18 Nisan 2010 Pazar

BU GİNE BAŞKA GİNE (6) : İLGİNÇ BİR UÇAK YOLCULUĞU


Karayolu seyahatimiz riskliydi, ama kesinlikle askeri kargo uçağıyla yaptığımız seyahatten daha “renkli” değildi. Çok fazla belirsizliğin ve keyfiliğin olduğu bu ülkede kargo uçağı bile olsa, askeri uçağa binmek çok daha güvenilir geldi bize. Uçak Ukrayna'dan yeni alınmış, uçuş mürettebatı Ukraynalı, kabinde ise eğitim amacıyla bir tane yerli asker bulunuyordu. Bir de hayatta ilk kez askeri uçağa binecek olmanın heyecanına da kapıldık . Bu nedenle Malabo’dan Bata’ya yolcu olarak sadece derin dondurucuların ve bizim olduğumuz askeri kargo uçağı ile gitmek konforlu olmasa da gayet eğlenceli olmuştu bizim için. Havamızdan yanımıza varılmıyordu, hatta askerlere göstermeden, ama pilotlarımızın iznini alarak, fotoğraf bile çektik uçakta “sonradan havamız olur” diyerek. Daha önce belirttim, bu ülkenin tamamı (petrol nedeniyle) "stratejik" kabul ediliyormuş, o yüzden fotoğraf çekmek yasak, yani bir polis ya da asker çektiğiniz görürse keyfinizi epey kaçırabilir.

Malabo'dan Bata'ya giderken, uçağa binmeden kısa süre önce gizlice çektim bu fotoyu.

Malabo'dan Bata'ya giderken Zina ve ben ilk kez askeri uçağa biniyoruz diye sevinçli pozlar vermişiz, oysa sadece bir kaç gün sonra, aynı uçaktaki surat ifadelerimizin hali daha görülmeye değerdi. Ne yazıkki o ifadeleri kayda almayı isteyecek kadar bile enerjim kalmamıştı:)

Dönüşte aynı uçakla Malabo’ya döneceğimizi öğrenince de çok sevindik haliyle. Hatta Mongomo ve Bata'da feci geçen 3 günden sonra sağsalim havaalanına ulaşıp, bizi oraya getiren pilotları görünce adamlara sarılasım geldi:)

Gelin görün ki bu sefer uçağımızın tek yolcusu bizler değildik. Bu kez aynı uçağa binme ümidiyle bekleyen pek çok başka insan da vardı. Sonuçta Noel arifesiydi. Kargo uçağı olduğu için önce gidecek kargonun uçağa yerleşmesini bekledik. O kadar çok kargo yüklendi ki bir ara biz "insan kargolara” yer kalmayacağından endişelendim. 3 gündür yorgunluktan ve stresten perişan halde, aynı kıyafetlerle gezdiğimiz, doğru dürüst uyuyamadığımız için artık ne olursa olsun Malabo’daki güzel otelimize dönmeyi istiyorduk. Bize akşamdan kalmış gibi görünen pilotumuz “merak etmeyin, size yer kalır” deyince o kadar rahatladık ki onun o akşamdan kalma haline fazla takılmadık. Nihayet kargo yüklemesi bittiğinde ise asıl kıyamet koptu.

Uçağın taşıyabileceği “insan kargo” sayısı belli, demirden yapılma, açılır kapanır 20 kadar oturak var, ancak o kadar insan alınıyor. Ama ne olursa olsun o uçağa binmek isteyenler için bunun bir önemi yok. Hepsi birden çılgınca kargo kapısına saldırıp, tırmanarak uçağa binmeye çalıştılar. Ben hayatımda böyle bir manzara görmedim, bir daha da göreceğimi sanmam: Uçağın içinde ve yanında bulunan 8-10 kadar asker kapıdan atsan bacadan tekrar şansını deneyen bu insanlarla çılgın bir mücadeleye giriştiler. Çünkü, yolcuları belirleyecek olan bu askerler. Onların uygun görmedikleri ama yine de binmek için çılgınca ısrarlı olanları tekme tokat uçaktan attılar. Onlar atıyor, atılanlar yine bir şekilde uçağa sızıyordu. Biz bu komando yöntemlerini bilmediğimizden ve dahası halen ne olduğunu bile tam anlayamadığımızdan dehşet içinde olanları seyrediyorduk. Önceki seyahatten bizi tanıyan ve halimizi görüp acıyan pilotlar bizi hemen uçağa aldılar. Komando taktikleri denememize gerek kalmadı şükür ki.

Tekme-tokat indir bindir faslı bir saate yakın sürdü. İnsanlar ve askerler deli gibi bağırıyorlar, aşağıya atılanlar uçak dolmasına ve büyük yük kapısı kapanmaya başlamasına rağmen hala zıplayarak bir şekilde uçağın içine girmeye çalışıyorlardı. Bu manzara karşısında artık bizim yüzümüzde de, tıpkı kırsaldaki yerel halkta gördüğümüz, “az önce cin görmüş” ifadesi oluşmuştu.

Yorgunluk ve stresten o kadar bitmiştik ki, nihayet kapının kapanıyor olmasına (insanların gördüğü o muameleye rağmen) delice sevindik. Meslekdaşım bizi teselli etmek için merak etmeyin, bunlar burası için çok normal, her gün, her an olan şeyler, hayatın gerçeği ve sanmayın ki insanlar rahatsız oluyor, onlar için hayat bu demek” dedi. Eh dedik, demek burada böyle... Zaetn kendi derdimize öyle düşmüştük ki, bu işin sorgulamasını sonraya bıraktım.

Kapı kapandı kapanmasına ama aradan geçen uzunca bir süreye rağmen uçak havalanmadı. Bu arada dışarıdan yine dehşetli bağırtılar geliyordu. Tam “artık yırttık” derken, yük kapısı yine açılmaya başladı. Meslekdaşım duyduğu konuşmalardan yeni bir kargonun daha uçağa yüklenmesi gerektiğini” anladığını söyledi. Bazı yolcular yerlere dahi oturmuşken, o yeni kargonun nereye sığabileceğini aklım pek almadı. Kapı açıldığında askerlerin zar zor zaptettiği, bağırışan bir insan kalabalığı hala mevcuttu, gel gör ki yeni kargo bir insan değildi.

Uzaktan uçağa doğru gelmekte olan bir vinç, vincin de ucuna asılmış bir inek gördük. Bir an “Yorgunluktan halüsinasyon mu görüyorum acaba?” diye düşündüm. Yok yok, doğru görüyordum: Az önce kurban edildiği üç ayağının hala bağlı olmasından ve gövdesinden ayrılmamış sallanan kafasından hala akan kanlardan belli olan bir inekti son kargomuz.

Böyle bir şey olabilir miydi? İnsanlarla birlikte, açıkta, o sıcakta, paketlenmemiş, daha kanı üstünde bir hayvan cesedini uçağa gerçekten alacak olabilirler miydi???

Biz dehşetle birbirimize bakmaya başladık, yüzümüzdeki ifade “az önce gördüğü cin tarafından çarpılmış” bir insanın ifadesiydi artık. Ben hemen o an, tamamen içgüdüsel bir tepkiyle “bu ceset binerse ben inerim” dedim, neyime güvendiğimi bilmiyordum ama sesim pek güvenli çıkmıştı. Arkadaşlarım da bana katıldılar, onlara da kaç gündür yaşadığımız yorgunluk ve stresten "yetti artık" psikolojisi çökmüştü belli ki. Oysa yorgunluktan bayılmak üzereydik, bir daha ne zaman ve nasıl Malabo'daki otelimize ulaşabileceğimizi de bilmiyorduk, bir gün daha aynı kıyafetle dursak artık kokmaya başlayacaktık. O uçak, noel tatili yaklaşmakta olduğu için, "tek ve son" şansımız olabilirdi. Yine de açıkta bir cesetle hiç bir şekilde seyahat etmeyeceğimden emindim. Bu arada klimalar henüz çalışmaya başlamadığı için uçağın içi insan ve kargoların yaydığı koku ile zaten çoktan berbat kokmaya başlamıştı.

Bu arada vinç ucunda sallanan “müteveffa yolcu” ile birlikte uçağın kapısına kadar gelmiş, bu sefer de bu yeni kargoyu yüklemek isteyen kişilerle uçak personeli arasında ciddi bir tartışma yaşanmaya başlamıştı.

Dehşet bir koku, halihazırda zaten kokmakta olan uçağımızı sardı, kesilen hayvan doğal olarak o sıcakta kokmaya başlamıştı bile... Meslekdaşım “pilot kesinlikle açıkta hayvan taşımayacağını söylüyor, kargo sahibi ise taşımak zorunda olduğunu, çünkü bu ineğin bu akşam bilmem ne bakanının ziyafetine yetişmesi gerektiğini söylüyor” diye tercüme etti bağırtıları. Ben o noktada artık o rahmetli ineğin bir zamanlar yaptığı gibi böğüre böğüre ağlamak falan istedim. Diğer arkadaşların da görüntüleri pek iç açıcı değildi. Neyse ki, pilotumuz, Ukraynalı olmasının ve muhtemelen ülkede o uçağı uçaracak başka pilot bulunmamasının verdiği güvenle, "bilmem ne bakanını" falan takmadı ve cesedi uçağa almadı. Yoksa, yerel bir görevlinin böyle bir isteğe “hayır” demesinin mümkün olmayacağından adım gibi eminim:). Ama son anda kapanmakta olan kapıdan içeri fırlatılan canlı bir ördeğe “hayır” diyemedi. Ördek en azından canlıydı, inek cesedinin yanında çok zararsız geldi bize, ses etmedik.

Uçağın kapısı kapanırken

Hayatımın en derin “oh” unu çektim uçak kapısı nihayet kapanıp, pervaneler dönmeye başlayınca.... Gel görki bu sefer uçaktaki koku iyice dayanılmaz hale gelmişti. O sıcakta herkesin terli olduğu belliydi ama bu koku daha çok çürümüş et kokusu gibi birşeydi. Belki de kargo paketlerinin içinde de uygun şekilde korunmamış etler vardı. Kısa süre sonra klimalar çalışınca koku hafifler dedik ama bir değişiklik olmadı.

O kapalı ve berbat kokulu mekanda hayatımda ilk kez teşhisi bile konulamayacak garip bir hastalık kapacağımdam endişe ettim. Kokunun tahammül edilecek yanı yoktu. Hoş sadece bizler böyle hissediyor olmalıydık, diğer yolcular hallerinden memnun görünüyorlardı. Gayet zavallı bir önlem olduğunu kabul etmekle birlikte, çantamdaki kolonyalı mendilleri uçuş süresince maske olarak kullanmayı uygun bulduk. Yine de “en azından uçak havalandı” diye sevinmekteydik.

Kabindeki pervane ve motor sesinden başka bir ses yokken, kabin görevlilerinden biri olan yerli asker ansızın yanında oturan yaşlı bir adama deli gibi bağırmaya başladı. Hepimiz yerimizden sıçradık, ama meslekdaşımın uyarısı üzerine askerle göz göze gelmemek için kafamızı yere eğdik. Güvenlik görevlileriyle göz göze gelmek de tavsiye edilmiyor burada:)

Asker bağırdı, bağırdı, bağırdı; yerel dilde bağırdığı için meslekdaşımın tercümesinden mahrum kaldık bu kez. Resmi dil İspanyolca olmasına rağmen, halk kendilerine has yerel bir dili de kullanıyor kendi aralarında ve bu dili yabancılara kesinlikle öğretmiyorlarmış Zina'nın dediğine göre. Kendisine bağırılan yaşlı adam hiç ama hiç istifini bozmadan askere baktı, baktı, baktı... Sonra birden kesildi ses. Meslekdaşım işte böyle, bu tip şeyler o kadar çok oluyor ki burada, kimin gücü kime yeterse...Belli bir nedeni de yoktur, emin ol” dedi. Aynı asker, uçak hava boşluğuna düşünce yerimizden zıpladık diye bize de uzunca bir süre kahkalarla güldü, güldü, güldü; biz de yere baktık baktık baktık....

Uçak nihayet indiğinde, kabini nasıl terkettiğimizi hatırlamıyorum bile:) Hatırladığım iki detay var: Birisi, ekibimizdeki bir arkadaşın panik halinde pilota uçaktaki kokunun ne olduğunu sorunca yaptığı "don't worry, local smell" açıklaması, diğeri ise bize sırıtarak “did you enjoy your flight?” diye sorması:)

12 yorum:

JTB (JourneyToBlue) dedi ki...

hahahahaha.. başakcım anlatmıştın bana ama, yazınca daha da bir dehşetengiz olmuş..
did you enjoy your flight? ha:)) hey allahım ya..
kesik başlı ineği canlandırdım ve sanırım rüyama girecek!

Basak dedi ki...

Dilaracım sen bu lafa bir de yüzündeki ultra pişkin ve müstehzi ifadeyi ekle, öyle hayal et:)

Adsız dedi ki...

İnanılır gibi değil. Başkası anlatsa inanmazdım.

Basak dedi ki...

Sevgili Adsız; yazımın ilk bölümünde demiştim iyi ki şahitlerim var, yoksa inanmakta zorlanırsınız diye. Kaldı ki ben de hala inanamıyorum:)))

nalan dedi ki...

insan kendi hayatından endişe eder ya.
her an güme gitmek olası.
brrrrr.

Meyvelitepe dedi ki...

O kokuya kaç saat dayanmak zorunda kaldınız? Bazen feci kokular insanın burun reseptörlerine yapışır ve ortamdan uzaklaşınca bile kaybolmaz.

Geçmiş olsun, neyse ki sağ salim gelebilmişsiniz.

Jale

Basak dedi ki...

Sevgili Nalan aynen öyle, bu ülkeye 2. seyahtimde çok sık dedim kendi kendime şimdi burada başıma bir iş gelse ne olacak diye...

Sevgili Jale; aynen dediğin gibi oldu. Neyseki uçuş çok uzun değildi (1 saatten biraz fazla), fakat hava o kadar rutubetli ve sıcakki tüm kokular zatenhavada asılı kalıyor, indikten sonra da bir süre kokuyu hissetmeye devam ettim.

A. dedi ki...

Harika anılar :D Benim Kaledonya'da dalış sırasında 2 metrelik köpekbalığı ile yüzüp deniz altında terlememe benziyor sizin yolculuk :D Yine güzel yazı okudum.Teşekkürler

Basak dedi ki...

Sevgili Ashley; blogunda anlattın mı bu hikayeni? Okumak isterim. su altında terlemek haa? Süper:))))

ABİ dedi ki...

bugüne kadar en fazla hayret duyguları içinde okuduğum blog yazılarından biriydi... :)))
müthiş macera be...

A. dedi ki...

Yakında anlatacağım Başak abla :D Bu arada ;
Lütfen bugün bloğuma uğrayıp son postta verilen ilk yoruma mail adresini yollarmısın ? Bloğu filtreliyorum bir süreliğine.Sanada davetiye yollamak istiyorum.Şimdiden teşekkürler
Sevgiler burdan
Ashley

Basak dedi ki...

Sevgili Abi şu an itibariyle benim de bundan daha hayret verici maceram olmadı zaten:)

Sevgili Ashley, yapacağım, teşekkürler