27 Mayıs 2011 Cuma

BOZCAADA -2

Bozcaada'da kalacağımız mekanı neredeyse 2 ay önceden ayarladık. Adabahçe Pansiyon şehir merkezinde, mütevazı, tertemiz, her detayında sahiplerinin (çocukları dahil) el emeklerini görebileceğiniz bir yer. Tatillerde mümkün olduğunca tabanvay olmak prensibimiz, bu yüzden kalacağımız yeri de özellikle şehir merkezinde seçtik.

Ada'da olmak ilginç bir duygu, bizim ki kadar kısa bir sürede hissedilir mi bilmem, ama "ada basması" denen bir sendrom varmış, ana kara ile bağının olmadığını ve oraya kolay ulaşamayacağını idrak ettiğin, ruhen karamsarlaştığın zamanlarda insanın üzerine çöken...

O kısmını bilemem, ama Bozcaada harika, büyüleyici bir yermiş meğer. Bir defa, belki ada olmanın verdiği belli miktar izolasyon nedeniyle, mimari ve kültürel tahribat minimum. Ve yine aynı sebeple, "kendine özgülük" had safhada. Sık sık gözünüze çarpan detaylardaki özen ve yaratıcılık da bu kendine özgülüğün sonucu olsa gerek.
İşte "kendine özgülüğün" hoş örneklerinden biri: Ada Kitapçısının kapısında asılı tabela:)
Duvar boyayan kız
Detaycılıkta son nokta: Şarapların da süslenmeye hakkı var (iki katlı ve bol malzeme dolu bir dükkan olduğunu da belirteyim)
Mekan tabelaları da ayrı güzel...


Hemen dikkat çeken detaylardan biri kapılar: pek çok ev ve mekan kapısı özene bezene yapılmış ve boyanmış. Bir diğer gözlemim, hiçbir şeyden (kafe, bar, restoran, hediyelik eşya mağazası vs.) adamı bıktıracak ve dolayısıyla güzelliklerinin artık algılanamayacağı kadar çok olmaması (en azından şimdilik). Bunun geri dönüşü "kalite" ve "orjinallik" tabii.


Her biri ayrı dünyalara açılıyor kesin

Burada her fırsatta dile getiriyorum, keskin bir söylem olabilir ama bazı konularda keskin olmak iyidir: Kopya ve yağma kültürüne tahammülüm yok, bir zamanlar severek gittiğim pek çok şehir, mekan, mağaza vs. bu sebeple artık hayatımda özel bir yere sahip değil. Yabani ot gibi heryeri saran bu zevksiz ve yokedici, aynı zamanda sıradanlaştırıcı garip yaşam tarzının ülkemizde evrinerek (en azından) anti tezlerine yaşam alanı bırakacak olgunluğa ulaşmasına sanırım daha çok var. Bozcaada, şimdilik, ada olması sebebiyle bu yağmadan büyük ölçüde kurtarmış kendini. Umarım daha önce kurban verilenlerden ders alarak, özenli ve kontrollü bir şekilde sürdürür gelişimini.

Şu berraklığa bakar mısınız?
Buraya gelmemize sebep olan ve bu yıl ilk kez düzenlenen Uluslararası Bozcaada Yarı Maratonu sayesinde ada nüfusunda patlama olmuş. Konuştuğumuz ada sakinleri ilk defa bu tarihte bu kadar çok insanı adada gördüklerini söyledi. Haliyle ek feribot seferleri konmuş. Alev, Güçlü ve diğer koşucu arkadaşlarımız maratonu koşarken, koşmayan ekip olarak biz de şehir merkezinin keyfini sürdük. Bu arada önümüzdeki sene 10 kmlik parkura katılma yönünde bir prensip kararı da aldık:)
Alev maraton kayıt sırasına giderken.
İlk defa yapılan bu maratona 350'den fazla kişi katıldı. Üstelik büyük çoğunluğu Türkiye'nin değişik şehirlerinden gelmiş.
Ümit ve mutluluk verici bir durum.

Koşucumuz Start çizgisinde:)
(Alev kendi yaş grubunda 12. oldu, büyük başarı) Koşucular Start çizgisinde
Seyahatimiz kısa süreceği için adanın tamamını göremedik, ancak şehir merkezinde, gördüğümüz ve yaptığımız herşeyden keyif alarak, dolu dolu bir "2 gün" geçirdik. Bozcaada tertemiz enerjisiyle beni kış uykumdan uyandırdı, canlandırdı adeta.

22 Mayıs 2011 Pazar

BOZCAADA - 1


Kuşadası'nda büyümüş olduğumdan sanırım, ben deniz tatili denince hep Kuşadası ve daha güneyini anlar, aklıma daha yukarıdaki sahiller, şehirler hiç ama hiç gelmezdi. Senelerce böyle düşünmeye devam ettim. Alev hayatıma girene kadar... Alev de kendini bildi bileli Ayvalık-Altınova'da geçirmiş çocukluğunun ve gençliğinin o güzelim uzun yaz aylarını... Sayesinde önce Ayvalık civarını, sonra da biraz daha kuzeyi olan Assos'u gördüm. Aşık oldum memleketime,yurduma bir kere daha. Her tür yağmaya rağmen korumayı başardığı ve bir şekilde hep şaşırtmayı bildiği güzellikleri nedeniyle. Varabildiğimiz son nokta olmuştu Assos Kuzey Ege'de, ta ki geçen haftaya kadar...

13 Mayıs günü uzun bir aradan sonra tekrar bilmediğimiz yerleri keşfetme heyecanı ile yollara düştük dostlarla. Rotamız Bozcaada. Alev ve Güçlü bu kez ilk defa yapılacak Bozcaada Yarı Maratonu'na katılacaklar. Yani anlayacağınız, seyahatimizin amacı "hem ziyaret hem ticaret":) Bozcaada aslında belli bir kesim için çoktan keşfedilmiş, çok sevilen, bir süredir çok "tarz" bir yer. Sadece biz güney sevdamız nedeniyle biraz uzak ve "fransız" kalmıştık kendisine.

İnegöl'den itibaren Ege'nin mütevazi ama seyrine doyulmaz bol sürprizli maki bitki örtüsüne dönen doğa, özellikle Bandırma'dan itibaren buluştuğu billur mavi ile birlikte tam bir görsel şölene dönüştü.

Bu görsel şöleni "şok" hissiyle bölen ve hala aklımdan çıkmayan şeyse İnegöl'de bir kaç yüz metre arayla gördüğümüz garip cisimlerdi. Ben "garip cisim" diyorum ya, sanırım "heykel" niyetine dikilmişlerdi. Birbirinden "anti-ucube" iki garip cisim, ülkemizde baskın çoğunluğun sanattan ve estetikten ne anladığına dair çok anlamlı iki örnek oluşturuyor:

Kars'taki heykeller neden yıkıldı, şimdi anladınız mı? Yerine tercih edilen bunlar çünkü...


Yolda gördüğümüz bu iki "garip cismi" hariç tutarak, doğruyu söyleyim mi: Ben şaştım... Şaşkına döndüm... Evet denmişti bana (bize) Çanakkale ve civarı çok güzeldir diye, ama nedense pek ciddiye almamışım(/z). Sıcak seven biri olarak, kuzeyin serin, soğuk, bır bır olacağına dair ön yargım o kadar yoğunmuş ki burada saklı bir cennet olabileceği konusuna fazla kafa yormamışım.

Feribota bineceğmiz Geyikli sahiline geldiğimizde ben çoktan (öyle bir şey varsa) "Kuzey Ege Büyüsü" altına girmiştim.

Geyikli'nin uçsuz bucaksız, yeşille bütünleşen sahili ve neredeyse 50 metre öteden dibini görebildiğiniz pırıl pırıl denizi beni alıp 70'li yıllar ve 80'lerin başında bire bir aynı manzarının olduğu Söke ve Kuşadası'ndaki çocukluğuma götürdü.

Size bir şey söyleyim mi? Bunu bir ay kadar önce kardeşimle de konuştuk: Eğlenceli, huzurlu ve mutlu bir çocukluk geçirmek, bazen pek de iyi bir şey olmayabilir... Bizim çocukluğumuz böyle geçti. Bu sizi elbette güvenli ve hayata karşı "güvenir" ve "umutlu" bir insan yapar. Ancak tadını ilerleyen hayatınızda hep ararsınız, herşeyi o zamanların sizin zihin ve ruhunuzda bıraktığı o "ilk" tatla kıyaslarsınız. Referans güzel olunca, daha kötüsüne güdülenmeniz mümkün olmaz, ama adına "nostalji" denen, artık geçmişte kalmış güzel şeyleri sevgi ve hüzünle özleme pratiği yakanıza veya kuyruğunuza, ama illa ki bir yerinize yapışır...

Geyikli sahillerine vardığımızda ben yukarıdaki düşüncelere gömülmüştüm işte. Ama deniz ve doğa kimi filozof yapmaz ki...

Bozcaada'ya feribotla ulaşılabiliyor ve yaz tarifesi başlamadığı için feribot sayısı az. 19.00 feribotuna hedeflediğimiz gibi yetiştik. Hava, daha önce duyduğum uyarıların tersine, şeker gibi. Bozcaada yolcusu çok fazla, çoğunluk maraton amacıyla gelenler. Feribotu bekleyenler Geyikli sehilindeki kafelerde çoktan terlik-şort moduna geçmişlerdi. Hani serin olacaktı ya?
Feribottan görünen haliyle Geyikli Sahilleri

11 Mayıs 2011 Çarşamba

KIPIRDANMA

Fazla sustuk. Ama bazen yeni bir şeyler üretebilmek için biraz nadasa kalmak gerekiyor. Burayı görev gibi algılamayacağız diye söz vermiştik, şu anda sözün gereğini yapıyoruz sayın:) Tabii bizden çok daha iyi bilen büyüklerimizin bize zorla verdikleri araları saymıyorum.

Hiç bir zaman tek hedef, tek hobi insanı olamadım, olamadık. Veya yaptığı her ne ise onda ölümüne sebatkar... Çünkü hep ve her zaman dikkatimi/dikkatimizi (evet, bu konuda çoğul kullanmak zorundayım, çünkü Alev de benden çok farklı değil) daha çok çeken başka şeyler olur, hemen de tavlanırım(/zzz). Mesele heyecansa, gerisi teferruat diye özetlenebilir:)

Bazen de akışa bırakmak iyi gelir. Sürekli bir şeyler yetiştirmeye, üretmeye, sosyalleşmeye, herkese mavi boncuk dağıtmaya, herkese laf yetiştirmeye, her olaya görüş beyan etmeye... halin ve isteğin kalmayabilir, bazen Dünyanın senin herhangi bir müdahale etme çaban olmadan dönmesine razı olursun. Böyle olduğunda, az ses çıkarmak ve günü geldiği gibi yaşamak, sadece kendine ve sana iyi gelecek şeylere odaklanmak en iyisidir.

Yazma zamanı, hissediyorum, yani içim kıpırdanmaya başladı yeni yazılar için. Ama yazmak için malzeme lazım değil mi? O zaman malzeme toplamaya, yola çıkmalı.

Kısa bir seyahatin ardından gözlem ve hikayelerimizi paylaşmak için burada olacağız. Böylece, uzun süren suskunluk zincirini kırmak umudundayız.

Bu akşam sinema kanalında tesadüfen Victor Hugo'nun Sefiller romanının filmine denk geldik. Hayattaki asıl ve değişmez doğruların en berbat yanlışları yaparak öğrenilebileceğinin, öğrenilenlerin sadece kendinde değil, başkalarının hayatları üzerinde nasıl büyük ve anlamlı değişiklikler yaratabileceğinin, onurun, bağışlamanın, daha önemlisi insanların bireysel ve toplumsal değerlere ve özellikle özgürlüklerine başkalarından merhamet bekleyerek değil, ancak bilfiil kendileri eyleme geçerse sahip çıkabileceklerinin toplu gösterimi gibiydi.