13 Ağustos 2010 Cuma

PROVENCE BÖLGESİNDE İKİ KIYI ŞEHRİ: TOULON VE MARSİLYA



2. gün Fransa’nın Toulon şehrindeyiz. Daha önce ismini hiç duymadığımız bu şehrin geminin uğrak yerlerinden biri olduğunu öğrenince hakkında biraz araştırma yapmıştık. Fransa’nın özellikle mimari ve dekorasyonda başlı başına “stil ikonu” olan bölgesi Provence’ın “Cote d’ Azur” diye bilinen sahil şeridinde bulunan bir şehirmiş. Toulon’dan daha meşhur bir şehir olan Marsilya’nın da buraya 1 saatlik mesafede olduğunu öğrenince “görmemek olmaz” deyip, bir gece önce gemiden Marsilya şehir turu satın aldık.

Günübirlik bu tür turların kapsamları çok çeşitli ve gemiden satın alabiliyorsunuz. En büyük avantajları gemiden indiğiniz yerde sizi alan otobüslerle hedef bölgelere zahmetsiz ulaşmanız ve tabii dönüşte de gemiyi kaçırma riskinizin olmaması. Taksi tutmaya göre avantajlı olup olmayacağını anlamak için de Marsilya’yı turla gezmeye karar verdik.

Marsilya Fransızca’da “Marseille” diye yazılıyor, “Marse(y)” diye okunuyor. Fransa'nın 2. büyük şehri.





Marsilya Sokakları ve Caddeleri


Tur rehberi Anne Mağğğiii ‘den daha otobüse binerken olumsuz elektrik aldım. Neden derseniz elbette hayatımda ilk kez gördüğüm bir insandan hoşlanmamanın haklı gerekçesini üretemem. Ben böyle insanlardan ilk görüşte ya pozitif ya da negatif elektrik alırım ve bunun en başta özel bir sebebi yoktur. Hissiyattır sadece ve, er ya da geç, o his kendisini doğrulayan bir olayın vuku bulmasıyla haklı gerekçeyi de üretmiş olur:) Alev bu konularda benden daha da keskindir. Mantıkla açıklayamayız, ama belki balık burcu olmakla ilgili olabilir, malum sezgileri kuvvetli bir burçtur:)

Otobüs Amerikalı turistlerle dolu, hemen hepsi şişman, gürültülü ve neşeliler. Genel profilleri Amerikan orta sınıfı hissi veriyor. Zaten gemide “first class” seyahat eden yolculara ayrı programlar yapılıyor. Aralarında Musevi olanlar araca biner binmez minik tevratlarını çıkarıp, okumaya başladılar (seyahat boyunca da kafalarını kitaptan kaldırmadılar, Anne Mağğğiii'nin hiç bir dediğiyle de ilgilenmediler). Gemide de restoranda, havuz başında, kafelerde aralıksız Tevrat okuyanlar görmüştük.


Otobüs hareket eder etmez Anne Mağğğiii ağır Fransız aksanıyla İngilizce konuşmaya başladı ve bir daha susmadı. Bir tur rehberinin kesintisiz konuşması iyi bir şey değilmiş, hele ki otobüste... Çok konuşunca artık kaydetmekten vazgeçeceğiniz bir dolu gereksiz ötesi bilgi de verilmeye başlanıyor çünkü. Tur otobüsleri genelde eski olduğu için rehberin mikrofondan yükselen sesine eşlik eden motor gürültüsü de cabası... Anne Mağğğiii’deki aksan da kısa süre sonra olaydan kopmamıza sebep oldu. Belli bir süre heyecanla not aldım dediklerini ama sonra “vonk vonk” çınlayan sesi [Fransız aksanıyla İngilizce böyle hissetiriyor bana:)] diğer yolcular gibi bana da ninni gibi geldi, tatlı bir uykuya daldım. Gözümü açtığımda Marsilya’ya girmiştik. Anne Mağğğiii yine yoğun şekilde konuşuyordu.


Şehirle ilgili olduğu için bu sefer dediklerini dinledim. Marsilya’nın ne demokrat, nasıl ayrımcılık yapmayan , ne özel, ama ne tembel , ne pis yine de ne deli dolu bir şehir olduğunu örneklerle anlatıyordu. Bu arada Marsilya hala Avrupa’nın en tehlikeli şehirlerinden biriymiş. Anne Mağğğiii Marsilya’nın insancıllığını “farklı milletten gelenlerin hapsedildiği banliyö semtleri burada yoktur, herkes iç içe yaşar” diyerek vurgulamıştı , fakat bu durum da şehri suç mekanı yapmaktan kurtaramamış. Bu arada bir kaç binlik Marsilya tarihini de araya sıkıştırmayı becerdi. Bir yerde hiç gerekli olmayan siyasi bir açıklama da yaptı ; dedi ki “Şehrimiz o kadar dost canlısıdır ki Türklerin soykırımından kaçmış 80.000 Ermeniyi de bağrına basmıştır”. Olayın doğrudur, değildir kısmına girmiyorum (burası yeri değil) , fakat Anne Mağğğiii savaş ve vahşetle geçmiş, herkesin herkesi keyfi boğazladığı , kestiği Marsilya tarihini anlatırken nedense tüm bunlar gayet doğal ve insaniymiş gibi sunmuş, herhangi bir olumsuz sıfat kullanmamıştı. Konuşmasının sadece bu kısmında politik bir söyleme girmesi bizleri rahatsız etti. Sonuçta bu bir turistik gezi ve ben bir turist olarak tatilde polemik yaratma ve keyif kaçırma potansiyeli olan, her zaman başkalarına söz hakkı doğurabilecek ve aksi de herzaman doğru olabilen herhangi bir siyasi söylemin durduk yere gündeme getirilmesinden veya dayatılmasından hoşlanmıyorum. O anda ekipçek Anne Mağğğiii’den neden elektrik almadığımızı anlamış olduk:) Tabii Anne Mağğğii suçludur diyemeyiz, şayet kendisi Ermeni kökenli değildiyse (bu halde önyargıyla davranması kaçınılmaz ne de olsa), bu konudaki bilgisini öncelikle devletin sunduğu eğitimden almıştır. Nasıl öğrendiyse öyle inanır haliyle... Ama bir tur rehberi olarak görevi siyasi propoganda malzemesi olarak yorumlanacak açıklamalar yapmak olmasa gerek.

Marsilya çok büyük bir şehir, gezilecek, görülecek, yaşanacak yeri çok. Bizim bu “la pöti” turun bunların çoğuna yetmeyeceği bariz. Şehir İtalya’ya genelinde benzeyen ama Provence bölgesinin markası olmuş, kendine has detaylarla farklılaşan mimarisi ile yapılmış taş binalardan oluşuyor. İtalya’dan en önemli farkı binaların daha bakımsız olmaları.

Anne Mağğğiii' nin verdiği bilgiye göre Marsilya daha yeni Avrupa Birliği’nden yüklü bir fon kazanmış. Bu para ile Marsilya’ya görsel ve ticari anlamda yeniden hayat verilecekmiş. Çok büyük bir restorasyon ve renovasyon çalışması başlayacakmış. Proje bittiğinde şehrin gerçekten daha daha hoş görüneceğine eminiz, çünkü mihrabı zaten yerinde:)

1. ve 2. Dünya Savaşı'nda ölen Fransız askerlerin gömüldüğü mezarlık


2. Dünya Savaşı sonrası başgösteren konut sorununa çözüm olarak ilk kez yapılan ve bahçeli evlerde yada 2-3 katlı apartmanlarda yaşamaya alışkın Marsilya'lıların hiç bir zaman sevmedikleri toplu konut. O kadar sevmemişler ki binaya, mimarına gönderme yaparak, "Deli Adamın Evi" adını takmışlar:)


Herkesin kullanımına açık, jetonla çalışan bisikletler

Çok büyük olmasına rağmen aynı İzmir’deki gibi, şehre genel bir sayfiye havası hakim. Anne Mağğğiii Marsilyalıların ne kadar tembel olduklarını sık sık vurgulamaktan keyif alıyor. Kendince hem özeleştiri hem de şirinlik yapıyor. Ama biz kararlıyız, peşin hükmü verdik hakkında, dediği hiç bir şey komik gelmiyor bize:)

İlk durağımız Marsilya’ya tepeden bakan, epey yüksek bir noktadaki "Notre Dame de la Garde (Koruyucu Meryem Kilisesi)". En önemli özelliği tavanlarından sarkan, ucuca eklenmiş, tahtadan yapılmış, renk renk boyanmış yüzlerce gemi maketi. Çünkü özellikle denizcilerin kutsallığına çok inandığı bir kilise burası. Yüzyıllar boyunca denizciler büyük fırtınaları sağ salim atlatıp kıyaya ulaşabildiklerinde ilk iş "teşekkür" hediyesi olarak bunları getirmişler Meryem’e. Ayrıca kilisenin iç ve dış duvarları da üzerlerine Latince ya da Fransızca yazılmış şükran ifadeleriyle dolu binlerce mermer plaka ile dolu. Kuşadası’ndaki Meryem Ana evini hatırlıyorum: Orada da Meryem Ana’nın evine gelip ondan bir şey dileyenler, daha sonra dilekleri gerçek olduğunda tekrar gelir bir eşyalarını bırakır ve teşekkür ederler. Hediye getirmeyen ise yeni bir mum yakarak teşekkürünü sunar. Bu teşekkür ziyareti, inanca göre mutlaka yapılmalıdır. Sanırım buradaki durum da bu.


Dileği gerçekleşenlerin yaptırdığı "teşekkür tabletleri"


Kilise tavanından sarkan gemiler

Zaman kısıtlı , burada ve sonraki diğer duraklarda da hep 20 veya 30 dakika geçiriyoruz. Otobüsle günübirlik tur yapmanın hiç de zevkli bir şey olmadığını anlıyoruz. Bir gözün gördü, bir gözün görmedi oluyor. Hiç bir yeri sindiremiyorsun. “Gördün mü gördün” oluyor, ama asla şehrin özüne nüfuz edemiyor, bir günlük de olsa şehri yaşayamıyorsun.

Şehri kuşbakışı gören bu yüksek kiliseden Marsilya’nın en ünlü yapısı olan kıyıya yakın bir adacık üzerinde bulunan “Chateau d’If (“If Kalesi”)” görünüyor. Ünlü olmasının sebebi Alexander Dumas’ın meşhur eseri “Monte Kristo Kontu” nun kahramanının burada hapis yatmış olması. Anne Mağğğiii hapishanede Monte Kristo kontunun yattığı hücrenin de turistlere gösterildiğini söyledi. Monte Kristo Kontu’nun hayali bir kahraman olması sebebiyle bu bilgi hayli ilginç tabii:)



Kont Monte Cristo'nun uzun yıllar hapis yattığı If Şatosu

"Le Vieux Port (Eski Liman)" ve etrafına konumlanmış cıvıl cıvıl şehir merkezinde bir süre gezinme imkânımız oluyor. Limanda balıkçılar yeni tuttukları deniz ürünlerini tezgahlarda satıyorlar. Burada çok büyük bir yat limanı da var. Ortam mis gibi iyot kokuyor. Provence bölgesinin meşhur ürünü olan sabunlardan almak için Özge ve ben bir dükkana girdik, ancak pahalı geldiler bize. Artık bizde de alâsı olan bu sabunlardan, o da hatıra niyetine, ancak ikişer tane alabildik.


Provence Sabunları



Provence gölgesi lavanta tarlalarıyla da ünlü. Her yerde lavanta satılıyor

Gezinin son durağı "Palais Longchamp (Longchamp Sarayı)". 19. yüzyılda şehre su getiren yeni kanalların üstünde, biraz da kutlama amaçlı yapılmış saray ve suyun bereketini vurgulayan kademeli şelaleli havuzlardan oluşuyor. Burada da çok kısa bir fotoğraf molası verildi ve gemiye dönüş için yola çıkıldı.



Long Champ Sarayı


Benim bu turdan en çok aklımda kalan Anne Mağğğii’nin “geldik, inin” dedikten çok kısa bir süre sonra “gitmemiz lazım, binin” demeleri oldu:) Anne Mağğğiii turun sonunda kendince sevimli bir espri yaptığını düşünerek Amerikalılardan Fransız aksanlı İngilizcesi için özür diledi. Sanki herkes Amerikan ya da İngiliz aksanıyla ingilizce konuşmak zorundaymış gibi... Kendisi dışında esprisine pek gülen olmadı:)


Hem yorulduğumuz hem de sıcaklık arttığı için, grubun bir kısmı “bu kadar Fransa yeter” diyerek gemiye dönmeye karar verdi. Ama Toulon’a gelip de görmeden ayrılmaya Özge ve benim içimiz elvermedi.


Gemide hızlıca bir öğle yemeği yedikten sonra şehir merkezine gitmek üzere Özge ve ben gemiden tekrar ayrıldık.

Toulon Fransız donanmasının bulunduğu şehir aynı zamanda. Limanı haliyle çok büyük ve şehrin epey dışında. Tabii ki Fransız donanmasına ait gemiler ve tesislerle dolu. Şehre limandan gitmeniz için karayolunu tercih edecek ya da feribota bineceksiniz. Gemiden feribota ulaşmak için de taşlı topraklı bir yoldan 15 dk. kadar yürümeniz gerekiyor. Bu taşlı topraklı yol aslında tam bizim ülkemizde göreceğimiz türden bir şey, ama burunlarından kıl aldırmayan Fransızlar da demek aynı bizim gibi “adam sendeci” olabiliyormuş.

Feribotla gemimizden uzaklaşırken


Hava bugün epey sıcak, feribotla efil efil seyahat etmek hoşumuza gidiyor. Burnumuza mis gibi Akdeniz kokusu geliyor. Toulon karşıdan İzmir’miş gibi görünüyor. Sahilin tamamı yüksek apartmanlanlarla kaplı. Altlarındaki dükkkanların da hemen tamamı cafe, bar, restoran ve hediyelik eşya satan dükkanlar.


Vaktimiz kısıtlı, o yüzden feribottan iner inmez arka sokaklara dalıyoruz. Siesta başlamış, öğleden sonra sıcağında yanan sokaklarda az insan var, uyanık olanlar da zaten kafelerde. Ara sokaklar bana özellikle çocukluğumun İzmir’ini hatırlatıyor. Arkalardaki sokaklar hep korunmuş, eski bile olsalar, belli miktar bir estetik kaygısı sözkonusu. Çoğu pencereden sardunyalar sarkıyor mesela. Ama merkez caddeler aynı bizdeki gibi yüksek, sıradan apartmanlarla kaplı. Özge ile gezebildiğimiz kadar gezip, sonra feribota bineceğimiz yere yakın bir cafeye oturuyoruz.

Toulon Sokakları

Fransızların nemrutluğu servis sektöründe de sözkonusu. Yani görevi hizmet etmek olan bir garsonun müşteriye “burada ne işiniz var?” der gibi bakması ve bizim tüm işaretlerimizi görmezden gelmesinin başka açıklaması yok. Hani yani kadın (aslında erkek demeliyim, giyimi, tipi, davranışı tamamen erkek gibiydi) neredeyse bize “siz bana hizmet edin” diyecek:) “Tipi değilmişiz demek” diye esprileşirken, yardım çağrımızı alan başka bir genç garson nihayet masamıza geliyor. Her ülkede yapmayı adet haline getirdiğimiz üzere, “bize lokal biranızdan getirin” diyoruz. Toulon’da son dakikalarımızı bira içerek ve deniz kokusunu içimize çekerek geçiriyoruz.


10 yorum:

Leylak Dalı dedi ki...

Başak çok sağol, müthiş zevk alıyorum bu yazılarından. Siz sürekli seyahate çıkın olur mu?
:)))

Basak dedi ki...

Leylak Dalı çok teşekkür ederim, zevk aldıysanız benden mutlusu yok:)

GÜVEN SERİN dedi ki...

Etkileyici,güzel bir gezi. Her gezi,en kötü gezi bile ardında güzel hikayeler bırakıyor. Anne Mağği'yi ne kadar da çok sevmişsiniz:)) İşte ben gezilerin sevgiye paylaşıma açılan kapılarını da seviyorum...

minimalist dedi ki...

bu postunu ayrıca zevkle okudum sevgili Başak. İki nedeni var: Birincisi Tuolon'u görmemiş olsamda iyi biliyorum; çok çok eskiden Fransız 3 animatör arkadaşım oralılardı ama 3 ünü de çok sevmiştim sürekli Tuolunu anlatırlardı bana şimdi seni okuyunca onları hatırladım.Eski günlere gittim..

İkincisi de Fransız rehberle ilgili ; benim kardeşim de rehber olduğu için senin düşüncelerini ona anlatacağım :)) bazen çok fazla bilgi bunaltabiliyor haklısın :))

Ayşegül Taştaban Erzincanoğlu/ Behçet dedi ki...

Buralar benimde listemde..keyifle okuyorum maceralarınızı..

afrodelfino dedi ki...

tekrar yaşadım valla saol başakcım! bi de iyi ki tembellik etmeyip toulon'a gitmişiz.. toulon sokaklarındaki sanatsal çalışmama da yer vermen hoş olmuş :)))

Adsız dedi ki...

Bizde Haziran ayında Marsilyadaydık. Bu yüzden bu yazıyı okumak büyük zevk verdi. Marsilyada evde kaldığımız için her yönünü iyicene öğrendik...:-) Bir kere evlerin sahile yakın olanları lodos zamanı pek güzel kokmuyor...:-)
selamlar
arzu-acupofcaffeine

Basak dedi ki...

2 haftadır tatilde olduğumuz için yorumlarınıza cevap yazamadım. Seri devam edecek, keşke biraz daha hızlı olsam:)

honeybun dedi ki...

Öff üstünden çok geçmiş bu nedenle yazmaya değermi bilmiyorum ama tur rehberinize bu kadar yazı ayırmanız çok saçma geldi bana. Bir iki satırla anlatabilirdiniz. gezilerde bu tür şeyler çok olur ve eğer kafayı bu kadar takarsanız hiç zevk almazsınız.
Faydalı bilgiler ancak herşeye son derece eleştiriyel yaklaşımınız hepsinin üstüne çıkmış.İyi yolculuklar!

Basak dedi ki...

sevgili Honeybun, bakarmısın tekrar buraya bilemem ama geç cevap için özür. eski yazılara yağılan yorumları takip etmek daha güç, özellikle blogla az ilgilenebildiğim bu aralar...

Blogu oluştururken genelde seyahat yazacakk olsak da kesinlikle bir tür "seyahat rehberi" havası olmamasını prensip olarak belirlemiştik. Nette seyahat rehberi gibi bilgi veren yüzlerce site ve blog var, meraklısı buralardan faydalanır zaten. Biz her yeni seyahate, yönü nereye olursa olsun, macera ve deneyim gözüyle baktığımızdan, burada gidilen yerlerle ilgili anlatılacakların da daha çok gördüklerimizin bizde yarattığı "hissiyatı" yansıtmasına özen gösteriyoruz. Bu şu demek: Yazılarımızda "objektif olmak" gibi bir kaygı asla yok, ne hissettiysek odur, bize ait bir düşünce ve histir. Ve tabii herhangi bir seyahat ya da tatil sırasında olan bu tür tatsız olaylar (cana mal olmadıkça) hiç bir zaman o seyahat ya da tatilinden genelinden aldığım hazzı etkilemez, gölge düşürmez. Çünkü aslon gitmek ve deneyim yaşamaktır bize göre. Bu bir bakış açısı belki de, sadece yolda olmak bile bize keyif ve heyecan verir ve o süreçte olan her şey bir deneyimdir, geride paylaşmak istediğimiz izler bırakır hepsi. İşte o izler de bloga böyle yansıyor.

Rehber olayı bizce can sıkıcı idi ama toplamında komikti, çünkü seyahat boyunca ve sonrasında anlatılacak ve her anlatışta ekstra süslemelerle giderek karikatür haline dönüşen bir hikaye olmuştu.

Bir de bir süredir olayları negatif-pozitif şeklinde algım zayıfladı, olay olaydır, bizde yaptığı etkidir aslında bizim ona verdiğimiz anlam. O yüzden olumlu ya da olumsuz hiç birşeyden haddin fazla etkilenmiyorum epeydir.
Fazlasıyla açıklayıcı oldum sanırım, ama ne yapalım ben uzun yazarım:)
Sevgiler.