuklar akşamları lamba avına çıkıyor ödevlerini yapabilmek için... Akşam olunca her sokak lambasını bir minik öğrenci kapıyor, altı boş olan sokak lambası göremezsiniz.


Yedim ben bunları, yemeden önceki son görüntüleri:) (Sağ alttaki devasa göbek bombesini seçebildiniz mi?)

Ekvator kuşağındaki bu ülkede hava sıcaklığı, arada 3-5 derecelik sapmalar olsa da, tüm yıl aynı: 30 derece civarında puslu, aşırı rutubetli ve bunaltıcı. Buharlaşma çok yoğun olduğundan, güneş de pırıl pırıl parlamıyor, hep pusun, bulutların arkasından salıyor ışınlarını. Yağmur mevsimi sonrası sıtma yayan sivrisineklerin mevsimi başlıyormuş. Son ziyaretimiz bu döneme denk gelince, kalış süremiz de bağışıklık oluşturmaya yeterli olmadığından, antibiyotik kullanmamıza rağmen, oradakilerin tavsiyesi üzerine kısa kollu, deriyi açıkta bırakacak giysiler giymekten kaçındık. Denize falan da girmedik haliyle. Böylece rutubetli sıcağın insanın nefes almasını dahi zorlaştıran etkilerine bolca maruz kaldık.

Şehir merkezlerinde tam anlaşılmasa da, kırsaldaki tabiat nefes kesiyor.

10 Şubat 2010 Çarşamba

BU GİNE BAŞKA GİNE (1) – KİMDİR, NEDİR?

Ekvator Ginesi Bayrağı

Şu ana kadar tespit edebildiğim kadarıyla Dünya üzerinde “Gine” ismini taşıyan 4 tane ülke var: Gine, Gine Bissau, Papua Yeni Gine ve Ekvator Ginesi. Daha pek çok “Gine” olabilir, mitoz bölünerek çoğalıyor olabilirler, ben bu yazıyı yazana kadar bile sayıları artmış, verdiğim bu bilgiyi “eksik” hale getirmiş olabilirler:) Papua Yeni Gine dışındakilerin hepsi Afrika’nın Atlas Okyanusu kıyısında bulunuyor.

2008 yılında yolum iki kez Ekvator Ginesi’ne düştü. Adından anlaşılacağı gibi, Ekvator Ginesi ekvator çizgisinin hemen altında, eski bir İspanyol sömürgesi. Latin Amerika'da bulunan "Ekvador" ile karıştırılıyor sık sık. Yaklaşık 200 yıl süren sömürge devri 1968’de ülkenin bağımsızlığını ilan etmesiyle sona ermiş. Resmi dili İspanyolca. Biraz araştırmayla ulaştığım bilgilere göre bazı “en” li ünvanların da sahibi: Kıta Afrikasındaki nüfus bakımından “en küçük” ülke; Kıta Afrikasındaki “en küçük” Birleşmiş Milletler üyesi ve Dünya'da İspanyolca'nın konuşulduğu “en küçük” ülkeymiş (kaynak: vikipedi) .

Ülkenin başkenti "Malabo", gördüğünüz gibi, anakaradan "uzakça" bir adada bulunuyor. İşaretler gittiğim yerleri göstermekte.

Hep “en küçük” olacak değil, bir “büyük” değeri var ki, o sayede yeni yeni adını duyurmaya başlamış: Petrol. 1996’da bulunan petrol ülkenin kaderini farklı bir yöne itmiş. Ülkenin 1979’dan bu yana "cunta" yönetimi altında olduğunu söylüyor kaynaklar (bkz: vikipedi); pek çoğumuz “diktatörlük” diyebiliriz (bana sorarsanız bir nevi “kabile şefliği”, çünkü kabile gelenekleri halen ve cidden ağır basıyor ülkede). Bununla birlikte, resmi sıfatıyla “cumhurbaşkanı” nın bu denli sevilip sayıldığı başka ülke var mıdır, bilmem. Şimdi diyeceksiniz ki "korkudandır o sevgi":) O kadar detayı hakkında ahkam kesecek bilgi sahibi değilim, ama bu bilgiyi orada uzuuuun yıllardır yaşayan yabancılar da doğruluyor. Benim de gözüme ilk takılan kadın, erkek pek çok insanın üzerinde cumhurbaşkanının resimlerinin basılı olduğu çiçekli böcekli kumaşlardan yapılmış entariler giymekte olduğu:) Başkan da bu sevgiye layık olacak bir performans sergilemek gayretinde. Her ne kadar bu konuda henüz çok büyük yol katedilememiş olduğunu görsek de, ülkenin şantiye alanına dönmüş halinden iyi niyetli pek çok girişimin olduğunu ve bir kaç yıl sonra ülkenin silüetinin esaslı bir şekilde değişeceğini söyleyebiliriz. Sadece 10 yıl öncesine kadar kakaodan başka hiç bir ekonomik değeri olmayan bu ülkede petrolden gelen para ile ciddi bir yatırım hamlesi başlamış "görünüyor".

Fakat ben bu tür siyasi-ekonomik konulara girmek niyetinde değilim. Amacım, toplamda 3 hafta geçirdiğim bu ilginç ülkede kendi gözüme takılanları, "ilginç" tecrübelerimi paylaşmak. Şu ana kadarki hayatımın en renkli ve garip macerası oldu diyebilirim. Bu macerayı ise, affınıza sığınarak, ancak "7 bölüm"e sığdırabildim, yazsam yazacaktım daha, anlatacağım daha çoktu ya "yetsin bu kadarı" dedim bir noktada:) Umarım sıkılmadan okursunuz:)


Öncelikle; ülkede kıymetli "petrol rezervleri" olunca, ülke “sıkı” bir yönetimle yönetiliyor olunca, ülkenin tamamı “stratejik bölge” olarak kabul ediliyor olunca, fotoğraf çekmenin de “yasak” olduğunu söylesem bana inanır mısınız? Bu yasaktan habersiz çektiğim fotoğraflar ile bu yasağı öğrendikten sonra “yine de” kaçak-göçek çekmeye çalıştıklarım arasındaki fark bariz zaten:) Oradaki ex-pat meslekdaşımın yasak konusunda beni uyarması üzerine sekteye uğradı sanatsal faaliyetlerim. Bir başka ex-pat meslekdaşın bu yasağa uymadığı için 2 günü nezarethanede geçirdiğini öğrendim. Eh, ben ucuz kurtuldum:)

Diğer taraftan, kırsalda da (güvenlik güçleri olmasa bile) doğru dürüst fotoğraf çekemedim. Zira yerli halkın çoğunluğu, her ne kadar çoğunlukla "katolik hristiyan" olsalar da, hala yerel pagan inançlarını da korudukları için, fotoğraf çekilmesinden hiç ama hiç hoşlanmıyor, istemiyorlar, çekmeye cüret ederseniz esaslı ve korkutucu tepki variyorlar. Çünkü, ruhlarının o fotoğrafa hapsedildiğine inanıyorlarmış. Teşebbüslerimden birinde ben de sert tepki alınca tırstım, bir daha izin almadan yeltenmedim insanların fotoğraflarını çekmeye. Tabii görsel belge eksikliği burada anlatacağım bazı şeylerin “palavra” ve “abartı” olarak değerlendirilmesine sebep olabilecektir. Gelin görün ki kapı gibi şahitlerim var:)