10 Kasım 2014 Pazartesi

MADRİD - 1

Güneşli bir Mayıs günü Pegasus Hava Yolları ile Madrid’e uçarak, oğlumuz doğduğundan bu yana ilk kez onsuz bir tatile çıkmış olduk. Madrid’e 2008’de şöyle bir uğramışlığım, şehri birkaç saat gezmişliğim vardı, iki uçak arasında. Ancak, herkesin uykuda ve tüm mekânların da kapalı olduğu erken bir Pazar sabahında şehrin ruhunu, enerjisini anlamak, tadına bakmak mümkün olmamıştı. Eşimin Madrid’de katılması gereken bir organizasyon, benim de iznimi ayarlamamla, bize bu harika, sürprizlerle dolu, fıkır fıkır şehri keşfetme şansını verdi.

Madrid çok büyük bir şehir (tahminimizden bile büyük), “hispanik” dünyanın da başkenti. Bu nedenle gitmeden dersimizi iyi çalışıp, 1 yıl gezsen bitmeyebilecek zenginliklerinden beklentilerimize uygun olanları dikkatlice seçip, ciddi bir gezi programı yaptık.

Avrupa şehirlerinin olmazsa olmazı: dev meydanlar
Avrupa şehirlerinin olmazsa olmazı: Dev meydanlar!  Burası da Plaza Mayor.


Cumartesi öğle saatlerinde, mevsim normalinin üstünde bir sıcaklıkla yanmakta olan Madrid’e ulaştık.  Daha gitmeden yaptığımız araştırmalardan, her medeni şehir gibi, Madrid’in de ulaşım sorununu çoktan çözmüş olduğunu anlamıştık. Bu nedenle, havaalanında doğrudan metro istasyonuna gidip, otelimizin olduğu semte ulaşmamız çok kolay oldu. Bu ulaşım meselesi yabana atılmamalı: yabancı bir ülkede ulaşım imkânları ne kadar güçlü, yaygın ve “kullanıcı dostu” ise kendinizi o kadar güvenli hissediyor, gittiğiniz şehri de kolayca benimseyip, tadını çıkarabiliyorsunuz. Böylece, 20 dakikada, hem de tek vasıta ile otelimize ulaşma imkânı sunan Madrid’i  ilk anda sevdik:) 

Otelimiz, eşimin katılacağı organizasyonun da mekânı olması sebebiyle seçtiğimiz, Padre Damian’da bulunan NH Eurobuilding.  Büyük, standart bir şehir oteli, odamız gayet geniş, ferah.

Otele yerleşip, sıcağa bakmaksızın kendimizi sokağa attık. Gezi planımızı yaparken, görmek istediğimiz tüm mekânların, bir ucunda otelimizin bulunduğu, upuzun bir bulvarın civarlarına dağılmış olduğunu fark edince, “oh ne güzel otelden her yere dümdüz yürüyüp gideceğiz demek” diye konuşmuştuk.  Bu motivasyonla, resepsiyon görevlisine  Old Town' a hangi taraftan yürüyeceğimizi sorduk haliyle. Adam bu sorumuza pek bir şaştı. Sonra da   “Hayır hayır, yürüyemezsiniz, bu mümkün değil. En az 2,5 saat yürüme mesafesi orası” deyince Madrid’in hayalimizden çok daha büyük bir alana yayıldığının ilk işaretini almış olduk. Tabii ulaşım sorunu olmayan memleketin hali başka olduğundan, resepsiyon görevlisinin tavsiyesi üzerine, otelin hemen önünden geçen ve son durağı Puerto Del Sol (Madrid'in kalbi diyelim buraya:) olan 3 numaralı otobüse bindik. Metro ile daha kısa sürerdi bu yolculuk, ancak bu tip seyahatlerde şehri kabaca tanımak için otobüs daha avantajlı oluyor. Yaklaşık 20-25 dakikalık bir seyahatle son durağa vardığımızda, kat ettiğimiz mesafenin uzunluğuna (sportif antrenman yapmak niyetiyle çıkmadıysanız gerçekten keyfi yürünecek bir mesafe değil:), yolların genişliğine (öyle böyle değil), orman kıvamında şehri ve caddeleri kuşatan ağaçlara, bölünmüş yolların arasına yer yer yollardan daha geniş olarak yapılmış park alanlarına, kaldırımların yollardan geri kalmayan genişliğine,  bu kısa mesafede dahi geçtiğimiz meydan sayısına hayret ettik. Anladık ki “insan ve çevre dostu” bir şehirdeyiz. Bu kavram Ankara’da yaşayan bizlere  artık epey yabancı ne yazık ki…

Grand Via, Madrid'in ünlü, büyük, uzun bulvarı.
Gerçi bulvarı bol bir şehir  ama eski şehir (dolayısıyla tarihi-turistik mekanlar) bu caddenin etrafına yayılmış, o yüzden en ünlüsü 

Daha önce de yazılarımda belirtmişimdir: Bizim için seyahat demek sadece gezmek değil, yemek-içmek de demek. Lokal mutfakların yemeklerini, aşırı turistik restoranların ağına düşmeden, tatmak büyük zevktir eşim ve benim için. İspanya deyince yemek olarak herkesin aklına ilk gelecek şey tapas tabii. Yıllar önce tapası bir tür yemeğin adı sanırdım. Çok sonraları öğrendim tapasın bir yemek adı olmadığını, Türkçe’de “meze” anlamına geldiğini ve zaten meze tarzı hafif ve az miktardaki yemeklerin genel adı olduğunu…  İspanya’ya uygun bir tanım vermek gerekirse, ekmek üstüne konabilen veya küçük şişlere dizilebilen her şeye genel olarak tapas diyebiliriz:) Ha tabii bu kategoriye uymayan ama aslında tapasın şahı olan, bol patates ve yumurtayla yapılan, görüntüsü omletten çok iyi kabarmış keke benzeyen İspanyol omleti tortilla var.  Daha önce Barcelona’da farklı farklı tapasları denemiştik. Gezi planımızı yaparken, internette birden fazla farklı kaynakta El Tigre isimli bir tapas barından sıkça ve övgüyle bahsedildiğini okuyup not almıştık. Yeni gidilen şehirde yapılacak ilk aktivitenin yemeğe gitmek olması, bizim için bir seyahat klasiği oldu neredeyse, o yüzden Madrid’de de aynı adeti sürdürmek üzere, El Tigre’nin izini sürmeye başladık:)       

Akıllı telefonların ve sosyal medya ağlarının hayatımızı ne kadar kolaylaştırdığını en çok anladığım zamanlar seyahatler oluyor. Birkaç tuşa basarak gittiğin yerde nereleri görmeli, neyi nasıl yapmalı, nerede ne yemeli gibi sorulara hızlı ve yüzlerce cevap bulmak güzel bir şey. Buna rağmen, El Tigre’yi gereksiz yere çok aradık.  Ancak iyi oldu: Old Town bölgesinin birbirinden güzel ara sokaklarını keşfettik. Açlığımıza ve sıcağa rağmen bu sevimli ara sokaklarda oradan oraya gitmekten büyük keyif aldık ve sonunda  Calle Infantas No. 30’da bulunan El Tigre’ye ulaştık.


Dükkanları kapalıyken de ayrı güzel şehir: Kepengi boyanmamış dükkan yok neredeyse:) 
Mekan içine girince şaşırdık: Evet, Avrupa standartlarında benzeri çok olan,  pub tarzında bir mekan ancak hiç de özenli ve temiz görünmüyor. Yerler peçete kağıdı dolu (tapas barlarında bunun adet olduğunu ise kısa sürede öğreneceğiz), biz girerken çıkan kalabalık bir “bekarlığa veda” grubu (Madrid’de özellikle haftasonu en çok göreceğiniz şeylerden biri olacak bu gruplar:) sonrası mekan neredeyse boş, hatta o kadar boş ki garson çocuklardan biri bira fıçısının üstüne oturarak öğle yemeğini yemeye başladı)  Bardaki diğer garsona “tapas yemek istiyoruz” dedik, o da “bize ne içeceksiniz” diye sordu.  Biz ısrarla “yemek” dedik, o ısrarla “ne içeceksiniz” dedi. Çaresiz, toplam 2 Euro ödeyerek 2 adet dev bira alıp duvar kenarındaki bar masalarından birinde ayakta dikilmeye başladık. Az sonra resmen bir tapas bombardımanı başladı. Tecrübe ile öğrendik ki klasik (yani turistik olmayan) tapas barlarında aldığın biranın yanında, mekanın kendine özgü tapasları arka arkaya geliyor. Ve aldığın her yeni bira yeni bir tapas bombardımanının başlayacağı anlamına geliyor:) Nihayette, Alev garsondan adeta yalvarır gibi daha fazla tapas vermemelerini rica etmek zorunda kaldı:) El Tigre’nin bu kadar ünlü olmasının sebebi enfes tapaslarının yanı sıra bir de bu yemek bombardımanı olsa gerek. Çünkü daha sonra gittiğimiz tapas barların hiç biri bu derece “bol kepçe” değildi:) Velhasıl, çok sembolik bir bedel ödeyerek bira yanında çatlayana kadar tapas yemek için ideal bir yer El Tigre.       

El Tigre
       

Hiç yorum yok: