İSPANYA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İSPANYA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Kasım 2014 Çarşamba

MADRİD - 3

Bana kalırsa Madrid’in en güzel günü pazarları!!!  Kendi ülkemde, nerede olursam olayım,  bunun tersini düşünürüm oysa: Pazar günlerini sevmem. Oysa Madrid’e Pazar gününün  çok yakıştığını düşündüm. Madrid bir insanın kafasındaki “Akdeniz şehri” hayalini, denizi olmamasına rağmen, tam olarak yansıtan bir şehir. İlginç bir enerji bu. Işığın konumundan mı, binalarından, insanlarında mı, bilemiyorum. Doğrusu, denizi olmayıp da insana bu kadar enerji ve Akdeniz coşkusu veren başka şehir var mı, bilmem.  Pek çok fenomen ressam bu ülkeden çıktığına göre, kesin bu ülkede, bu şehirde böyle ilginç bir tılsım var!  

Binalar renk renk...

Otelimizdeki kahvaltıdan sonra otobüse atlayıp yine Puerta Del Sol’e (Güneş Meydanı’na) gidiyoruz. Şehrin görmeye değer tüm tarihi, sanat ve eğlence mekanlarına buradan kısa sürede ulaşmak mümkün çünkü. Öğleden sonra Alev’in su topundan, ilk gençlik günlerinden bir arkadaşıyla buluşacağız. Kendisi, Katalan eşi ile birlikte Barselona’da yaşıyor.  Sabah için programımız başka: Bugün bit pazarı günü.  Madrid’in meşhur ve en büyük bit pazarı El Rastro’ya gideceğiz. El Rastro upuzun bir sokakta Pazar günleri açılan ve aklınıza gelecek her şeyi satan tezgahlardan oluşan, cıvıl cıvıl bir bit pazarı. Benzetmek gerekirse, Ankara’daki Selanik Sokak veya İstanbul’daki Ortaköy gibi. Ama tabii şehrin sanat ve hoşgörü dolu enerjisi, esasen özel ilgi duymadığımız bit pazarı konseptini dahi gözümüze pek hoş gösteriyor. Bir defa öğlene doğru tüm şehir Pazar sabahı mahmurluğunu atmakta iken, sağdan soldan yükselen canlı müzik sesleri içinizi yaşam enerjisi ve mutlulukla dolduruyor. Kısa sürede geçtiğimiz her köşe başında klasikten caza, etnikten flamenkoya, bir şeyler çalan irili ufaklı orkestraların yer almaya başladığını görüyoruz. Şehir sanki açık konser salonu… Bu işi yapan insanların kostümlerine ve hatta makyajlarına gösterdikleri özen ise yaptıkları işi ne kadar sevdiklerini kanıtlar gibi… Geri planda sürekli değişen melodilerle El Rastro’nun keyfini çıkarıyoruz böylece. 


El Rastro'da niye bu kadar gaz maskesi vardı acaba?:))


Bit pazarı gezintimiz bitince,  her biri bir tabloya konu olabilecek güzellikte, pencerelerinden petunyaların, sukkulentlerin sarktığı taş binalardan ve paket taşlı yollardan oluşan dar sokaklara dalıyoruz. Geleli 24 saati ancak geçti ancak Madrid’in her bir sokağının sürprizlerle dolu olduğunu anlamak için gayet yeterli bir süre. Bu insanlar için sanat, estetik hayatın içine geçişmiş adeta. Yaşamın doğal bir unsuru (öyle zaten ama bazı kültürler bu doğayı reddetmekte pek ısrarcı:(. Binaların mimarisinden, sokak-cadde tabelalarından, mekanların ve hatta vitrinlerin dekorundan, ufacık bir mahalle berberindeki eşyaların yerleştirilişine kadar,  her yerde sanatsal bir estetik söz konusu. Hal böyle olunca sokaklarda aylak aylak gezmek bile büyük zevk. Fotoğraf merakınız varsa, Madrid’de foto serisi yapabileceğiniz çok fazla malzeme var: Mesela porselen, seramik veya dökme demirden yapılmış, her biri tablo gibi sokak-cadde tabelaları, inanılmaz bir el işçiliğini yansıtan bina ve apartman kapıları veya her birini ayrı bir sokak ressamının boyadığı dükkan kepenkleri… 


Bu bir balıkçının kepengi...



Bu da bir erkek beberinin:)) 

Bu ise unisex bir mahalle kuaförünün girişi... 


Kendimizi kaybetmiş şekilde bu detayları incelerken, bir yerden Pazar gününe çok uyan, tatlı bir klasik müzik sesi gelmeye başlıyor. Canlı, oda müziği sesi bu. Sesi takip edip, kısa sürede sesin kaynağını buluyoruz: Cafe Victoria (veya tam İspanyolca adı ile Espacio Cultural La Victoria. İçerideki yüksek tavanın kirişlerinden birinin üzerindeki yazıdan da anlaşılacağı üzere, basbayağı 1914’ten beri hizmet veren bir mekan burası. İçeride yaşlarından henüz üniversite öğrencisi oldukları hemen anlaşılan 4 kişilik bir yaylı sazlar orkestrası enfes klasik müzik parçaları çalıyor. Tatlı bir hipnoz etkisiyle oturduk bir masaya ve konserleri bitene kadar da o hipnozun etkisinden çıkamadık. Kendi ülkemizde böyle bir kafe hizmetine alışık olmadığımızdan herhalde, yüksek tavanlı taş bir binada, size 10 adım mesafedeki bir orkestradan yemek yiyerek, içeceğini yudumlayarak veya kitabını okuyarak klasik müzik dinlemenin verdiği keyif bizi resmen hipnotize etti. Sanırım hayatımızın en unutulmayacak, en tatlı anlarından birini kaydetmiş olduk böylece kişisel tarihimize de:) 

1914'ten beri orada: Cafe Victoria 

11 Kasım 2014 Salı

MADRİD - 2

Madrid’de “kutsal üçgen” denebilecek 3 önemli müze bulunuyor: Prado, Reina Sofia ve Thyssen Müzeleri. Benim bu seyahatte önceliğim müzeleri gezmekti. Çünkü daha çocukluktan isimlerini bir şekilde öğrendiğim(iz) veya tabloları görsel olarak hafızam(ız)a girmiş ressamların çoğu şu an ismi İspanya olan ülkenin sınırları içinde doğmuşlar (böyle yazdım çünkü İspanya’da ciddi bir milliyet hassasiyeti var; herkese otomatik “İspanyol” demek bulunduğunuz yere göre doğru ya da hoş olmayabiliyor, İspanyol ayrı, Katalan, Bask vb ayrı zira…):  Dali, Picasso, Miro, El Greco, Velazquez, Goya… Ve bu ressamların eserlerini görmek aslında benim için en büyük Madrid motivasyonuydu!

Başta yazmıştım, Madrid doğa ve insan dostu bir şehir diye. Bu durum müzeleri için de geçerli: Madrid seyahat planımızı yaparken gördük ki bu 3 önemli müze haftanın belli günlerinde ve belli saatlerde ücretsiz gezilebiliyor!  Prado’nun  ücretsiz günlerinden biri de Cumartesi, 18.00 – 20.00 saatleri arası.
1800’lerin başında açılan müzenin temelini  İspanya Kraliyet ailelerinin devasa koleksiyonu oluşturuyor.
  

El Tigre’deki kalori yüklemesi sonrası soluğu Prado’da aldık. Müze bahçesi çok kalabalık, insanlar çoluk çocuk çimlere yayılmış, saatin 18.00 olmasını bekliyorlar. Biz de onlara katılıyoruz. 1800’lerin başında açılan müzenin temelini  İspanya Kraliyet ailelerinin koleksiyonu oluşturuyor.

Elbette bu muhteşem müze için 2 saat yeterli olamaz. Ben Madrid’de yaşasam muhtemelen her ay ziyaret ederdim. Ancak turistiz ve burada geçireceğimiz gün sayısı kısıtlı. Yine de oradaki klasiklerden tek birini görmek bile güzel sanatlarla arası hoş olan bir insanı ciddi şekilde sarsacaktır. Müzede geçen o iki saatimizi en basitçe “büyülü” olarak tanımlayabilirim. Öyle ki müzeden çıktığımızda Alev de ben de uzun süre kendimize gelemedik ve konuşamadık… Bazı şeyleri anlatmak hakikaten mümkün değil, ancak yaşanabiliyor işte. Ben yolu Madrid’e düşecek herkese mutlaka ama mutlaka Prado Müzesine yarım saat bile olsa uğramasını öneriyorum.
Resim sanatının özellikle klasik döneme ait muhteşem örneklerini Prado'da görebilirsiniz.
İspanya’da, aynı İngiltere gibi: Yazın hava kararmak bilmiyor, dolayısıyla günleri çok çok uzun. İspanyolların akşamları geç yemek yeme alışkanlığı bu "upuzuuun" günlerden kaynaklanıyor olsa gerek:) Müzeden çıkınca Grand Via civarında her biri bizim İstiklal Caddesi kıvamında bir çok cadde ve sokaklarda geziyoruz. Çılgın, insanı mutlu eden bir enerji var. Herkes kendi halinde. Madrid’in ayrımcı değil, kaynaştırıcı ve gerçekten “demokrat” bir şehir olduğunu insanların davranışlarından, kendilerini nasıl hissediyorlarsa öyle davranmalarından ve giyinmelerinden  anlamak kolay oluyor. Bu tür caddeler alışveriş ve genel olarak kalabalıklar içinde yitip kendini unutmak için iyi. Ancak, caddelerdeki mağazalar ve kafeler genelde artık her kapitalist ülkede görmeye alıştığımız türden: aynı markalar, aynı konseptler, aynı dekorasyonlar... Biz ise o ülkeye, o şehre, o kültüre has bir şeylerin tadına bakmak istiyoruz. belki de yaş icabı... Yine de belirteyim ki alışveriş için cennet bir yer Madrid. Ne de olsa Zara, Mango başta olmak üzere, pek çok tekstil devinin ana vatanı burası.  Bence bir marka var ki, bana göre İspanya'nın o sıcak, parlak güneşini, renklerini ve cıvıl cıvıl enerjisini en iyi o temsil ediyor: Desigual!!!     Alev'le tek gezdiğimiz, hatta iki kez uğradığımız tek mağaza oldu burası.


Bu caddelerde, sırf görmüş olmak adına, biraz gezinip, bir sonraki hedefimize yönleniyoruz:  bisiklet sever eşimin seyahat planı yaparken aylar önce bulup listenin en başına yazdığı LaBicicleta Café! Adından da anlaşılacağı üzere, bisikletsever, dekorasyonunda bisiklet ve bisiklet aksesuarlarının hakim olduğu, sevimli ötesi bir mekan burası. O kadar merkezi bir yerde ki  sokaklarda gelişigüzel dolanırken  kendimizi mekanın önünde bulduk:)

Bir Cumartesi akşamının enerjisi dünyanın pek çok şehrinde güzeldir. Durum Madrid için de fazlasıyla geçerli: Her yer gibi, Café Bicicleta’nın da enerjisi yüksek. İçerisi cıvıl cıvıl gençlerle dolu. Yaş ortalaması bize göre hayli düşük. Biz bara oturmayı tercih ettik çünkü bara gelip gidenleri, barmenlerin davranışlarını gözlemeyi seviyoruz. Web sitesinde buradan “iş yeri” diye de bahsediliyor. Mekan serbest çalışan insanlara keyifli bir ofis ortamı sunuyor zira. Ama Cumartesi akşamı kimsenin iş yaptığı falan yok tabii:)

Cafe Bicicletta bir köşe başında, minik ve çok sevimli bir mekan 

Daha ilk günden fark ediyoruz: İspanyollar doğal insanlar, neşelerini de üzüntülerini de suratlarından hemen anlamak mümkün ve çok çok çok rahatlar. Bu şu demek: mesela bir garsondan sana farklı, özel hele hele hızlı davranmasını asla beklemeyeceksin:)  Genç-egemen bir mekan olan Bicicleta’da garsonlar da epey genc, servis için biraz keyiflerinin yetmesi gerekiyor. Ancak, dediğim gibi, bu durum Madrid’de doğal bir şey, bu böyle kabul edile:)  El Tigre’de yediklerimiz müzede ve sokaklardan gezerken çoktan yanmış gitmiş olmalı ki yanımızdan geçen enfes tapas tabaklarını görünce acıktığımızı fark edip, yine tapas siparişi verdik. Burada tapas olarak gelenler ekmek üstüne konan peynirler ve jambonlar şeklinde. Ama ekmeğin, peynirin, jambonun lezzeti o kadar güzel ki minimal yemenin keyfine varıyoruz. Bicicleta’da uzun ve keyifli bir vakit geçirdik ama yol yorgunluğu çöktü sonunda, otelimizin yolunu tuttuk.

Madrid için en uygun sıfat: Cıvıldak! her yerden, herşeyden renk fışkırıyor. Şu tabelanın sevimliliğine bakın!

10 Kasım 2014 Pazartesi

MADRİD - 1

Güneşli bir Mayıs günü Pegasus Hava Yolları ile Madrid’e uçarak, oğlumuz doğduğundan bu yana ilk kez onsuz bir tatile çıkmış olduk. Madrid’e 2008’de şöyle bir uğramışlığım, şehri birkaç saat gezmişliğim vardı, iki uçak arasında. Ancak, herkesin uykuda ve tüm mekânların da kapalı olduğu erken bir Pazar sabahında şehrin ruhunu, enerjisini anlamak, tadına bakmak mümkün olmamıştı. Eşimin Madrid’de katılması gereken bir organizasyon, benim de iznimi ayarlamamla, bize bu harika, sürprizlerle dolu, fıkır fıkır şehri keşfetme şansını verdi.

Madrid çok büyük bir şehir (tahminimizden bile büyük), “hispanik” dünyanın da başkenti. Bu nedenle gitmeden dersimizi iyi çalışıp, 1 yıl gezsen bitmeyebilecek zenginliklerinden beklentilerimize uygun olanları dikkatlice seçip, ciddi bir gezi programı yaptık.

Avrupa şehirlerinin olmazsa olmazı: dev meydanlar
Avrupa şehirlerinin olmazsa olmazı: Dev meydanlar!  Burası da Plaza Mayor.


Cumartesi öğle saatlerinde, mevsim normalinin üstünde bir sıcaklıkla yanmakta olan Madrid’e ulaştık.  Daha gitmeden yaptığımız araştırmalardan, her medeni şehir gibi, Madrid’in de ulaşım sorununu çoktan çözmüş olduğunu anlamıştık. Bu nedenle, havaalanında doğrudan metro istasyonuna gidip, otelimizin olduğu semte ulaşmamız çok kolay oldu. Bu ulaşım meselesi yabana atılmamalı: yabancı bir ülkede ulaşım imkânları ne kadar güçlü, yaygın ve “kullanıcı dostu” ise kendinizi o kadar güvenli hissediyor, gittiğiniz şehri de kolayca benimseyip, tadını çıkarabiliyorsunuz. Böylece, 20 dakikada, hem de tek vasıta ile otelimize ulaşma imkânı sunan Madrid’i  ilk anda sevdik:) 

Otelimiz, eşimin katılacağı organizasyonun da mekânı olması sebebiyle seçtiğimiz, Padre Damian’da bulunan NH Eurobuilding.  Büyük, standart bir şehir oteli, odamız gayet geniş, ferah.

Otele yerleşip, sıcağa bakmaksızın kendimizi sokağa attık. Gezi planımızı yaparken, görmek istediğimiz tüm mekânların, bir ucunda otelimizin bulunduğu, upuzun bir bulvarın civarlarına dağılmış olduğunu fark edince, “oh ne güzel otelden her yere dümdüz yürüyüp gideceğiz demek” diye konuşmuştuk.  Bu motivasyonla, resepsiyon görevlisine  Old Town' a hangi taraftan yürüyeceğimizi sorduk haliyle. Adam bu sorumuza pek bir şaştı. Sonra da   “Hayır hayır, yürüyemezsiniz, bu mümkün değil. En az 2,5 saat yürüme mesafesi orası” deyince Madrid’in hayalimizden çok daha büyük bir alana yayıldığının ilk işaretini almış olduk. Tabii ulaşım sorunu olmayan memleketin hali başka olduğundan, resepsiyon görevlisinin tavsiyesi üzerine, otelin hemen önünden geçen ve son durağı Puerto Del Sol (Madrid'in kalbi diyelim buraya:) olan 3 numaralı otobüse bindik. Metro ile daha kısa sürerdi bu yolculuk, ancak bu tip seyahatlerde şehri kabaca tanımak için otobüs daha avantajlı oluyor. Yaklaşık 20-25 dakikalık bir seyahatle son durağa vardığımızda, kat ettiğimiz mesafenin uzunluğuna (sportif antrenman yapmak niyetiyle çıkmadıysanız gerçekten keyfi yürünecek bir mesafe değil:), yolların genişliğine (öyle böyle değil), orman kıvamında şehri ve caddeleri kuşatan ağaçlara, bölünmüş yolların arasına yer yer yollardan daha geniş olarak yapılmış park alanlarına, kaldırımların yollardan geri kalmayan genişliğine,  bu kısa mesafede dahi geçtiğimiz meydan sayısına hayret ettik. Anladık ki “insan ve çevre dostu” bir şehirdeyiz. Bu kavram Ankara’da yaşayan bizlere  artık epey yabancı ne yazık ki…

Grand Via, Madrid'in ünlü, büyük, uzun bulvarı.
Gerçi bulvarı bol bir şehir  ama eski şehir (dolayısıyla tarihi-turistik mekanlar) bu caddenin etrafına yayılmış, o yüzden en ünlüsü 

Daha önce de yazılarımda belirtmişimdir: Bizim için seyahat demek sadece gezmek değil, yemek-içmek de demek. Lokal mutfakların yemeklerini, aşırı turistik restoranların ağına düşmeden, tatmak büyük zevktir eşim ve benim için. İspanya deyince yemek olarak herkesin aklına ilk gelecek şey tapas tabii. Yıllar önce tapası bir tür yemeğin adı sanırdım. Çok sonraları öğrendim tapasın bir yemek adı olmadığını, Türkçe’de “meze” anlamına geldiğini ve zaten meze tarzı hafif ve az miktardaki yemeklerin genel adı olduğunu…  İspanya’ya uygun bir tanım vermek gerekirse, ekmek üstüne konabilen veya küçük şişlere dizilebilen her şeye genel olarak tapas diyebiliriz:) Ha tabii bu kategoriye uymayan ama aslında tapasın şahı olan, bol patates ve yumurtayla yapılan, görüntüsü omletten çok iyi kabarmış keke benzeyen İspanyol omleti tortilla var.  Daha önce Barcelona’da farklı farklı tapasları denemiştik. Gezi planımızı yaparken, internette birden fazla farklı kaynakta El Tigre isimli bir tapas barından sıkça ve övgüyle bahsedildiğini okuyup not almıştık. Yeni gidilen şehirde yapılacak ilk aktivitenin yemeğe gitmek olması, bizim için bir seyahat klasiği oldu neredeyse, o yüzden Madrid’de de aynı adeti sürdürmek üzere, El Tigre’nin izini sürmeye başladık:)       

Akıllı telefonların ve sosyal medya ağlarının hayatımızı ne kadar kolaylaştırdığını en çok anladığım zamanlar seyahatler oluyor. Birkaç tuşa basarak gittiğin yerde nereleri görmeli, neyi nasıl yapmalı, nerede ne yemeli gibi sorulara hızlı ve yüzlerce cevap bulmak güzel bir şey. Buna rağmen, El Tigre’yi gereksiz yere çok aradık.  Ancak iyi oldu: Old Town bölgesinin birbirinden güzel ara sokaklarını keşfettik. Açlığımıza ve sıcağa rağmen bu sevimli ara sokaklarda oradan oraya gitmekten büyük keyif aldık ve sonunda  Calle Infantas No. 30’da bulunan El Tigre’ye ulaştık.


Dükkanları kapalıyken de ayrı güzel şehir: Kepengi boyanmamış dükkan yok neredeyse:) 
Mekan içine girince şaşırdık: Evet, Avrupa standartlarında benzeri çok olan,  pub tarzında bir mekan ancak hiç de özenli ve temiz görünmüyor. Yerler peçete kağıdı dolu (tapas barlarında bunun adet olduğunu ise kısa sürede öğreneceğiz), biz girerken çıkan kalabalık bir “bekarlığa veda” grubu (Madrid’de özellikle haftasonu en çok göreceğiniz şeylerden biri olacak bu gruplar:) sonrası mekan neredeyse boş, hatta o kadar boş ki garson çocuklardan biri bira fıçısının üstüne oturarak öğle yemeğini yemeye başladı)  Bardaki diğer garsona “tapas yemek istiyoruz” dedik, o da “bize ne içeceksiniz” diye sordu.  Biz ısrarla “yemek” dedik, o ısrarla “ne içeceksiniz” dedi. Çaresiz, toplam 2 Euro ödeyerek 2 adet dev bira alıp duvar kenarındaki bar masalarından birinde ayakta dikilmeye başladık. Az sonra resmen bir tapas bombardımanı başladı. Tecrübe ile öğrendik ki klasik (yani turistik olmayan) tapas barlarında aldığın biranın yanında, mekanın kendine özgü tapasları arka arkaya geliyor. Ve aldığın her yeni bira yeni bir tapas bombardımanının başlayacağı anlamına geliyor:) Nihayette, Alev garsondan adeta yalvarır gibi daha fazla tapas vermemelerini rica etmek zorunda kaldı:) El Tigre’nin bu kadar ünlü olmasının sebebi enfes tapaslarının yanı sıra bir de bu yemek bombardımanı olsa gerek. Çünkü daha sonra gittiğimiz tapas barların hiç biri bu derece “bol kepçe” değildi:) Velhasıl, çok sembolik bir bedel ödeyerek bira yanında çatlayana kadar tapas yemek için ideal bir yer El Tigre.       

El Tigre
       

13 Eylül 2010 Pazartesi

GAUDI’NİN ŞEHRİ : BARSELONA – III


La Ramblas Caddesi

La Sagrada Familia Kilisesi’nden sonra aslında Gaudi'nin bir başka muhteşem eseri Park Güell’e gidecektik, hatta biletini almıştık. Ama arsız yağmur planımızı bozdu, bu yağmurda parkta gezmenin sıkıntılı olacağını anlayıp, çaresiz vazgeçtik Park Güell’den. Ama Alev ve ben bu dünya güzeli şehre bir daha gideceğimizden o kadar eminiz ki az üzülüyoruz bu iptal kararına.

Şimdi istikamet dünyanın en meşhur caddelerinden biri olan La Ramblas... La Ramblas, İstanbul’un İstiklal Caddesi’nden sonra, dünyanın üzerinde en çok insanın yürüdüğü caddesiymiş. Limana kadar inen upuzun, geniş bir cadde, ortası yaya yolu olarak düzenlenmiş ve adeta bir orman gibi. Sağında ve solundaki dar yollarda araç trafiğine izin veriliyor. Yayayolu olan kısımda hediyelik eşya, çiçekçi ve evcil hayvan dükkanları var. Cadde üstündeki binaların altı ise klasik olarak ağırlıkla kafe ve restoranlarla dolu.

Burası çok şirin bir pastane

La Ramblas kadar meşhur olan bir diğer mekan ise caddenin tam orta noktasında yer alan Balık Pazarı. Yani bir pazar alanı bu kadar mı güzel, bu kadar mı keyif verici olur?
Adı "balık pazarı" ama içeride her türlü gıda var. Sokaklar gıdaların türlerine göre ayrılmış Sunum mükemmel. En hoşumuza giden malesef ülkemizde olmayan (olamayan) deniz kabukluları reyonları. Hayatımızda bu kadar çeşitli kabuklu deniz hayvanı görmemiştik. İmkân olsa hepsinden tatmak isterdim. Kendimizi kaybettik orada.

Midyeler

Diğer kabuklular



Pazarda açık büfe şeklinde hizmet veren “Tapas” restoranları var ve hepsi dolu. Alev ve ben daha yeni yemek yemiş sayılırken birden kendimizi yeniden yemek planları yaparken bulduk:) Ama burası kalabalık, cadde üzerinde bir yeri deneriz diye düşündük.


Sakatatçıların olduğu reyon bize gayet tanıdık, fakat Amerikalı turistler için hiç öyle değildi:) Yaşlıca Amerikalı bir kadın vitrine bembeyaz bir yorgan misali serilmiş işkembeyi uzun uzun incelerken gördük. Alev ve ben kadını birbirimize işaret edip güldük. Çünkü Amerikalı kadının hayatında böyle bir şeyi görmediğinden eminiz, yüzündeki şaşkınlık ifadesi çok net zaten. Nitekim kadın bir yakından bir uzaktan bakarak ne olduğunu anlamaya çalıştığı bu garip gıda için “John, what’s that??” diye tınısında bolca şaşkınlık olan bir ses tonuyla fotoğraf çekmekle meşgul kocasından yardım istedi. Adamın bilmiş edalarla karısına verdiği cevap ise Alev ve beni kahkalara boğdu: “It should be a kind of animal skin/Bir tür hayvan derisi olsa gerek” ....:))))) “Hocam o hayvanın midesi” diyebilirdik ama bu cevap karı kocanın tüm iç dengelerini ve algı sistemlerini alt üst edebilir diye, vazgeçtik. Tipik bir Amerikalı her bir şeyi yer de nedense hayvanların organlarının yenebileceğini asla tahayyül edemez. Üstelik Avrupa' nın bir kısmı da onlarla aynı fikirde. Nasıl Yunanlılar AB yasaklarına rağmen çatır çatır kokoreçleri, işkembeleri yemeye, satmaya devam ediyorsa, İspanyollar da aynı şekilde bu yasağı sallamıyor. Dahası İspanya'da henüz sigara yasağı da gelmemişti biz oradayken, kapalı mekanlarda herkes püfür püfür sigara içmekteydi.

Balık pazarında epey gezindikten sonra caddeye tekrar çıktık. Aslında tok olmamıza rağmen, buraya kadar gelip klasik İspanyol tatlarını tam kadro denemeden gitmek olmaz deyip, gözümüze hoş görünen bir restorana oturduk. Tortilla’yı (İspanyol omleti, bizim omletlerden farkı iri küpler halinde kesilmiş haşlanmış patateslerden yapılması ve neredeyse pasta kadar kabarık olması) önceden götürmüş olduğumuz için, bu kez hedefimiz Tapas ve İspanyol pilavı Pahella’dan denemek.

İtiraf edeyim ki Alev ve ben Tapas’ı bir tür yemek sanıyorduk, meğer “tapas” İspanyol ve Katalan dilinde “meze” demekmiş:) İspanya’da insanlar mezelerle ana öğün yapmayı seviyor, o kadar seviyorlar ki bizim "kebapçılar" gibi "tapasçı" restoranlar var. Küçük küçük tabaklarda çeşit çeşit mezeler geliyor. Mezeler ise bizdekilerin aynısı. Paylaşmayı düşünerek, ben bir kaç farklı tapas, Alev ise deniz mahsüllü pahella seçti. Gezi klasiği olarak, tavsiye edecekleri lokal bir biradan getirmelerini istedik.

Alev'in pahella ile imtihanı:) Bir kişi için gelen miktar 4 kişiyi doyurabilir

Tam yemeğe başlamıştık ki, o da ne: dünyanın en kalabalık caddesinde tanıdık iki insanın yürümekte olduğunu görüyoruz: Özge ve Güçlü. Onlar da gelip bize katıldı. Hemen gözlemlerimizi paylaşmaya başladık.

Özge ve Güçlü de Camp Nou'ya gitmişler ve orada inanılmaz bir şey olmuş: Birbirlerini kaybetmişler:) Bu basit olayı ciddi bir krize dönüştüren ise tuvalete gitmek üzere Güçlü'den ayrılmış olan Özge’nin içinde parası ve telefonu olan çantasının Güçlü’de kalmış olması. Uzun süre Camp Nou kazan, bizim elemanlar kepçe, birbirlerini aramışlar. Çantasında her tür maddi güç ve teşkilat olan Güçlü kardeşimiz soğukkanlı olmayı becerebilirken, kendini bir daha Camp Nou’dan dahi dışarı çıkamayacak kadar çaresiz hisseden Özge’nin moral seviyesi hızla düşmüş. Hatta gözlerinden yaşlar süzülmüş. Sonunda mucize eseri birbirlerini bulduklarında adeta bayram havası oluşmuş:) Müzedeki insanlar "bütün dünya birlik olsa, hayat bayram olsa" diye şarkı söyleyip etraflarında dansederek dönmüşler:PP

Biz bu muhabbetle eğlenirken dünyanın en kalabalık caddesinden yine tanıdıkların geçtiğini farkettik. Bu kez Yılmaz Ailesiydi restoranın önünden geçmekte olan. Tabii onlar da masamıza oturdular. “Dünya küçük azizim” geyikleri aldı başını yürüdü haliyle:)


Barselona’da biri İtalyan, biri İspanyol olan iki arkadaşlarıyla buluşmayı beceren Suat ve Murat da buluşma noktamıza az sonra arkadaşlarıyla birlikte ulaştılar. Evet, La Ramblas çok turistik, yolu Barselona’ya düşen herkes o caddeden de geçecektir ama hepimizin o kalabalık caddede bir araya gelmeyi becermesi de gayet sıradışı bir olaydı bize göre:)

La Ramblas'ta da Voltran'ı oluşturduk şükür:)

Suat ve Murat lokal arkadaşları sayesinde tam anlamıyla “Derin Barselona” turu yapmışlar, anlata anlata bitiremediler. Ortak fikrimiz Barselona'nın hep gidilmek istenecek bir şehir olduğu yönündeydi. Sayfiye havasında kocaman bir şehir, her şey insanın rahat etmesine ve görsel zevklerine öncelik verilerek düzenlenmiş. Sokaklarda telaş yok, herkes memnun mesut görünüyor.

Bu şehirde doğan insanlar çok uzun yaşıyordur diye düşünüyorum. Şehir o kadar yaşam ve enerji fışkırtıyor ki bence burada kolay ölünmez, hayat kolay bırakmaz insanın yakasını:)


Gemiye binene kadar bir daha ne zaman buraya geleceğimizin planlarını yapıyoruz ömrümüz iyice uzasın diye:)

Barcelona Fatihleri...

7 Eylül 2010 Salı

GAUDI’NİN ŞEHRİ : BARSELONA - II


La Sagrada Familia Kilisesi'nin meşhur kuleleri


Yemekten sonra hala yağan ve şiddetini iyice arttırmış yağmur altında La Sagrada Familia Kilisesi’ne doğru yürüdük. Günün sonunda Barselona’dan aldığımız yegâne eşya olacak olan işporta malı kırmızı şemsiyemiz sadece kafalarımızı yağmurdan korumaya yetti. Onun dışında hemen her yerimiz ıslandı. Fakat sokaklar ve binalar o kadar güzel ki, yağmur keyfimizi kaçırmaya yetmedi.


Kilise’ye gelince kapısının önündeki devasa bilet kuyruğu gözümüzü korkuttu. Neyseki hızlı ilerlediğini farkettik.

La Sagrada Familia Kilisesi uzaktan bile gördüğünüzde tüylerinizi ürpertecektir. Daha önce hiç bir kilisede görmediğiniz (ve göremeyeceğiniz) mimarisi yüzünden. Hele hele dış cephelerini süsleyen heykeller... Ben bu kadar modern tarzda yapılıp da yüzlerindeki ifade beni bu denli etkileyen başka heykel görmedim. Adeta yaşıyorlar.

Yüzlerindeki hüzün ne kadar belirgin...

Kilisenin mimarisi dışında önemli bir özelliği daha var: 100 yılı aşmış olmasına rağmen yapımı hala devam ediyor. İçerisi de zaten şantiye alanı. Burası Antoni Gaudi’nin en büyük projesi, öyle ki Gaudi 1883’te bu projeyi devralıp, 1908' e gelindiğinde artık diğer bütün işlerini bırakıyor ve 1926'daki talihsiz ölümüne kadar kendini tamamen bu projeye adıyor. Gaudi sıkı bir Katalan milliyetçisi olduğu kadar, aynı zamanda koyu bir katolik. La Sagrada Familia Kilisesi’nin yapımına kendini delice adamasının asıl sebebi de bu. Ölümü ise hakikaten talihsiz bir şekilde gelmiş: Tramvay çarpmış ona, yaralıymış ama derbeder görüntüsü ve üzerinden kimlik çıkmaması sebebiyle taksiciler taksi ücretini ödemez diye almamışlar araçlarına. Orada epey kan kaybettikten sonra fakirlerin tedavi edildiği köhne bir hastaneye kaldırılmış, bir kaç gün sonra orada ölmüş. Ölen kişinin Barselona halkının taptığı Gaudi olduğu anlaşıldığında da şehirde kıyamet kopmuş. Ölümü açıklanınca halk sokaklara dökülmüş ve günlerce yas tutmuşlar.

Asıl tartışma da ölümünden sonra başlamış (ve aralıklarla hala devam ediyormuş): Gaudi öldüğüne göre La Sagrada Familia Kilisesi’nin inşasına devam edilmeli mi yoksa inşaat durdurulmalı mı? Gaudi o kadar marjinal bir deha ki, inşaatın Gaudi’nin getirdiği seviyede durdurulmasını isteyenler, yaşayan hiç bir mimarın onun kafasındaki projeyi hayata geçirmesinin mümkün olmadığına inanıyor. Gaudi elbette bu kilise için proje yapmış, çizimleri var ama kafası öyle farklı ve hızlı çalışıyor ki çizimlerini sık sık değiştiriyor veya yapım anında bazı şeyleri belki de o an gelen ilhamla değiştirmeye karar veriyor. Ayrıca, onun elinden çıkan son orjinal çizimler de İspanyol iç savaşında yandığı için artık inşaatı tamamlasansa da Kilisenin asla Gaudi’nin kafasındaki gibi olmayacağı düşünülüyor.

Dönem dönem alevlenen bu tartışmalara rağmen İspanyol hükümeti büyük paralar harcayarak inşaatı devam ettiriyor. Hala bitmemesinin sebebi bizce biraz da reklam kaygısı olmalı. Pazarlama açısından güzel bir malzeme çünkü.

Kilisenin içerisi, büyük ölçüde şantiye alanı olmasına ve iş makinalarının gürültüsüne rağmen insanı büyülüyor. O kadar değişik mimari formlar var ki ağzınızın bir karış açık kalacağına garanti veriyorum. Kulelere çıkan asansörler çok kalabalık olduğu için tepesine çıkamadık, daha önce buraya çıkan Özge ve Güçlü tepedeki ortamın muhteşem olduğunu söylediler.


Sanki buzdan oyulmuşlar...


Gaudi tüm eserlerinde tabiattan ilham almış bir mimar. Anlatıldığına göre, çocukken o dönemin "popüler" hastalığı (evet, her dönemin popüler hastalıkları var. Romatizma da, veremle birlikte, o dönemin rutubetli iklim hastalığı) romatizmadan muzdarip olduğu için kırlık alanda dinlenme ve iyileşme amaçlı çok fazla zaman geçirmiş. Bu onu bir taraftan giderek yalnızlığa iterken diğer taraftan doğada sonradan yaratacağı muhteşem eserlere zemin oluşturacak gözlemleri yapmasına imkân vermiş. Ben kısıtlı bilgimle ancak bu kadarını anlatabiliyorum, La Sagrada Familia Kilisesi’ni daha detaylı anlatmak benim harcım değil. Gezerken dilim tutulmuştu zaten, yazarken hepten yetersiz hissettim kendimi. Anlatılmaz, hissedilir diyeyim kısaca:)

5 Eylül 2010 Pazar

GAUDI’NİN ŞEHRİ : BARSELONA - I

3. günün durağı Barselona. Bu seyahatte Alev ve benim, Roma ile birlikte, en çok merak ettiğimiz yer. Herşeyi kendine has olan "rüya şehir" Barselona’ya beklenmedik bir şekilde yağışlı bir günde ulaşıyoruz. Oysa gelmeden önce Barselona sıcağına karşı uyarılmıştık. Hava ılık da bu yağmuru ne yapacağız? Biraz moralimiz bozuluyor haliyle.

Özge ve Güçlü daha önce Barselona’ya geldikleri için, farklı yerleri keşfetmek üzere bizden ayrılıyorlar. Biz de onların tavsiyesi ile 2 ayrı rota üzerinde ring atarak şehir turu yapan böylece ekonomik bir şekilde şehrin tüm turistik yerlerini görme imkânı sunan, gün boyunca dilediğiniz kadar inip binebileceğiniz otobüslere biniyoruz. Aslında güzel bir havada üstü açık olan 2. katlarında seyahat etmek süper olurdu ama giderek şiddetini arttıran yağmur nedeniyle bu zevkten mahrum kaldık.

Barselona aylarca ve belki de yıllarca kalsanız gezmeyi, keşfetmeyi bitiremeyeceğiniz bir şehir. Her ne kadar bu özelliği nedeniyle gemimizin de en uzun kalacağı liman olsa da [tüm limanlarda en geç 18.00 olan ayrılma saati burada 22.00. Bu arada Barselona geminin de en çok kaçırıldığı limanmış:)], bu sürenin şehrin ancak bir parmak tadına bakmaya yeteceği belli. Bu nedenle “Barselona” deyince akla ilk gelen , sembol haline gelmiş yerlerini görecek şekilde plan yapıyoruz. Niyetimiz öncelikle La Sagrada Familia Kilisesi’ni, Casa Mila’yı, Park Güell’i ve La Lambras Caddesi’ ni görmek. Alev ilave olarak Barcelona takımının meşhur stadı “Camp Nou” yu görmek konusunda ısrarlı. Ben ise bir futbol stadının gezi programından rahatlıkla çıkarılabileceğini, onun yerine çok daha anlamlı bir tarihi eserin ya da mekanın görülebileceğini düşünüyorum.

Otobüsümüz ilk durağa ulaştığı anda aslında binmeyi hedeflediğimiz yeşil hat yerine, hata ile turuncu hatta binmiş olduğumuzu farkettik. Bu hattın 2. durağı ise Camp Nou Stadı :) Tabii Alev sevinçten havalara uçtu. Haliyle grubun geri kalanıyla da 2. durakta ayrıldık. Ben de mecburen gittiğim bu staddan neredeyse bir Barcelona taraftarı olmuş olarak çıktım:) Gezmesi 1 saatten fazla zaman alan bir müze aslında Camp Nou. Etkilenmemek mümkün değil.




Camp Nou'da Alev'in bol bol fotolarını çektik tabii:)

Staddan ayrılırken yağmur yine başladı. Şansımıza durağa geldiğimiz anda bir otobüse binebildik. Güçlü ve Özge Casa Mila’dan La Sagrada Familia’ya yürüyerek gidilebileceğini söylemişlerdi. Önce Casa Mila’ya gittik. Barcelona demek Antoni Gaudi demek. Sanırım onun gibi dahi bir mimar bir daha dünyaya gelmedi, kolay da gelmez. Barselona’yı “Barselona” yapan, şehre ve kültüre adeta damgasını vuran eserlerini görünce bu düşünceye kapılmak çok kolay zaten. Gaudi bence kesinlikle başka bir boyutun insanı, dünyanın olduğu boyuta da insanlığı estetik ve mimari açıdan kalkındırmak, yeni vizyon kazandırmak için gönderilmiş.


Casa Mila

Casa Mila’dan La Sagrada Familia’ya yürümek 20 dk. civarında sürecek ancak yağmur öyle bastırdı ki hiç olmazsa biraz azalana kadar öğle yemeği yemek üzere ara sokakta bulduğumuz kendi halinde küçük bir lokantaya giriyoruz. Katalan usulü tortellini yiyip, Katalan birası içerek şehir haritasını inceliyoruz. Lokal müşterilerin hepsi şarabı içine su katarak içiyor. Demek burda adet böyle.

Ara sokaktaki restoran

Burası İspanya’nın "Katalonya" bölgesi, Barselona Katalan şehri, hepiniz biliyorsunuz ki Katalonya İspanya’dan ayrılma konusunda ciddi mücadeleler veriyor. Ben şahsen İspanya’dan ayrı bir Katalonya düşünemiyorum, çünkü bugüne kadar İspanya deyince aklıma hep Barselona gelmişti:) Burada milliyetçilik had safhada. Herşey Katalan dilinde yazılı, herkes Katalanca konuşuyor vs. Fakat burada durum bizdeki benzer hengameden epey farklı: Katalonya adeta İspanya’nın ekonomik ve kültürel dinamosu. Para basıyor, sürekli kültür, sanat, estetik üretiyor, "katma değer" yaratıyor. İnanılmaz büyük bir “marka değeri” var. Yani bağımsızlık taleplerinin altı dolu, hem de nasıl... Bu da İspanya’yı uğraştırıyor.