
Eskiden biten yılı (şimdi neden olduğunu daha iyi bildiğim nedenlerle) bir anlamda “harcanmış” algılar, biten yılda yapmadığım ya da gerçekleşmemiş tüm beklentilerimi gelen yıla yüklerdim. Sanki biten yıl suçluydu isteklerimi gerçekleştiremediği için ya da böyle algılamak işime geliyordu. Rahatlıyordum, suçu geçen yıla atıp beklentiyi gelen yılın sırtına yükleyerek... Hiç bitmeyen bir “bekleme ama neyi beklediğini de tam olarak bilmeme” modu... Nedense hayatın hep gelecek yıl başlayacağını, gelecek yılın çok daha güzel olacağını sanmalar, buna ciddi ciddi inanmalar... Peki geçen yıl da sadece bir yıl öncesinde başlamamış olan “yeni hayatım” değil miydi??? Günübirlik ama çok daha düşük farkındalık seviyelerinde, zayıf hedeflerle sürdürülen yaşamlar... Amacı ve ihtiyacı aşan sözler, harcamalar, ilişkiler, alışkanlıklar... Ne desen, ne yapsan, ne alsan yetmemesi durumu... Hep haklı çıkma, kazanan olma isteği... Yanına zaman zaman hortlayan ve sürekli şikayet üreten “kurban psikolojisi”nin de eklendiği...
İçimde “ama bu senin doğrun değil” diyen bir sesi hep duydum ben. Belki balık burçlarına has duyarlılık sebebiyle:) Duymama rağmen senelerce de duymazdan geldim: O bağırdıkça içeriden, ben onu duymamak için dışarıdan daha çok ses çıkardım. Onun “senin doğrun değil” dediklerini tepkisel bir şekilde daha çok yaptım. Çünkü o sesi dinlersem bir çeşit isyan bayrağı açmam gerekecekti, hissediyordum. O zaman kim severdi beni? Kim kabul ederdi? Korkuyordum. Mazallah, ya toplum dışı kalsaydım, herkes hakkımda konuşsaydı, eleştirseydi, çekiştirseydi beni???
Oysa ben herkes beni sevsin, kabul etsin, hakkımda iyi konuşssun istiyordum. Bunun için çabalıyordum; kişiliğimden, kendi isteklerimden taviz veriyor, sonra bir de yapmış olduğum bu “feda-kârlıklar” ile övünüyor, sırf bundan ötürü çok daha fazla güzel şeyi hakkettiğime inanıyordum. Sonra da neden olmadıklarına pek bir şaşıyor, üzülüyordum. Birisi sevmezse ya da yaptığım feda-kârlıklara nankörlük ederse Dünya başıma yıkılıyordu. O Dünya bana borçluydu oysa. Ben "feda" etmiştim her şeylerimi, şimdi "kâr" ını elde etmeliydim.
Paradoks da burada işte: Ben bunları yaptıkça içimdeki sesin volümü de giderek yükseliyordu. Dış sesimle bastıramayacağım kadar şiddetlendiğini farkediyordum. Yaptığım her bana iyi gelmeyen şeyi o görüyordu, herkesi kandırabilirdim ya, o kanmıyordu kesinlikle. Herşeyi görüyor ve biliyordu.
Bir zaman geldi, kendimi o sesi daha çok dinlerken buldum. İlk başlarda her dediğini ciddiye almasam ya da işime gelmeyenleri duymazdan gelmeye devam etsem de, bu sesle arkadaşlık etmek giderek daha cazip gelmeye başladı bana. Çünkü onu dinleyerek yaptığım şeyler beni daha çok tatmin etmeye başlamıştı. Bunun keyfini yaşayanlar bilir: O zaman, o sesi en “net” , en “berrak” şekilde duymanın peşine düşersiniz. Bilirsiniz ki ne kadar iyi duyarsanız, o kadar çok “size iyi gelen şey” yapacaksınız.Böylece uzunca bir süredir yarı bilinçle yaptığım iç gözlemi, bu sefer kıyıya köşeye saklanmadan, kaçmadan “tam olarak orada olan” bir bilinçle yapmaya başladım. Zihnimi izledim ilk önce. O sesin sahibi zihin değildi, anlaması çok kısa zaman aldı. Eskiden zihnimi “ben” sanırken, zihnimin aslında “gerçek ben”i gerçekleştirmenin sadece bir aracı olduğunu farkettim. Buna “meditasyon” da diyebilirsiniz. Sistematik eğitim almadım ama okumuşluğum vardı. Yine de ben “kendi” yolumdan gittim.
Kolay mıdır iç sesi duymak ve dinlemek?? Hayır, değildir. Hele ki bugünün bol gürültülü, bol aksiyonlu, hep “talepkâr” Dünyasında hiç değildir. Ama bu sesin peşine düşecek kadar değer veriyorsanız bu alemdeki varlığınıza, hayatınızın en anlamlı keşfidir, emeğe değecektir. Gerçekten o sesi duymak isterseniz yolu kolayladınız demektir, çünkü “istemektir” işin özü ama “kalpten istemek”, kendini kandırmadan. Ve aman dikkat: zihninizin sürekli ürettiği endişeler, korkular, kaygılar, yargılar o sese ait değildir, karıştırmayın.
Bir kez o sesle teması kurduğunda tüm Evren ayağının altına serilmiş gibi hissedersin. Çünkü yaratıcı enerjinin içinde devindiğini ve kendinin de o enerjinin bir parçası olduğunu “bilirsin” artık. Bilirsin ki, artık o sesi dinleyerek yaptığın her şeyin sonucu sana iyi gelecek, senin en yüksek hayrına olacak. Bir şeyi “gerçekten” istersen olacağına, hayatın hep senin ihtiyaç duyduğun şeyleri sunacağına da eminsindir artık. Sesi duyuyorsan, kabullenmeyi, akışa teslim olmayı, ama bunların (çoğu insanın aslında tamamen yanlış algıladığı gibi) plansız ve hedefsiz bir şekilde oturmak, beklemek ve sadece istemek demek olmadığını zaten öğrenmişsin demektir.
Her yeni idrakte kendini hayat apartmanının başka bir katında bulursun: o katta farklı komşularla tanışır, farklı daireler görürsün, her dairenin farklı sorunu veya avantajı vardır bulunduğu kattan kaynaklanan. Üst katlara çıktıkça manzara giderek daha nefes kesici olmaya başlar ama, değdiğini görürsün bu katta yaşamak için ödediğin bedele.
Hayatın bir araya gelmiş “an” lardan oluştuğunu, insanın anları seçme ve yaratma özgürlüğüne sahip olduğu gerçeğini test etme, sorgulama ihtiyacı bile hissetmezsin artık. Çünkü öyledir. Bu boyut çapraz sorgulamanın ve şüphenin var olmadığı bir boyuttur. Sadece bilirsin. Artık yapmaya çalışmaz, çabalamaz, “olmayı” deneyimlemeye başlarsın. Daha önce düşmanın gibi görünen zorluklar ve acılar da artık gözünü korkutmuyordur, çünkü onların da aslında dostların olduğunu, senin en yüksek hayrına olacak ve seni başka bir aşamaya taşıyacak dersleri öğretmek için hayatına girdiklerini anlamışsındır. Hayat her anı sürprizlerle dolu bir maceradır artık, sürekli bir heyecan ve huzur duyumsarsın içinde. Hele ki "huzur", sana iyi gelen, senin doğrun olan şeyleri yaptıkça daha bir genişler, içindeki yerini gitgide daha çok sağlamlaştırır, sabitler.
Bu süreçte sadece varolmanın bile ne büyük mutluluk olduğunu, “şükretmeyi”, hayattan neyi nasıl isteyeceğimi ve istediklerimi nasıl elde edebileceğimi, en önemlisi kendi değerimi bilmeyi ve bu değere yaraşır hayat sürmeyi.......... öğrendim, öğreniyorum. Kendimi sevmeyi ve kabul etmeyi becerdiğimde başkalarının beni sevip sevmemelerinin, hakkımda ne düşündüklerinin artık önemli olmadığını, yine de tuhaf bir şekilde daha çok sevdiğimi ve sevildiğimi, “toplumsal kabul” beklentimin ortadan kalktığını, kalktığı oranda başka hayatlara daha anlamlı katkılarda bulunduğumu, bu şekilde sadece “bireysel” değil, “kollektif” mutluluk ve haz yaşanabildiğini, hayatımı içimden geldiği gibi organize edip yaşadıkça hayatın bana adeta ödül verir gibi daha fazlasını sunduğunu, bir sonraki günde bulunduğum farkındalık seviyesi ve bakış açısının bir önceki günden daha yüksek ve geniş açılı olduğunu, olmakta olanın zaten güzel olduğunu, hayatımda nelerin “gerçekten” kıymetli olduğunu anlayabilmem için hep sınava tabi tutulduğumu, kabaca “iyi” ve “kötü” diye nitelendirdiğimiz şeylerin aslında tek bir bütünün parçaları olduğunu, bana haz vermeyen ya da üzen şeyleri de içlerinde sakladıkları derslerle birlikte kabul etmeyi, alınan derse uygun yaşam pratiği geliştirmeyi, zaaflarımı onları sürekli tanımlayarak ve azarlayarak değil, sevgi ve anlayışla bağışlayarak iyileştirebileceğimi ............. farkettim, farkediyorum.
Defalarca baktığım yerlerde artık başka başka şeyler “görüyorum”. Gördüklerim adeta kendi yolumu bulmam için serpilmiş beyaz çakıl taşları gibi. Hayalini kurduklarım bir bir gerçekleşirken hayatımda, hayalini dahi kurmadığım şeyler de olmaya başladı, adeta “bonus” gibi... “Kendi” olan veya olma yolunda bir çok yeni insanla tanıştım, yüzlerinde yine kendimi gördüğüm hissine kapıldım. Kendi olmakla ilgili sorunu olan veya bu duruma tamamen yabancı olanlar da dahil oldular hayatıma, hep vardılar ama ben yeni yeni başka açıyla “farkediyordum” varlıklarını. Kendimi onlardan “ayırırken” yakaladım zaman zaman, ne de olsa “ben farklıydım” onlardan. Bu düşünceyi yakaladığımda kaldırıp kafamı baktım o insanlara bir daha, ne ilginçtir ki onların da yüzlerinde kendimi gördüm...
Daha iyi kullanmak ve yönetmek için anları birbirine ekleyip dakikaları, saatleri, ayları, yılları yarattı insan. Elbette hayatımızı kolaylaştırdı bu ölçüm: Bir referans noktası oldu pek çok plan ya da niyet için. Ama biz onu ölçtükçe, farketmeden zamanın içine hapsettik kendimizi de. Biz onu değil, o bizi yönetmeye, “efendimiz” olmaya başladı... Çünkü, ölçüldüğünde adına “gelecek” denen bir bilinmeyenle insanları ürkütmeye başladı. Anlar içinde içimizden geldiği gibi, “özgür” hareket etmektense, o hiç bilinmeyen geleceğini düşünüp kaygılanmaya, hayatını da bu kaygıların yönetmesine izin verdi insan. Ve elbette bu da bir “seçim”dir en nihayetinde, seçiyor olduğunu bilenler için.
Alışkın olduğumuz terminoloji ile Hz. İsa’nın doğumunu referans aldığınızda 2009’uncusu başlayacak anlar topluluğu içinde özgürce hareket edebilmemizi diliyorum ben sınırsız olasılıklar ve fırsatlarla dolu Evren’den kendim ve hepimiz için.