5 Aralık 2008 Cuma

Türkiye'nin Zirvesine Yolculuk - 2. Bölüm

3. gün bir gün önce aklimatize olmak için tırmanıp indiğimiz 4200 metredeki 2. kampa taşındık. Kampın toplanıp, katırlara yüklenmesi biraz zaman alıyor, genelde biz taşıyıcılardan önce yola çıkıyoruz, ama ne kadar önce çıkarsak çıkalım katırlar her zaman yolda bizi yakalayıp geçiyor.
Biz kamp alanına ulaştığımızda çoktan mutfak kurulmuş, yemekler pişmek üzere oluyor (Burada Explorer'ın efsane aşçısı Atilla'yı anmadan geçmek olmaz. Her daim gülen yüzü ile en zor şartlarda kurduğu ziyafet sofraları, yarattığı harikalar inanılmaz. Ertuğrul'dan sonra dağdaki tanrımız o :).

Büyük Şef Atilla

Bize sadece hemen çadırlarımızı kurup, yemeğe gitmek kalıyor. Ekspedisyon denilen bu tür tırmanışların en güzel yanı bu. Tüm malzemenizi sırtınızda taşımanız gerekmiyor, sadece günlük ihtiyacınızı taşıyorsunuz. "Ne yiyeceğim" diye düşünmenize de gerek kalmıyor.

Volkanik bir dağ olduğu için, Ağrı Dağı’nın eteklerinde görmeye başladığımız siyah bazalt taş ve kayalar yükseklik ve artan eğimle birlikte iyice irileşiyorlar. Görsel olarak harika bir şölen sunsalar da dikkatsiz atılacak adımları tolere etmiyorlar. Bir gün önceki aklimatizasyon tırmanışı nedeniyle gayet iyi olan performansımız, bizi 4 saat gibi, bir önceki gün yaptığımız tırmanıştaki bilinçli düşük hızımızın neredeyse yarısı kadar, bir zaman sürecinde 4200 metredeki kampımıza ulaştırıyor. Kampa yaklaşırken yukarıdan tam anlamıyla bir "güruh"un inmekte olduğunu gördük. Yaklaşık 100 kişilik (belki daha fazla) bir grup. Kısa süre sonra İranlı bir ekip olduğunu öğrendik. Tırmanış ekibinden çok "düğün alayı" na benziyorlardı:) Kadınların fazlalığı dikkat çekici, bu zorlu şartlara uygun dağcı kıyafetleri yerine, günlük kıyafetlerini, uzun palto ve baş örtüleriyle birlikte tercih etmişlerdi. İnanılmaz gürültücü, dağcılık kurallarını ciddiye almadıkları hem giyimlerinden hem davranışlarından belli, çok da neşeli bir ekip. Kadınların bazılarının yüzünde makyaj da vardı, siz hesap edin:)Malesef kamp alanını da pis bırakmışlar:(

İranlı şen dağcılar:)

Yerli rehberlerin refakatiyle yapmışlar tırmanışı. Hepsi de zirveye ulaşmış. Onlara refakat eden köylülerden biri "yirmişer yirmişer götürüp hepsine zirve yaptırdık, adamlar kendi ülkelerinden tecrübeli, iyi dağcılar "dedi. Yine de bu ciddiyetsizliğe hayret ettik. Eksik malzeme, uygun olmayan kıyafet, yetersiz rehber, bir kaç rehberin başa çıkamayacağı kalabalık... Ama işte ne yazık ki ciddi bir denetim ve kontrol yapılmıyor Ağrı Dağı'nda. Sadece tırmanıştan önce Doğubeyazıt'ta jandarmadan izin alınıp, kimlik bilgileri veriliyor. Yine de "eğer bu ekip bu şartlarda zirve yaptıysa, biz haydi haydi yaparız" diye düşünüp, moral bulduk.

Ağrı Dağı, diğer tüm büyük dağlar gibi, hava şartlarının belirsizliği ile ünlüdür. Önceden meteoroloji verisi alsanız dahi son an sürprizleriyle tüm programınızı bozabilir. Kondüsyon ve psikoloji olarak kendimi hazır hissettiğim için, benim asıl endişem hava şartlarıyla ilgili oldu. 4200m ye kadar hava arada kapansa da, genel olarak güneşli ve moral vericiydi. Oysa bir sene önce aynı zamanlarda tırmanışa giden daha tecrübeli bir ekip fırtına yüzünden zirve yapamadığı gibi, döndüğünde kampın da uçtuğunu görmüş (nitekim bizim tırmanışımızdan sadece 2 hafta sonra tırmanış yapan bir İtalyan bir ekipten 2 dağcı da olumsuz hava şartları ve bazı ihmaller sebebiyle hayatını kaybetti). İnşallah biz de aynı akibete uğramayız diye sıkça dua ettim.

4200 kampının 3200 kampının salon-salomanje ortamıyla hiç bir alakası yok. Dağ artık o kadar dikki, bu kamp alanı insan eliyle zar zor açılmış. Dolayısıyla oldukça zorlu şartlarda çadırlarımızı kurduk. Kamp içinde hareket ederken bile düşüp şaşmamak için çok dikkat etmek gerekiyor.

4200 m'deki evlerimiz

Tabii biraz gerginlik de var; çünkü bugün bir sonraki güne döndüğünde zirve yürüyüşümüz başlayacak. Çadırlar kurulduktan sonra, yemek çadırında yemeklerimizi yedik. Ertuğrul zirve yürüyüşü ile ilgili son bilgi ve talimatları verdi, kramponlar, kazmalar dağıtıldı ve geceyarısından bir saat sonra yemek çadırının önünde buluşmak üzere herkes uykuya çekildi. 3200m de olduğu gibi, burada da pek uyuyamadım. Oysa dinlenmek gerekiyor, dinlenmem gerektiğini düşündükçe uykum daha çok kaçtı. Alev daha rahat sanki... Ama heyecan benim yakamı bırakmıyor. Biraz huzursuzluk hissediyorum...

4200 kampına yerleştikten sadece 8 saat sonra, 26 Temmuz’un 2. saatinde zirve yürüyüşümüz başladı. Akşam teknik malzeme ve tırmanış planı ile ilgili tüm hazırlıklarımızı yaptığımızdan sabah organize olmamız çok kısa sürdü.


Liderimiz Ertuğrul Melikoğlu kendini dağlara adamış, hakikaten dağlara aşık bir insandır. Zaten neşeli, hoş sohbet bir tiptir ama onu bir de dağlarda, hele de zirve yolunda görmeli. Coştukça coşar, dağlarla konuşur, inanılmaz hikayeler anlatır, arada dağlara ve ekiptekilere naralar salar. Ekip için inanılmaz motivasyondur tüm bunlar. Dağda (veya herhangi bir doğa sporunu yaparken) liderinize, rehberinize güvenmek önemlidir. Türkiye'deki dağ kazalarına bir AKUT mensubu olarak, genelde hep o çağrılır.

Ertuğrul Melikoğlu

Ekip o kadar heyecanlı ve gergin ki, hazırlık aşamasında Ertuğrul ve yardımcı rehberlerden başka coşan ve yüzü gülen olmadığını söyleyebilirim:) Ahçımız Atilla da içi tıkabasa dolu kumanyalarımızı dağıtıp, en can alıcı motivasyon sözünü söyledi: "Döndüğünüzde zirve pastanız hazır olacak, bu pastamın şöhreti dünyaya yayılmıştır, kutlamaya az kaldı..."

Dağcılıkta zirve yürüyüşleri şafak sökmeden başlar. Bunun amacı, herhangi bir istenmeyen durumla karşılaşıldığında gerekli yardım faaliyetlerinin yapılabilmesi için gün ışığından azami faydalanılabilecek zamanı bırakmaktır.

Zirve Yolunda

Artık rotamız çok dik. Hava henüz ağarmadığı için kafa lambalarımız açık olarak, ağır tempoyla ilerliyoruz. Saatte 100 metre yükselip, her geçen saatte bir kısa mola veriyoruz. Tırmanışımızın başlamasından yaklaşık 3 saat sonra, Küçük Ağrı Dağı’nın hemen arkasından şafak sökerken, Liderimiz dağın en dik bölgesini geçtiğimizi söylüyor. Bu güzel habere rağmen devam ettiğimiz rotanın daha yumuşak olduğunu söylemek zor.

Az kaldı...

Dev kaya setlerini aşa aşa ilerlememize devam ediyoruz. Volkanik kayalar üzerinde azami dikkatle yürüyor, tırmanıyoruz. Tek bir dikkatsiz adım atmanın bedeli çok ağır olabilir. Ekip dizilişi gereği, Alev ile aramda biraz mesafe var. Her molada birbirimizi "iyi misin?" diye kontrol ediyoruz, aslında daha çok Alev beni kontrol ediyor. O duruma daha hakim ve rahat gibi, heyecanlı olan, her zamanki gibi, benim:) Saatler saatleri kovalıyor. Artık sonsuza kadar devam edeceğine inanmayı başladığım bu dev setlerden bir tanesini daha aşınca ansızın karşımızda eşsiz güzellikte bir buzul platosu beliriyor. Liderimiz platonun yukarı doğru kıvrıldığı tepenin zirve olduğunu ve şu an bulunduğumuz yerin 4900 metre olduğunu söylüyor. Şu anda zirve platosunda bulunuyoruz. Aşırı yorgun ama bunu umursamayacak kadar heyecanlı ve mutluyuz. Artık zirve ile aramızda sadece 165 metre var. Sert rüzgarlar esse de, güneş pırıl pırıl ışığıyla bize desteğini yolluyor adeta. Karşımdaki manzara beni büyülüyor.


Zirve Platosu

Bu noktada Liderimiz hava ve zemin şartlarını değerlendirip, buzulun kazma ve kramponla geçilebileceğini, sabit hat döşeyip emniyet almaya gerek olmadığını söylüyor. Aceleyle kramponlarımızı takıyoruz. Buzul geçişi tırmanışın en zor kısımlarından biri, çok dikkatli olunması gerekiyor. "Serak" denilen buzul çatlak ve yarıklarının yanlarından dikkatle geçiyoruz. Saat 8.30’da zirveye liderimizden sonra ayak basan ilk kişi oluyorum. Arkamdan tüm ekip arkadaşlarım birer birer zirveye ayak basıyor.


Zirveye ulaşılır da bu poz verilmez mi?

Ortam inanılmaz: çığlıklar, zafer naraları, tebrikler birbirine karışıyor, herkesin gözünden yaşlar akıyor ama aynı zamanda kahkahalarla gülüyoruz. Başardım! Başardık!

Zirve Hatırası:)

Bir kaç dakika sonra özel bir misyonu yerine getirmenin zamanının geldiğini düşünüyorum. Zirveye ulaşan dağcıların çoğu bir takım ritüellerle zirveye ulaşmalarını kutlar. Kimi bir sandıkta bulunan zirve defterine o anki hislerini yazar, kimi kendine anlam ifade eden bazı objeleri zirveye bırakır... Kişiden kişiye değişir... Ben de sırt çantamdan özenle katlanmış bayrağı çıkarıyorum. Alev de elinde fotoğraf makinesi biraz sonra şahit olunacak güzel merasimi kayda geçirmeye en uygun noktayı belirlemeye çalışıyor. Bayrağı büyük bir gururla açıyorum, esen şiddetli rüzgarla bir anda açılan bayrak zirvenin buz zemini, etrafta dans eden bulutlar ve mavi gökyüzüyle harika bir uyum içinde dalgalanmaya başlıyor. Çok mutluyum, dakikalarca dalgalandırıyoruz bayrağımızı, ekip arkadaşlarımın çığlıkları arasında.Kimse zirveden ayrılmak istemiyor.

Ama, her nekadar güneş parlasa da zirve aslında çok soğuk. Uzun süre yürüyüp iyice ısınmış vücutlarımız bir de artan adrenalin salgısıyla bir süre bu soğuğu hissetmiyor. Ama fotoğraf ve kutlama merasimimiz uzadıkça soğuk da kendini hissettirmeye başladı. Kaldı ki tırmanışın bittiği yer zirve değil, tırmanışın ilk başladığı noktadır. Yolumuz uzun, bu güzel anla vedalaşma vakti geldi. İstemeden ayrılıyoruz.

Zirve'den ayrılış


Saatler sonra kampa ulaştığımızda bizi Atilla'nın muhteşem "zirve pastası" ve akşam yemeği karşılıyor. Aslında ayakta zor duruyoruz ama bu pastanın anlamı çok büyük, törenle kesilecek, afiyetle yenecek. Aynen de öyle yapıyoruz. Pastamızı daha önce üç kez Ağrı dağına tırmanya gelmiş, her seferinde ya sağlık ya da hava muhalefeti nedeniyle amacına ulaşamamış sevgili Ahmet Abimize kestiriyoruz. İyi ki yılmamış, 4. seferde başardı işte:) O da çok ama çok mutlu görünüyor...

Meşhur Ağrı Dağı Pastası

Ve akşamüstü saat 6 civarında Explorer kampı sakinleri çadırlarına çekilip , ertesi sabaha kadar sürecek belki de hayatlarının en uzun, en derin ve en keyifli uykusuna dalıyorlar...




10 yorum:

Zeynep Everi dedi ki...

Muhteşem bir his olmalı :))) Ancak bir balık burcunu zirvelerde görmek son derece enteresan hatta 2 balık. Harikasınız. Fotolar da öyle ve o kadar güzel anlatmışssın ki kaptırdım kendimi hatta heyecanlandım bile siz zirveyolundayken.

Basak dedi ki...

Zeynepçiğim (size Zeynep diyebilir miyim amca?:):)) Kendimi size fazla yakın hisediyorum da...) dağcılık işini bana hissettirdiklerinden dolayı çok sevdim. Gerçekten anlatması zor, elimden geldiğince yazdım, yazarken o anki hislerimi tekrar yaşadım hatta, ama yine de yazıya tam yansıyamayacak kadar güçlü ve karmaşık duygular... Aslında tam da balıklara göre bu işler, bilirsin pek bir meraklı olurlar:) Sevgiler çok...

Lerzan dedi ki...

Basak cim ne guzel dile getirmissin!! gitmis kadar oldum nerdeyse :) Alev cim senin de fotograflarin adeta konusuyor..

maceralarinizi takip ediyorum..
sevgiler.
Lazer:)

ABİ dedi ki...

Bilmediğim ama çok güzel ve ilginç şeyleri öğreniyorum sayende..
çok teşekkür..
iyi bayramlar bu arada.
sevgiler..

İçimden Geldiği Gibi dedi ki...

çok güzeldi...devamını bekliyorum..

cüneyt uzunlar dedi ki...

Çok güzel...

Doğubeyazıt'ı da anlatmanızı ve fotograflamanızı çok isterdim...

Ağrı eteğindekiler için ne ifade ediyor öğrenmek isterdim...

Gene de dilinize sağlık...

Basak dedi ki...

Hepinize değerli yorumlarınız için çok teşekkür ederim. Bayram tatili dönüşü bunları görmek çok mutlu etti beni.

Sevgili Lerzan, burada olmana ve TC'ye dönüşünüze çok sevindim. En kısa zamanda görüşmek dileği ile...

Sevgili Abi; Hemen adresinize gittim, isimlerinden cazibeleri belli olan bloglarınızdan birine girebildim, gördüğüm kadarıyla benim de sizden öğreneceğim çok şey var:) Takipteyim:) Sevgiler...

Sevgili İçimden geldiği gibi; devamı gelecek ya, umarım sıkılmazsın:)) Çok teşekkür ederim.

Sevgili Boş Arsa;

Haklısınız, Doğu Beyazıt eksik kaldı. Başta ve sonra toplam 2 gün geçirğimiz bu şehre ilk gün tırmanış heyecanından, son gün de aşırı yorgunluktan hakkını veremediğimizi düşündüm. Ancak elbetteki güzeller güzeli İshak Bey Sarayı'nı gördük. Belki de bunu anlatmalı, öyle bir taş işçiliğini daha önce görmediğim için... Bir de keşke biraz daha yeşil olsaydı diye düşüdüğümü hatırlıyorum, dümdüz bir ovada kurulu olmasına rağmen pek ağaç yoktu. Bana fikir verdiğiniz için ok teşekkür ederim. sevgiler

Alev dedi ki...

Lazer, özledik çok.

Feride Nizamettin dedi ki...

Sevgili Başak, bundan 6 sene önce uçakla çok yakınınından geçerken Ağrı'ları görmüş ve çok etkilenmiştim. Elimi uzatsam tutacak kadar yakındı neredeyse. Birgün belki zirveye de çıkarım diye hayal kurmuştum. Ne güzel anlatmışsın, sanki senin gözlerinden ben bakıyordum. Ellerine sağlık. Kardan nefret eden biri olarak dağcılık herhalde bana pek uygun olmaz:))), onun için sen yaz ben okuyayım.
Sevgiler

Basak dedi ki...

Sevgili Pisikopati, kar üşütür beni de, o yüzden tercih etmem ama işte bazen sevmediğin ya da korktuğun durumların üstüne gitmek iyi oluyor. Neden sevmediğini ya da korktuğunu sorgulama fırsatı veriyor insana, çoğu zaman da bir "neden" bulamıyorsun, işte o zamanlar korkmaktan, sevmemekten vazgeçiyorsun:)))