29 Mayıs 2009 Cuma

YUNAN ADALARI -1 : ADA SAHİLLERİNDE BEKLİYORUM...


Türkiye’de yaşayan kimi biraz karıştırsan, kökünden çeşit çeşit renk çıkar. Eh ne de olsa sonuncusu 600 yıl hüküm sürmüş, ondan önce de çoook uzaklardan geze geze Anadolu’ya gelmiş, oradan dünyanın pek çok yerine el atmış atalarımız var.

Benim baba tarafım Girit, anne tarafım Arnavutluk kökenli. Özellikle baba tarafım Akdeniz –Ege kültürünü fazlaca yansıtan bir aile oldukları için, Girit kökenini büyürken daha fazla hissettim. Tabii bunda, büyüdüğüm yer olan Söke’nin yerli halkının büyük kısmının da Girit (ve diğer civar adalar) kökenli olmalarının etkisi vardır. O zamanlar tüm Türkiye’nin aynı şekilde yaşadığını sanıyordum, sonradan anladım ki pek öyle değil. Her bölgenin, şehrin kendine has kültür ve alışkanlıkları var. Bir Avrupa ülkesi gibi homojen değilmişiz. Kültürel renklilik çok güzel bir nimet, kültürler birinin diğerinden daha üstün olduğunu iddia etmedikçe ve diğerini yok etmeye çalışmadıkça... Bunu da Türkiye'de yaşayan insanlar yeni öğreniyor.

Belki bu kökler sebebiyle, belki de daha Türkiye’de henüz “renkli yayın” bilinmezken babamın heves edip Almanya’da çalışan bir vatandaştan satın aldığı renkli televizyonda “ille de renkli seyredeceğiz” diye 2 yıl (81-83 arası) sadece Yunan TV’si izlediğimizden, Yunan kültürüne sempati duydum. Sempati denen duygu genelde benzerlikten doğar, ben de Yunan kültürü ve insanlarıyla pek benzer olduğumuzu ilk bu TV yayınlarından keşfettim: Onların TV kanalları da Yunan milli marşı ile açılır, aynı şekilde kapanırdı. İnsanların tiplerini Türk tipinden, özellikle Ege’de görmeye alışkın olduğum insan tipinden ayırmak mümkün değildi. Halk oyunları bizim bildiklerimize çok benzerdi, hatta bazı melodiler, nidalar ortaktı. Bizim rakı gibi uzoları, bizim mezeler, yemekler gibi mezeleri, yemekleri, benim nineme çok benzeyen nineleri, büyükanneleri vardı. Hatta Türk kahvesi içiyorlardı:) Çok uzun zaman aynı coğrafyada içiçe, dipdibe yaşamış insanların birbirine benzemesi ve birbirlerini etkilemesi kaçınılmaz, Ege’nin karşı kıyılarında yaşayan insanların durumu tam da bu.

Malumunuz, Yunan Adaları turları en popüler gezi rotalarından biridir. Hele Türkiye’den gitmesi çok kolaydır. Bir haftada neredeyse tüm adaları görebilirsiniz. Fakat Alev ve ben de ortak olan içgüdüsel bir davranış modeli var: Bir şeyin “in” olanından, "trend” olanından, “aşırı popüler” ve “pek bilindik” olanından kaçmak, o şey (her ne ise artık) artık, “in”, “trend”, “aşırı popüler” ve “pek bilindik” olmayana kadar mesafeli durmak şeklinde... Bu davranış modeli, ister istemez sizi başka alternatifler yaratmaya itiyor ve bize haz veren pek çok keşfi de bu şekilde yaptık diyebilirim. Velhasıl, bu sebepten, senelerdir “Santorini-Mikanos-Rodos” şeklinde veya benzer kombinasyonlarla sunulan Yunan Adaları turlarına hiç itibar etmedik. Her birinin birbirinden güzel, keyifli ve huzurlu olduğunu giden herkesin teyit etmiş olmasına rağmen... Fakat daha ne kadar bekleyecektik bu güzel adaları görmek için? O kadar güzeldiler ki böyle giderse biz ölene kadar zaten hep “in” olacaklardı.

Fırsat, en pratik ve bizim isteğimize en uyacak şekilde çıktı karşımıza geçen yaz: Türkiye ve Yunanistan arasındaki özel bir anlaşma ile Türk vatandaşlarına Yunan Adaları’na Schengen vizesi ile gidebilme imkânı yaratıldı son 2 senedir (Yunanistan Türklere Schengen’den ayrı, özel vize uyguluyor da...). Biz de bu imkândan yararlanıp, 2008 yazında günübirlik de olsa Yunan Adaları’nın ennnnnn az bilinen ve pek popüler olmayan iki tanesi Samos (Sisam) ve Meis’i (Kastelorizo) görebildik. Günübirlik olması “yahu ne görülecek bir günde ?” sorusunu sordurmasın, zira özellikle Meis o kadar küçük ki ada tavafınızı araçla azami 1 saat içinde tamamlamak olası:) Feribot fiyatı iki yerde de hemen hemen aynıydı: gidiş-dönüş 40€.

Sisam, benim doğduğumdan bu yana yaz tatillerini geçirdiğim Kuşadası’nın tam karşısında, bizim çocukken, sayesinde renkli yayın yapan Yunan TV yayınlarını izleyebildiğimiz bir ada. 35.000'e yakın nüfusu ile Yunan adalarının kalabalık olanlarından. Aynı zamanda adalar içinde en verimli toprakların da sahibi. En çok üzümü meşhur, bol miktarda bağ var.
Sisam Adası, Kuşadası sahillerinden bakıldığında küçük görünüyor ama yanına gidince anlıyorsunuz ki o kadar da küçük değil. Araçla, bir günde tüm adayı rahat rahat gezebilirsiniz. Sisam Adası’nı size “Ayvalık’ın daha bakımlısı” olarak tanıtabilirim. Gerçekten de gider gitmez kapıldığımız his bu. Hatta ben küçükken Söke de geniş bahçeli, buradakilere benzer büyük, müstakil evlerden oluşurdu. Yıllarca da evleriyle meşhur olmuş bir şehirmiş, eskiler öyle der. Şimdi % 95'i yıkıldı, yerlerine sevimsiz apartmanlar yapıldı:(


Sisam'ın ennn eski, İzmir Kordonu'nun da ennnn eski haline benzeyen sahil caddesi

Söke, pardon, Sisam Evleri...


Yunanlılar’ın pek güzel becerdiğini biz neden beceremiyoruz acaba? Bir de bunu düşündüm haliyle... Sahip olduklarının kıymetini bizden çok daha iyi bildikleri kesin. Sisam, diğer popüler Yunan Adaları kadar olmasa da, turistik bir yer. Epeyce turist geliyor. Ama hiç kimse daha çok turist gelsin diye 100-150 yıllık taş binaları yıkıp yerine 8 katlı otel inşa etmemiş, etmiyor... O evler her sene elden geçiyor, minik pansiyonlar, butik oteller olarak hizmet veriyorlar. Varolan bir kaç otel de adanın silütetini bozmayan, alçak binalar. Şehir merkezinde yollar trafiğe kapalı, araç gürültüsü yok, çarşısındaki esnaf kapısı önünde müşteri avına çıkmıyor, yoldan geçen turistleri taciz etmiyor, pazarlık da yok haliyle çünkü her mal hakkettiği fiyatın etiketini taşıyor. Çarşı da herhangi bir dükkandan gelen radyo ya da müzik sesi dahi yok. Çünkü turistik bir kasabada bunlar doğal olarak yasak, çünkü insanlar buraya kafa dinlemeye, huzur bulmaya ve buraya has “otantik” bir şeyler yaşamaya geliyorlar.


Şehir Meydanı

Bunları görünce Kuşadası çarşısının can hıraş, bağır çağır ve artık iyiden iyiye kalitesizleşen hali geliyor gözümün önüne. Konumuz Kuşadası değil tabii. Fakat, Kuşadası’nda büyümüş biri olarak bu güzel minik kasabanın Ege’nin en güzel, kaliteli ve huzurlu sahil kasabalarından biriyken, yıllar içinde nasıl metamorfoza uğrayıp, canavara dönüştüğüne şahit olduğumdan , bu durumun bana verdiği üzüntü başkalarına verdiğinden fazla.

Yunan Adaları, ve en basitinden Sisam, eldeki imkânı daha çok kazanacağım diye yok etmeden de turizmden gelir elde edileceğinin iyi bir kanıtı. O nedenle Yunanistan’ın, İtalya’nın, Fransa’nın turizm geliri hiç azalmıyor. Bizim ki gibi borsa eğilimi göstermiyor. Eskiyi koruyarak ve “oraya has” olanı özenle pazarlayarak, bu işten senelerdir artan oranda gelir elde etmeye devam ediyorlar, o yüzden markalaşıyorlar. Tabii turizmden ne anladığınız da burada önemli oluyor. Bizimkilerin anladığının “cümbür cemaat, bol gürültülü, darmadağın mesire yeri eğlencesi” olduğu kesin. Yoksa sahil şeridini ve tüm turistik kasabalarımızın itinayla beton mezarlığına dönüştürülmesine, isteyenin istediğini yapmasına izin vermezlerdi.

Sisam’da hemen dikkatimizi çeken, insanların Türk olduğunuzu duyunca gösterdikleri ilgi oldu. “Nasıl olur? Yunanlılar bizi sevmez ki...” demeyin. Gerçi kara Yunanistan’ı için aynı şey her zaman söylenemeyebilir, fakat özellikle Türkiye’ye yakın ada halklarının, Türkiye ile olan organik bağları nedeniyle, bizlere hala sempati duydukları bir gerçek. Sisam’da dükkanlarına uğradığımız esnaf hemen bildikleri Türkçe kelimelerle konuşmaya, ailelerinden kimlerin Türkiye’den buraya göçtüğünü anlatmaya başladılar. “Kuşadası, İzmir güzel” diyorlardı, ama konuşunca anladık ki burada “güzel” diyerek aslında sakin, hele kış aylarında iyiden iyiye ıssız olan adanın tersine, oraların hareketliliğini ve imkânlarını kastediyorlar:) İnsanların konuşma şekilleri, yüz mimikleri ve tabii fizikleri bizimkilere çok benziyor, tek farkYunanca konuşuyor olmaları.

Sisam gezimizi canım kardeşim, artık onu da kardeşim olarak kabul ettiğim eniştem ve canım yeğenimle birlikte yaptık. Kardeşim ve eniştem tam birer gurmedirler. Kardeşim mutfakta çok başarılıdır. O nedenle onların seyahatlarinin belli bir kısmı mutlaka gurme keşiflerine ayrılır. Onları görünce ben de azıtırım tabii:) Haliyle bizimkiler Yunan mutfağı ile ilgili biraz araştırma yapmak istedi. O nedenle minik şehir merkezinde girilmedik market, manav, mandra, pastane, baklavacı, fırın, kuru kahveci, içki dükkanı vb. bırakmadık. Tabii hiç birinden elimiz boş çıkmadık. El kol sallayak geldiğimiz Sisam’ı terkederken içleri tıka basa Yunan yiyecekleriyle dolu bir adet tekerlikli pazar çantasının ve 3 adet büyük boy spor çantasının sahibi idik:) Özellikle tekerlikli kırmızı pazar çantası o kadar işimize yaradı ki, feribotu beklerken kardeşim, eniştem ve ben hakkında 30 dk kadar konuşmuşuz. Yeğenim "offfff sıkıldım beee, yarım saattir bir çanta hakkında konuşuyorsunuz, dünyanın en sıkıcı insanlarısınız" demese devam da edecektik sanırım:) Ehh, biz de biraz yaşlanmışız galiba:)

Kırmızı pazar çantası muhabbetinden acaip sıkılmış bir yeğen:)

Hak yemeyelim, baklava hariç, aldığımız her şey birbirinden güzel çıktı. Baklava konusunda biraz daha Türkler’den tavsiye almalılar ama:)

Cacıki ve meşhur Yunan birası Mythos


Binbir çeşit uzo


Market

Adanın etrafında birbirinden güzel ve suyu billur gibi olan plajlar var, fakat biz günübirlik geldiğimizden bu sefer sadece şehir merkezinde gezmeyi tercih ettik.

Yunanlılar özellikle meze işinde çok iyiler. Yediğimiz herşeyin lezzeti yerindeydi. Ve inanmayacaksınız, hayatımızdaki en lezzetli kokoreçi de burada yedik:) Hani Avrupa Birliği kokoreçi yasaklamıştı?:) Yemek isimleri “cacıki” , “dolmaki”, “musakka” şeklinde, yabancılık çekmiyorsunuz. Sanki her Türkçe kelimeye bir “ki”takısı eklerseniz Yunanca derdinizi anlatabileceğiniz fikrine kapılıyorsunuz. Bu fikre çok kapılan Uğur garsondan “kürdanaki” ve “çatalaki” bile istedi:)

Ada konsepti edebiyatta ve sinemada değişik metaforların konusu olmuştur hep. Çağrıştırdığı ıssızlık, ana parçadan kopukluk ve belki bu yüzden mahsunluk ve yine aynı sebepten özgünlük, sanatçılara ilham olur. Ve tam da bu sebeplerden, sıkıcı değil, çok çekicidir.

Limandan şehrin görüntüsü

Sisam’da uzun süre yaşayabileceğime ve orayı kendi memleketim gibi benimseyebileceğime kanaat getirdim ben. İlerleyen yıllarda orada bir kaç gün de olsa kalmak isterim, çünkü feribotumuz 17.00’da limandan ayrıldığı için asıl şenliğin olduğu gece hayatını gözlemleme imkanımız olmadı. Yine de o kısıtlı zamanda gördüklerimizin ruhumuzu çok mutlu ettiğini rahatlıkla söyleyebilirim.

12 yorum:

Adsız dedi ki...

başakcım her zamanki gibi çok akıcı çok hoş bir yazı olmuş. arayı uzatmamana çok seviniyorum. bende de görme isteği yarattı bu şirin adalar. özellikle yemek kısmı ile ilgilendim nedense:)) bu arada 1 kg. aldım haberin olsun:)

Basak dedi ki...

Dilaracım tavsiyelerini dinliyorum:) Şartlar zorlamadıkça artık arayı açmayacağım. Bende fazladan 3 kg var, istersen onları da vereyim sana:)

Ateş Böceği dedi ki...

Böyle bir anlatımla isnanın kendisini ışınlayası geliyor oralara muhteşem .Daha önce de söylerle yunanalılarla bizim kültürümüz artık bir birine karışmış diye bakmayın düşman gibi göründüğümüze bizler onlarla aynı ağacın farklı dallalrıyız sonuçta aynı kökten besleniyoruz değilmi

sevgilerimle

Basak dedi ki...

Ateş Böceğim; düşmanlık hikayesi politik sebeplerle, iki toplumun da canı yanmış geçmişte. Ama evet, öz aynı öz, insan her yerde insan.

Handan dedi ki...

kıskandım!

Feride Nizamettin dedi ki...

Ben 3-4 sene kadar önce arabayla Gümülcine'ye gitmiştim. Oralarda Türk nüfus çoğunlukta zaten. Temiz, bakımlı güzel Ege köyleri gibiydi. Daha temizi, daha bakımlısı tabii:)

Bir seferinde de Atina'ya gitmiştim. Bir marketten alışveriş yaparken Türkçe konuştuğumuzu duyan market sahibi hemen geldi, kendi ailesinin Amasya'dan yıllar önce göçettiğini anlattı. Kırık dökük, takır tukur bir Türkçeyle bizle konuştu, ağladı. Olan hep sıradan halka oluyor bu siyasetçilerin hırsı uğruna. Bir de çok enteresan birşey söyledi. Anadolu'dan Yunanistan'a göç edenler, Yunanistan kız almazmış, sadece Anadolu'dan gelen ailelerden kız alırmış. Şimdi yavaş yavaş değişiyordur tabii bu durum ama bunu duyunca çok tuhaf olmuştur. Köklerinden zorla koparılmalarına rağmen tutunmak için umutsuzca çırpınıyorlar insancıklar.

cakiltasi dedi ki...

Güneşli güzel bir İstanbul sabahından günaydın:)
Çok güzel anlatmışsın başak. Ahhh o kanayan yara eskiyi koruyamamak. İnsan diyor ki heralde artık akıllanmışlardır. Yıkmazlar eski binaları derken. Ankara'da kaldığım azıcık vakitte gene yıkımları gördüm. Minicik sevimli evlerden ne isterler??? Ne istedikleri belli de işte öyle sordum.
Benim en büyük hayalim zengin olup evleri yıkmak ya yani blogumda yazmıştım belki okumuşsundur.Geçen İngilizce ödevimde bu hayalimden bahsetmiştim. Hoca ile gülme krizine girdik. En büyük hayalim yıkıp yerle bir etmek diyince:)

Benim de gidesim geldi. Limandan adanın görünen resmi çok güzel. En azından eskiden bizim şehirler de böyleymiş diyebiliyoruz. Hiç öyle değildi demektense. Bu aralar Polyanna bedenime girdi:)

Zevkli geziler.
Sevgiler.

Basak dedi ki...

Handancım hakikaten gezeni ben de kıskanırım, ne yalan söyleyim:) Bu yakın adalar gitmek gerçekten çok kolay, ve bu adalar gayet hesaplı...

Basak dedi ki...

Pisikocuğum , bugüne kadar tanıdığım Yunanlılarla sohbetten, bu mübadele olayında canları en çok yanan, gözü daha çok arkada kalanın onlar olduğu hissine kapıldım ben de... İçtenlikle özlüyorlar buraları...

Basak dedi ki...

Çakıştaşı, sen çok yaşa:)))) Fikirlerine hastayım, böyle yaratıcı fikirlerin destekçisiyim. Zengin olunca bana haber et, ben de aktif görev alayım:)) Bir gün diyorum (ömrümüz vefa ederse:)), belki görürüz, düşünsene turizmde otantizm ve doallığın ön plana çıktığını, Türkiye'nin 1940-50 li yıllardaki görüntüsüne büründüğünü... Müteahhitlerin iki katlı taş bina yapmak için 29 katlı otelleri yıktığını:)))))

Handan dedi ki...

çok iyi demişsin ben de sadece gezenleri kıskanırım bora beyi de kıskanıyorum mesela
eh herkesin kıskançlığı başka;)

Basak dedi ki...

zararsız bir kıskançlık türü:)