
Ekvator Ginesi halkı (yönetici sınıf dışında) yaşadığı dehşetli fakirliğe rağmen, genelinde
“gamsız” ve
“tasasız” bir halk. Bana kalırsa sebebi, bir grup Afrika halkına has genetik özelliklerin yanısıra, aynı Tanzanya’da olduğu gibi, henüz kapitalizmin nimetlerinden (ya da dertlerinde mi demeli?) tam olarak faydalanmıyor olmaları. Evet, çılgınca görgüsüz bir zengin sınıf var, ama halk sanırım henüz
“ben niye böyle değilim, ben de niye yok?” diye bir sorgulamaya ve akabinde hınç biriktirmeye başlamamış. Henüz
“sahip olmak ve tüketmek” üzerine kurulu bir dünya görüşleri tam olarak oluşmamış (petrolün sebep olacaklarını görmek içinse henüz zaman var). Bunun belki de doğal bir sonucu olarak, tüm bu fakirliğe rağmen, ülkede kayıtlı suç oranı % 1’in altında. Hırsızlık, tecavüz, gasp, cinayet vb. gibi neredeyse istatiksel değer dahi taşımayan çok az sayıda kayıtlı suçun faili ise ülkeye petrol işinde ve maden ocaklarında çalışmak için gelmiş yabancı işçilermiş (
“kayıtlı olmayan” başka garip olaylardan ise sonra bahsedeceğim).
Afrika’nın yerel hayatı temelde doğa ile içiçe, mümkün olduğunca doğa ile uyumlu ve (bize göre)son derece basit bir yaşam sürmek üzerine kurulu. Binlerce yıl boyunca bu kültür neredeyse hiç değişmemiş. Bizlerin bu hayat algısını tam olarak anlayabilmesi çok zor, hatta neredeyse "imkânsız" diyebilirim. Eğer yeryüzünde ve evrende farklı boyutlar olduğuna inanıyorsanız, söyleyebileceğim Afrika insanı ile bizlerin kesinlikle aynı boyutlarda yaşamadığıdır. O nedenle anlamaya çalışmamak daha manalı bir çaba olabilir. Enerjiniz boşa gitmez, öylece, olduğu gibi kabul edin, gitsin... Bunu şimdi söyleyebiliyorum, oradayken epeyce anlamaya çabaladım, şaşırdım, isyan ettim:) Zaten herşeyi anlama çabası değil mi bizi içten içe kemirip bitiren? İnsanlara karşı hoşgörümüzü gereksiz yere yitirmemize sebep olan?
Halkın büyük çoğunluğu elektriği ve akan suyu olmayan tek göz ahşap barakalarda yaşıyor, eşya, mobilya gibi gereksiz detaylar yok hayatlarında (ilginçtir, evlerin çoğunda elektrik olmamasına rağmen, sokakta gördüğümüz pek çok insanda cep telefonu vardı). Bahçelerinde yetiştirdikleriyle ve ormanda yakaladıklarıyla besleniyorlar. Maymun ve farenin favori ve ucuz protein kaynakları olduğunu söylediler. Ben pazara gitmediğim için görmedim, ama orada yaşayan meslekdaşım maymun, fare ve bilumum ilginç hayvanı ve haşeratın yendiğini, kendilerini iplere asılmış halde sergilenirken orada-burada görmenin olağan olduğunu söyledi.

İlk dikkat çeken, şehirlerde çöp kutusu ve çöp toplama sisteminin olmaması (tahmin edebileceğiniz gibi, ayrıcalıklı zümrenin yaşadığı konutlar ve şehir merkezi hariç, foseptik sistemi de yok). Buna karşılık, bira şişesi dağlarını saymazsak, sağda solda yığılmış çöp de yok. Çünkü bu insanlar alışkanlıkları gereği (biraz da mecburiyetten) organik yaşıyorlar, çöp falan üretmiyorlar, hayatlarında süper marketten alınan ambalajlı tüketim maddeleri yok. Eski sahipleri olan İspanya’dan gelen biraların cam şişelerini de ne yapacaklarını bilememişler haliyle, bilemedikleri içinde bu şişeler orda burda mini dağlar oluşturmuş:)
Halkın hayatında çok önemli olduğu alenen belli olan iki şey var: Dans ve bira... Zaten dansetmeyi sevmeyen Afrikalı var mıdır? Ama bu insanlar kadar güzel dans edenini görmedim henüz. Ne kadar bana öğretmeye çalıştılarsa da pek başarılı olamadım. Ama kendimden geçe geçe seyrettim onları, kötü de olsa taklit ettim fırsat buldukça:) Sadece barlarda, gece klüplerinde değil, sokaklarda, köşebaşlarında, müzik sesi gelen evlerin içinde, sahilde ve kilise bahçelerinde danseden insanlar görmek gayet olağan bir durum bu ülkede. Gece klüplerinde ise tuhaf bir adet olarak, insanlar ayna karşısında kendilerini seyrederek dansediyordu, bu da ayrıca enteresan:)
Bir gün gittiğimiz okyanus kıyısında külüstür bir arabanın üzerine bağlanmış iki devasa hoparlörden yankılanan müzik eşliğinde çılgınca danseden kızlı-erkekli bir grup görmüş, o iki dev hoparlörün nasıl olup da o gençlerle birlikte aynı küçük döküntü arabaya sığdığını ve daha önemlisi niye buralara kadar taşındığını anlayamamıştım. Sonradan, şehir merkezinde bindiğimiz bir taksinin bagajında da adeta
“yedek lastik” gibi böyle dev hoparlörlerin taşındığını gördüm. Fırsat buldukça arabaları kenara çekip, hoparlörleri teybe bağlayıp, dans etmeye başlıyorlarmış (örneklerini sonradan bolca gördük)...
Plajda eğlenen gençler
Orada yaşayan meslekdaşım müziğin ve biranın bu insanların hayatındaki "tek eğlence" olduğunu söyledi. Dansedebildikleri ve içecekleri biranın parasını o gün çıkardıkları sürece sorun yok. Günlük yaşanıyor. Bir yabancı şantiye müdürü maaşı dağıttıklarının ertesi günü hiç bir işçinin işe gelmediğini, zaten getirmeye de güçlerinin yetmediğini söylemişti. İşçiler “tam kadro” bira içmeye ve dansetmeye gidiyorlarmış, maaşlarının tamamını aynı gün içinde harcayarak...:)
Gittiğimiz plajda (ve sonra sıcak hava nedeniyle yarı çıplak dolaşan pek çok çocuk ve yetişkinde) gördüğümüz ve pek şaştığımız bir durumdan bahsetmek istiyorum: Belki genetik bir sebepten, belki kesim stilinden , belki de anti hijyenik doğum şartları nedeniyle insanların bir kısmının göbek deliklerinin dışa doğru iri (bazıları ceviz büyüklüğünde, bazıları daha da büyük) bombe yapmış olduğunu gördük. Bakması insanın içini bir hoş yapsa da, nasıl oluştuğunu kesinlikle anlayamadığımız bir durum.
Göbeğe dikkat!
Ve tabii ki çocuklar, her zamanki gibi dünya tatlısı... Hepsini mıncıklamak, sıkıştırmak, öpücüklere boğmak istedim... En çok etkilendiğim ise akşam saatlerinde şehirdeki her bir sokak aydınlatma lambasının altında ev ödevlerini yapmaya çalışan ya da kitap okuyan çocukların bulunmasıydı. Evlerin çoğunda elektrik olmadığı için, çocuklar akşamları lamba avına çıkıyor ödevlerini yapabilmek için... Akşam olunca her sokak lambasını bir minik öğrenci kapıyor, altı boş olan sokak lambası göremezsiniz.

Yedim ben bunları, yemeden önceki son görüntüleri:) (Sağ alttaki devasa göbek bombesini seçebildiniz mi?)
Ekvator kuşağındaki bu ülkede hava sıcaklığı, arada 3-5 derecelik sapmalar olsa da, tüm yıl aynı: 30 derece civarında puslu, aşırı rutubetli ve bunaltıcı. Buharlaşma çok yoğun olduğundan, güneş de pırıl pırıl parlamıyor, hep pusun, bulutların arkasından salıyor ışınlarını. Yağmur mevsimi sonrası sıtma yayan sivrisineklerin mevsimi başlıyormuş. Son ziyaretimiz bu döneme denk gelince, kalış süremiz de bağışıklık oluşturmaya yeterli olmadığından, antibiyotik kullanmamıza rağmen, oradakilerin tavsiyesi üzerine kısa kollu, deriyi açıkta bırakacak giysiler giymekten kaçındık. Denize falan da girmedik haliyle. Böylece rutubetli sıcağın insanın nefes almasını dahi zorlaştıran etkilerine bolca maruz kaldık.
Şehir merkezlerinde tam anlaşılmasa da, kırsaldaki tabiat nefes kesiyor.