21 Mayıs 2013 Salı

BOZCAADA'DA İLK KEZ KOŞMAK

 
Uzun, upuzun bir aradan sonra ilk yazım olacak bu. Doğumdan sonra sakin bir dönem geçirdim, ancak bu süreçte dahi çeşitli seyahatlerimiz oldu oğlumuzla birlikte. Ama yazmak gelmedi içimden. Bunun bir çok sebebi var. Öncelikle, seyahat yazıları bana eski heyecanı vermiyor. Çünkü özellikle son birkaç yıldır teknoloji o kadar hızlı gelişti, o kadar farklı bir boyuta geçti ki  bugün merak ettiğiniz herhangi bir yerle ilgili yüzlerce yorum, tavsiye, eleştiri tek tuşla ulaşılabilecek şekilde telefonunuzun, tabletlerinizin içinde. Sosyal ağlarda gittiğimiz yerlerle ilgili görüşlerimizi, yorumlarımızı, fotolarımızı anında paylaşır olduk.  Artık insanlar bilgiye daha hızlı, pratik ve öz bir şekilde ulaşmak istiyorlar (ben de dahilim bu gruba). Sosyal ağlar da bu ihtiyacı fazla fazla karşılıyor bana göre. Blog yazarı olduğum halde blog okumuyorum artık, Facebook’ta bir arkadaşım bir blog yazısına link verirse ve konu başlığı ilgimi çekerse tıklıyorum yazıya. Ben blog okumazken benim burada yazdıklarımı kim okumak ister emin olamıyorum.
Yine de yakın zamanda yepyeni  bir tecrübe yaşadığım için, bunu burada kayda geçirmek istedim. Ne de olsa hala “unutulmaması gerekeni yaz” görüşüne katılıyorum.  
Oğlum dışında, hayatıma yeni eklenen şey koşmak…
 
Mart'taki Runtalya Maratonu'nda karar verdim koşmaya. Bu kararımda, bu konuda sarf ettikleri bilinçli emek nedeniyle çok takdir ettiğim eşim Alev ile arkadaşlarım Güçlü, Renay, Ayşe  ve Dilara’nın, bir de (hamilelik de değil de) doğumdan sonra aldığım ama istediğim hız ve miktarda veremediğim kiloların etkisi var.
Hareketi ve sporu severim ama hamileliğimin 31. haftasında mecburiyet nedeniyle duran spor hayatım doğumdan sonra da, üzerime yapışan had safhada fiziksel tembellik nedeniyle, istediğim performansa ulaşamadı. Düzensiz yapılan sporun bünyeye bir etkisi yok. Ben de düzenli spor yerine bol bol yatmayı  ve yemeyi tercih ettim. Üstelik bunu çok sakin, uyumlu bir bebeğim ve bizimle kalan, çok sevdiğim yardımcımıza rağmen yaptım. Yani “bebek olunca çok doğal” diyebileceğim geçerli bahanelerim yok bu tembellik için. 1,5 yıldan fazla süren bu dönemde ben gerçekten, her anlamda "durdum". Bir anlamda iyiydi. Hem çocuğumla bol bol zaman geçirdim hem de kendimi bedenen ve ruhen dinlendirdim.
Fakat bir süre sonra dehşetle şunu farkettim: Hareketsiz bir yaşam insanı bedenen ve ruhen hem yaşlandırıyor hem de hasta ediyor. Hantallaştığımı fark ettim, her gün ama her gün bir yerlerim ağrıyordu. Uzun yıllar düzenli spor yaptığım ve genel olarak düzgün beslendiğim için bunların bir anda değişen, hareketsiz ve gereksiz yemeli yeni yaşam tarzımdan kaynaklandığını biliyordum. Ama bir şeylerin spora tekrar dönmem için beni motive etmesi gerekiyordu, çünkü kendi fiziksel ve manevi gücümü şarj edemiyordum bir türlü. Antalya’daki 2013 Uluslararası Runtalya Maratonu’nda  koşanlar, tam maraton koşan eşim, yarı maraton ve 10K koşan arkadaşlarım bana ihtiyaç duyduğum motivasyonu verdi. İlk koşum için Mayıs ayındaki Bozcaada Yarı Maratonu’nun 10k parkurunu hedef koydum kendime.
Antalya dönüşü Alev çaylak koşucular için hazırlanmış bir 10k Antrenman Programı verdi bana, onu uygulamaya başladım. Layıkıyla uyguladığım söylenemez ama 2,5 ay boyunca her cumartesi sabah 6'da, Eymir’de 10km koşmayı hiç aksatmadım. Hedef koyunca garip bir enerji geldi bana, hayatımda 5 km’den fazla koşmamışken daha ilk uzun koşumda net 9 km’ yi durmaksızın koşarak nasıl tamamladığımı başka türlü açıklayamam çünkü:)  

Bozcaada’nın zor bir parkur olduğunu çevrem sayesinde biliyordum. Bir de koşu saat 14.00’te başladığı için sıcak durumu daha da zorlaştıracaktı. Eymir’de 10km’yi “1.21” ile “1.16” arasında değişen sürelerde tamamlıyordum. Ancak Eymir neredeyse dümdüz, bu nedenle Bozcaada için uygun örmek olamazdı. Bozcaada için, zorluk derecesini düşünerek, “1.30 ” hedef koydum kendime koşuyu tamamlamak için.
Ancak koşu başlayıp da ilk yokuş tırmanışına geldiğimde bu hedefin ne kadar naif ve iyimser olduğunu fark ettim. Ayrıca belki heyecandan, ilk kilometreyi tamamlamaya yakın, tüm antrenmanlarım boyunca bana gerekli lojistik ve moral desteğini veren Nike Running programımı çalıştırmayı unuttuğumu fark ettim:) Anlayacağınız ilk dik yokuşu biraz keyifsiz tırmandım. Yine de kulağımda müzik, sağımda üzüm bağları, solumda Ege denizi, keyfimi hemen geri getirdiler:) Tabii her tırmanışın bir de inişi var, tırmanırken kaybettiğim süreleri inişlerde telafi ettim, bu da beni sevindirdi.
 
Bu arada maratona katılan koşucu sayısı geçen yıla göre %100 artmış. Aynı şekilde kadın koşucu sayında da büyük artış var, geçen seneye göre %40 artmış sayıları.   Ortam şahane: ekip veya şirket grubu olarak koşanlar, tek başına koşanlar, elit atletler, yürüyenler,  koşarken çenesi de çalışanlar, koşarken eğlenceden de taviz vermeyenler…
 
3. kilometrede artık dönmeye başlamış 10k’cıları görünce yine hafif bir sarsıldım. Düşünsenize: ben daha 3. kilometremi koşuyorum, adam 6., 7.  km’yi bitirmek üzere:) “5.km” 10k koşanlar için dönüş noktası, onu dönünce bana tekrar bir keyif geldi: Artık ben de “gidenler” değil, “dönenler” sınıfına terfi etmiştim çünkü:))) Cidden sıcaktı ama şansa bakın ki Ege’den esen tatlı meltem koşuculara torpil yaptı. Gerçi arkamızdan değil, karşıdan esiyordu, olsun artık o kadar.
Son birkaç yüz metreyi şehir merkezinin içinde koşuyorsunuz, işte o kısım gerçekten çok keyifli. Herkes size bakıyor, ama alkış yok, zira benden önce koşuyu tamamlamış yüzlerce koşucu var, millet alkışlama işini bırakmış artık haliyle:) Olsun, ben kendi kendimi takdir ederek bitiş çizgisine geldim. Skorboard’da “1.22.00”ı görünce çok sevindim. Çünkü ilk yokuşta ümidi kesme noktasına geldiğim hedefimi fazla fazla tutturmuştum.   Resmi derecem daha da iyi çıktı (“1.19.32”). 485 kadın sporcu arasından 287. , yaş grubumda da 39. olmuşum.  İlk kez koşan biri için daha ne olsun? Daha önemlisi kazasız belasız tamamladım koşuyu.
Alev yarı maraton koştu, o da bir süredir ona sıkıntı yaratan sakatlığı rahatsızlık vermediği için mutluydu.
 
 Maraton meydanında, kendinden geçmiş halde oğlumuz:)
 
Koşunun Bozcaada gibi harika bir yerde olmasının başka bir sürü avantajı var. Hem ziyaret hem ticaret durumu:) Bozcaada, belki de her ada gibi, kendine has, enteresan bir yer. Dileğim onun hep bu haliyle kalması. Her şey az ve öz miktarda (gerçi geçen seneden bu seneye kadar bile epeyce yeni mekân açılmış, buna sevinmeli mi üzülmeli mi bilemiyorum, çünkü nerede duracağımızı bilmeyen bir toplumuz), fiyatlar makul, deniz ve doğa şahane…
Geçen yıl olduğu gibi bu sene de Armagrandi Otel’de kaldık, şehir merkezinde olduğu için düz ayak bir tatil yapma imkânı sunuyor size. Özellikle çocukla seyahat ediyorsanız, ideal. Ayrıca koşunun başladığı yere de 100 m. mesafede. Armagrandi ilginç bir otel: Eski bir şarap fabrikasından dönüştürülmüş. Bu nedenle odaların çoğu ve iç mekanlar çok geniş fakat şöyle bir dezavantajı var: Fabrika binası içindeki bazı odaların (ki bunlara "kamara katı" diyorlar) dışa açılan pencereleri yok, pencereler bina içine açılıyor, haliyle karanlık ve kasvetliler. Belki çılgın yaz sıcağında avantajlı oluyorlardır ama bizim için cazip değildi. Dışarıya açılan pencereleri olan odalar ile doğrudan avluda olup bahçeye açılan odalar ise harika. Biz bahçe odasında kaldık bu yıl, tabii oğlumuz bayıldı bu işe.  Sanırım bu tatilimizde en çok eğlenen, mutlu olan kişiydi. Onun mutluluğu bizi daha da mutlu etti haliyle. Doğduğundan bu yana her seyahatimize, faaliyetimize onu da götürmekle doğru bir iş yaptığımıza karar verdik. Kahvaltısı güzel, personel ilgili. Hele bir amca var orada (ne yazık ki ismini unuttum), her türlü isteğinizi anında yerinde getiriyor, çok sevdik kendisini. “Joker” gibi…
Bozcaada’ya ilk gelişimizde gidip âşık olduğumuz Martı Restoranı geçen sene yerinde bulamayınca çok üzülmüştük. Bu sene eski yerinden biraz daha ileri taşındığını öğrenince, ilk gece yemeğimizi orada yedik. Sevdiğimiz tatlar yerli yerindeydi, sevindik. 2. Gece ise onunla aynı hizada, yeni açılmış Cabalı Meyhane ’ ye gittik. Denizin üstünde, keyifli ve lezzetli bir akşam yemeği oldu. Maraton sonrası, duş bile almadan gidip Ege denizine ve kaleye nazır birer bira içtiğimiz Fuska Bar ise sadeliği ile bence Ada’nın ruhuna en uygun ortamdı. Geceleri son durak tabii ki hala Polente… Merkezi bir yerde olduğu için ve tabii tıpkı Kaş’taki Mavi Bar gibi, kendine has enerjisi nedeniyle, Bozcaada’nın klasiği.  O kadar kalabalıktı ki mekânın önünde artık yaya trafiği durmuştu. Tabii bu kalabalık tamamen maraton turizminin yarattığı bir şeydi. Geçen yıl doğum izninde olduğum için oğlumuzla çıktığımız ilk uzun seyahatin yine maraton nedeniyle ilk durağı olan Bozcaada’da biraz daha fazla kalmıştık. Pazar günü öğle saati itibariyle maraton turisti gidince adanın nasıl birden sıkıyönetim ilan edilmiş ve sokağa çıkma yasağı varmış gibi tenhalaştığına şahit olmuştuk. O gece gittiğimiz Vasilaki’ nin ve Polente’nin yegâne müşterileri olmuştuk:) İşin komiği, Pazartesi sabahı da hiçbir dükkân açılmamıştı,  adanın meşhur şaraplarından alabilmek için epey aranmıştık:)   Bu yıl biz de Pazar günü dönmesi gerekenler grubundaydık, tadı yine damağımızda kalarak ayrıldık güzel adadan.
 

En hak edilmiş içki:)

Bu yazımdan felsefi bir sonuç çıkaracağım izninizle. Bu sonucu çıkarmaya hak gördüm kendimde çünkü bire bir yaşadıklarım, o yüzden romantik ve teorik idealler değiller, güvenebilirsiniz:  

Bir kez daha anladım ki hayat “hareket” demek, hareket etmeyince yaşantınızın varacağı nokta hüzün veren bir monotonluk ve bunun sonucu olarak psikolojinizde ortaya çıkacak ve değiştirmesi kolay olmayan negatif duygu halleri olacaktır. Fiziksel olarak daha sık ve belki hep “hasta” olacaksınız, hasta hissedeceksiniz, daha çabuk yaşlanacaksınız, gözünüzün, cildinizin ışığı gidecek. Kabul etmesi zor ancak ne yazık ki hayat hareket edeni ödüllendiriyor. Siz harekete geçmeyince, güzel şeyler gelip sizi bulmuyor maalesef. Söylediklerim ne kadar ters değil mi toplumsal kültürümüze?  Toplum olarak hala ve ısrarla “kaderci” yaşama kolaylığından, öylece durup, farklı hiçbir şey yapmadan güzel şeylerin bizi bulmasını beklemekten vazgeçmiyoruz. Dahası bu durumu ödüllendiren toplumsal normlar da belki hiç olmadığı kadar yeniden aktive olmuş durumda. Tercih bizim, hiç bahane bulmayalım. Eğer bahane bulsalardı 11 Mayıs’ta Bozcaada’ya koşmak üzere gelmiş 2000 kişi de olmazdı.            
 

 Hoşçakal Bozcaada, seneye görüşmek dileğiyle...
 

5 Ocak 2012 Perşembe

Mola

Ne kadar kişiye ait defter olsa da , bu blog sanal ortamda durduğu sürece yazarına bazı sorumluluklar yüklüyor. Ben uzun zamandır bu sorumluluklarımı yerine getiremiyorum. Bunun en önemli sebebi şu an 34. haftaya doğru yol alan hamileliğim. Sanmayın ki hamilelik beni vurdu, aksine çok güzel, hemen hiç sorunsuz geçirmekteyim (dilinizi ısırın). Burayı ihmal etmeme sebep olan evdeki ve işteki "olağanüstü" diyebileceğim bazı durumlar. Bebeğe yer açmak için uzun zamandır ertelenen bir tadilat işine girmiştik evde, o ancak bitti ama canımıza da okudu (evde yaşarken tadilat yapmanın ne kadar zevksiz ve zahmetli olduğunu tecrübe ettik). Üstelik orada farkında olmadan yaşadığım fiziksel yorgunluk erken doğum sinyali olarak tanımlanan bazı bulgulara neden oldu. Doktorum bundan böyle minimum hareket etmemi adeta emretti, aslına bakarsanız derhal doğum iznine çıkarmayı düşündü (Bu sebeple güya belki de son kez başbaşa gideceğiz diye biletlerini 2 ay önceden alıp, otel parasını bile ödediğimiz Makedonya seyahatimiz de iptal oldu).  Ancak işimde doğum iznine erken gitmemi neredeyse imkansız kılan çok önemli bir taahhüdüm var, sorumlusu benim  ve onu bitirmek durumundayım. O da zaten yasal doğum iznine çıkmam gereken bu ayın sonuna kadar tüm vaktimi alacak. Çok ilginçtir,  bu taahhüt tüm hamileliğime de damgasını vurmuş oldu bu şekilde. Hamileliğimin her safhasında bu işim için çılgınca çalıştım. Zihnim tamamen bu işle meşgul. İyi yanı her hamilelinin hamilelik ve doğum konusunda kafasına fazlaca taktığı, kurduğu şeylere bu taahhüt nedeniyle benim hiç vaktim olmadı. Bu benim için iyi bir şey çünkü evham yapmaya eğilimli bir tipim. Ama tabii diğer yandan, haftasonları dahil neredeyse tüm zamanımı aldı benden. Eşim ve Ailem olmasa tüm gerekli hazırlık işlerini nasıl hallederdim, hiç bilemiyorum... Çok şükür, iyi ki varlar...

İşte bu tablo nedeniyle bir süre daha yazı yazabileceğimi sanmıyorum. Ama yazacağım, sadece şimdilik zamanını kestiremiyorum. Gördüğünüz gibi, daha tatil serimi bile bitiremedim. Yazı yazmak biraz da keyif işi ve ben bu ara (ve bir süre daha) yazı için motivasyon ve ilham olacak rahat ve keyifli bir ortamdan mahrum olacağım gibi görünüyor:)

En kısa zamanda görüşmek üzere...   

25 Kasım 2011 Cuma

YILLARDIR GİTMEYE KORKTUĞUMUZ BİR EFSANE: BODRUM - I



En son 2005'te gitmiştik Bodrum Yarımadası'na. Yarımada dedim çünkü, Bodrum şehir merkezine en son 2002'de gittim. 2005'te gittiğimiz yer, Yarımadanın Gökova tarafında kalan, en bakir yerlerinden Mazı Koyu idi. Hala o kadar bakir midir bilmem, çünkü yöneticilerimiz ve gözü dönmüş inşaatçılar memlekette bir karış yeşillik ve doğa parçası bırakmamaya yemin halde her yeri son hızla talan etmekte...

Bodrum'a daha sık giden insanlardan duyuyorum "Bodrum'da hala bakir yerler var" lafını, ama oralara giderken bile maruz kalınacak trafik  ve kalabalık gözümüzü korkutuyor kesinlikle, her sene son anda tatil rotasından yine çıkıyor Bodrum bu nedenlerle. Şunu da düşünmüyor değilim: Yaşamak için hala tercih ederdim gibi geliyor Bodrum'u, çünkü bu tip yerler kış ve bahar aylarında şahane olur, yazları da, pek çok yaşayanın yaptığı gibi, inzivaya çekilirsiniz, olur biter...

2011 tatil programımıza arkadaşlarımızın daveti üzerine aldığımız Bodrum, bizi hiç şaşırtmadan, dehşet bir kalabalık ve beton yığınıyla karşıladı bizi. Henüz çok katlı yapılar boy vermediği için (yakında olacak, çünkü bildiğim kadarıyla bu yasak da kaldırıldı Bodrum'da), tek veya iki katlı yapılar tarlalar misali her yeri kaplamış, bu görüntü Kuşadası'ndaki beton mezarlığı haline gelmiş sahil şeridini hatırlattı bana. Demek Bodrum'da Kuşadası'nı kendine örnek almış...
İçimiz sıkıla sıkıla Bitez'e geldik. Neyse ki biz karada değil, denizde ikamet edeceğiz 2 günlük Bodrum kaçamağımızda. Arkadaşlarımız Tula-Gonca ve Mehmet bizi Bitez açıklarında demirli tekneleri Jasmin'de ağırlayacaklar.
Bitez'de denize ulaşmamız da gayet zor oldu, bahsettiğim kalabalık ve bize karmaşık gelen sokaklar, binalar vb. yüzünden. Park yeri bulmak epeyce vaktimizi aldı. Nihayet sahile uşatığımızda, iğne atsan yere düşmeyecek bir "insan-tesis-bina" yoğunluğu arasından, kıyıya zorlukla ulaştık. Aynı şekilde, bizi tekneye götürmek için botla kıyıya gelen Tula da yanaşabileceği uygun bir yeri güçlükle buldu. tüm kıyıyı "beach club" lar, onların yokluğunda şezlong-şemsiye kiralayanlar kapatmış.
Bu karmaşa tekneye ayak basar basmaz kayboldu tabii. Tekne, Alev ve benim için hayalini kurmaktan hiç vazgeçmediğimiz bir fantezi. Ankara'da yaşadığımız için bu konuda somut adım atamasak da,  "bir yaşam biçimi" olarak tekne hayatı ve denizcilik bizi her zaman cezbetti. O yüzden çocuklar gibi şen bir şekilde bindik tekneye. Kıyıdaki bina kirliliği, belki de  manzaramız  Bodrum'un en eski ve Bodrum doğa ve mimarisiyle  en uyumlu sitesi Aktur - İnceburun'a baktığı için, daha az rahatsız edici hale geldi. Zaten, teknede olmanın heyecanıyla, çevresel eleştirileri unutuverdik.

Zaten 2 gün sürecek Bodrum tatilimizin odak noktası, Bodrum'dan ziyade, tekne ve deniz... Geçen yıl Alaçatı'da Jasmin'de konaklamıştık, ama o zaman fırtına yüzünden açılamamış, marinada bağlı halde tatmıştık ilk kez teknede konaklama heyecanını...
Tekne çok ilginç bir dünya: Aslında fiziksel olarak küçücük bir yaşam alanı, ama deniz üstünde olduğunuz için zihinsel ve ruhsal olarak kapladığınız alanın sınırı yok... Hatta tüm duygular deniz dalgaları gibi, bol ve basınçla doluyor gibi içinize:)  Tula ve eşi Gonca 25 yıldan fazla süredir usta birer denizci, sörf yaparak başladıkları yelken maceraları, kayık ve gelip giden 5-6 yelkenli tekne ile bugünlere kadar devam etmiş.  güzel kızları Yasemin ve sevimli köpekleri Miço'da tekne personelinden. Mehmet de tam bir deniz adamıdır, zaten uzun yıllardır dalgıçlık yapar. Bir kaç yıl önce yelken işini ciddiye alıp, sağlam bir eğitimle o da gayet iyi bir yelkenci oldu.

Yelkencilikle ilgili epeyce kitap okuduğumuz için, bir teknede nasıl davranılması gerektiğine dair  "temel kurallara" hakimiz: Öncelikle, bir teknede bir tane kaptan olur ve onun dedikleri itirazsız yapılır. Egonuz fazla kuvvetliyse, bu sizi biraz gerebilir. Ama, bu ihlali halinde, vahim sonuç doğurabilecek kadar önemli bir kuraldır ve uymanız gerekir. Alev, Suat ve ben bu aşamada "miço"luktan daha fazlasını haketmiyoruz, o yüzden Kaptan Tula ve, onun yokluğunda, 2. kaptan Mehmet ne derse, onlara harfiyen uyuyoruz. Çok da zevk alıyoruz.  2. kural, bir teknede herşeyin yeri belli olmalıdır, tekne de bu nedenle her zaman düzenli olmalıdır. Dolayısıyla, dağınıklık olmamalı. Bu,  sadece yer darlığı ve hareket sorunu yarattığı için değil, biraz dalga çıktığında oraya buraya fütursuzca saçılmış eşyaların bir anda canınıza kastedebilecek nesnelere dönüşme riski olduğu için.  Yine, teknede su kaynakları kısıtlı olduğu için, su kullanımı konusunda hovardalık yapmamak gerekiyor. Jasmin, 11 metre boyunda, 3 kamarası olan,sahiplerinin titizliği ve ona gözleri gibi bakmaları nedeniye adı gibi güzel, bakımlı bir tekne.


Sağda Kaptan Tula, solda 2. Kaptan Mehmet:)
Birinci ağızlardan bol bol dinledik, zaten bu konuda okuduklarımızdan da gayet iyi biliyoruz: Ne kadar havalı ya da romantik görünürse görünsün, fiiilen teknede olmak ve yaşamak her yiğidin harcı değil.  Gerçek yelkencilik ve denizcilik bambaşka bir şey.  Türkiye'de son yıllarda tekne satışlarında patlama yaşanıyorumuş, ama bunların çoğunu motoryatlar oluşturuyor, ayrıca alınan teknelerin çoğu marinalardan, veya civardaki küçük koylardan çıkmıyor. Yani açık denizde hayat nasıldır, bunu A'dan Z'ye bilen, bire-bir yaşayan az insan var. Tula ve Mehmet bunlardan biri.

Jasmin aslında Alaçatı Marina'da bağlı. sürekli hava durumunu takip ettikleri için, ertesi gün başlayacak ve bir kaç gün sürecek fırtına nedeniyle tekneyi bir an önce Bodrum'dan Alaçatı'ya götürmek istiyorlar. Yola bir gün sonra çıkacaklar, o yüzden bizim tekne misafirliğimizin süresi kısa olacak. Şaka değil bu, fırtına...
                

23 Ekim 2011 Pazar

SAKLI BİR CENNET: BAFA GÖLÜ


Çocukken Bafa Gölü’ne gitmek bir olaydı bizim için. Bafa Gölü'ne, Söke’ye çok yakın olmasına rağmen, o kadar sık gidilmezdi, ama gidilince de biz çocuklara bayram olurdu. Kuşadası’ndaki yazlık evimiz bitince bir daha gitmedik. Ta ki 2003 yılına kadar. 2003’ün çok soğuk bir Şubat günü bir grup arkadaşımızla Heraklia Antik Kentini gezmeye gidip, çok etkilenmiştik bu çocukluğumuzdaki haliyle kalmayı başarabilmiş büyülü yerden. Bafa Gölü’nü sarıp sarmalayan ve genel olarak Ege kıyılarının önemli bir kısmı boyunca denize uzanan Beş Parmak (antik dönemdeki adıyla “Latmos”) Dağları, mitolojiye en çok hikaye üretmiş, malzeme vermiş mekanlardan da biri aslında. Bu sene tatil planımıza tarihe ve mitolojiye meraklı dostumuz Suat da katıldığı için, rotaya Bafa Gölü bölgesini ekleme fikri ondan geldi. Suat uzun yıllar önce bölgeye gitmiş, trekkinglere katılmış, tadı damağında kalmış. Önermesiyle kabul etmemiz bir oldu.

Çoğunuz bilmeyebilirsiniz: Bafa Gölü ve onu çevreleyen Beş Parmak Dağları bünyesinde doğal güzelliklerin yanı sıra, çok önemli tarihi eserler, kalıntılar barındırıyor. Hatta bu güzellikler ve kalıntılar o kadar yoğun ki bu bölgeye layıkıyla gezip keşfetmek ortalama 15 gün gerektiriyor. Mitoloji’nin popüler lokasyonu olan bu bölgede bu kadar çok kalıntı olmasına şaşmamak lazım aslında. Büyüleyici doğal güzellikler, o dönemler için ideal yaşam alanları demek olan savunması nispeten kolay, güvenlikli bölgeler ve verimli topraklar tarih öncesi dönemden başlayarak pek çok uygarlığın bu bölge üzerinde yerleşmesine sebep olmuş. Belki ortaokul ve lise ders kitaplarından hatırlayacağınız, arkaik dönemlere ait bazı mağara resimleri de bu dağlarda bulunuyor. Düşünün yani, hikayesi ne kadar eski…

Alaçatı’dan ayrılıp İzmir-Aydın Otobanının Ortaklar – Söke- Kuşadası çıkışından çıkıp, Bodrum yoluna sapmanız gerek Bafa’ya ulaşmak için. Bu yoldan geçenlerin yapmak zorunda olduğu bir aktivite de Ortaklar ve Söke arasında yan yana dizilmiş çöp şişçilerde çöp şiş yemek. "Zorunda" diyorum, çünkü yapmazsanız (ve vejetaryen değilseniz) bu lezzeti kaçırdığınıza pişman olabilirsiniz. İyisi mi yolunuz düşerse, bir tadına bakın:)

Bafa Gölü yoluna akşam üstü saatlerinde, hani o güneşin en tatlı portakal - kızıl ışınlarını yaymaya başladığı sırada girdik. Yola sapmamızla birlikte, manzara da o noktaya kadar gördüklerimizden birden ve o kadar keskin şekilde farklılaştı ki, dinlediğimiz müziği de böylesi mistik bir ortama çok daha uygun düşeceğini düşündüğümüz Kelt müziği ile değiştirdik. Maki bitki örtüsüyle uzaydan fırlatılmış gibi görünen dev kaya kütleleri bir ortama ancak bu kadar mistik bir hava katabilirdi. Bizim oralar genelde ovalık ve makiliktir. O yüzden beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkan ve volkanikmiş hissi veren bu parça parça serpilmiş kaya kütlelerinden çok etkilendik.

Kapadokya' dakilere benzeyen kaya kütleleri

Kapıkırı köyünde bulunan ve Küçük Oteller Kitabından “rakı sevenleri özellikle seviyorlar” notu nedeniyle seçtiğimiz, “jungle” haline gelmiş bir bahçede kaybolmuş bungalov odalardan oluşan pansiyonumuza yerleştik. Bahçeden sonra göze çarpan, pansiyonun resepsiyon bölümünün kütüphane ve tabii sayısız kitapla kaplı olması. Sahiplerinin okumaya meraklı oldukları hemen anlaşılıyor.

Pansiyonumuzun girişi ve restoranı

Burada vaktimiz kısıtlı olduğu için, ilk iş güneş batmadan antik kentin kalıntılarının hiç olmaza bir kısmını görmek oldu. Hafif çaplı mini bir yürüyüşle şehrin agorasını, uzaktan da olsa tiyatrosunu, bir takım başka yıkıntıları görme imkanı bulduk. Bu mini turda artık modası geçti sandığımız, eski bir “turistik yer kabusu” olan yemenici teyzelerin ciddi tacizine uğradık. Bu öyle bir şey ki, el emeklerini satarak 3-5 kuruş kazanamaya çalışan insanlara kızmanız kolay olmuyor. Diğer taraftan neredeyse kolunuza yapışacak kadar yakın mesafeden “taciz “boyutuna varan “al al al” ısrarları ister istemez bir süre sonra tepenizi attırıyor. Hadi bu neyse, işin kopma noktası almadığınız için üstüne bir de azarlanmak, vicdanınıza dokunsun diye söylenen sitemkâr laflar oluyor:) Uzundur başımıza gelmediği için unutmuşuz, ama Kapıkırı’nda ise Alev’in tabiriyle “Yemeni Tacirliği” son hız devam etmekte:)

Göl kıyısında muhteşem bir güneş batışına şahit olduk. Zaten Bafa gölünde güneşin batışını seyretmek özellikle tavsiye edilen, hoş bir tecrübe… Köy, "sevimli bir Ege Köyü göreceğim" hayaliyle gidenleri biraz hayal kırıklığına uğratabilir. Biraz metruk ve bakımsız.
Kapıkırı'nın tepeden görünümü

Sadece bir gece kaldığımız pansiyonumuzun odalarına "zevkli" diyemeyiz, ancak ultra temiz ve düzenliydi, ki zaten başka ne isteyelim? Ama asıl unutulmaz olan, pansiyon sahibimizin kendi elleriyle yaptığı ve çatlayana kadar yemezseniz tatmin olmadığı ızgaralar ve eşinin hazırladığı zeytinyağlılardı. Zeytinyağlı pırasa hepimiz yedik, annemin sırf bana yedirebilmek için yarattığı şahane yemeği etli, nohutlu pırasayı da bilirim, ama zeytinyağlı, koruk suyu ekşili, nohutlu pırasayı ilk kez orada tattık ve lezzetine bayıldık. Sırf bunu yemek için bile yine gitmek isterim.

Eğer bu yeşil sağanağı arasından seçebilirseniz, kaldığımız odanın fotosu:)

Pansiyonda seyyah modunda daha çok yabancı turist bulunuyordu. Pansiyon sahibi ve aynı zamanda rehberlik yapan oğlu ile sohbetlerimiz geç saatlere dek sürdü. Bize hem bölgenin tarihini, hem de bölgenin korunması ve tabii korunamamasıyla ilgili endişelerini, şikayetlerini, yapılsa iyi olacakları anlattılar. Rehber olan genç arkadaş kısıtlı zamanımıza uygun bir trekking parkurunu ertesi sabah çok erken yola çıkarsak yaptırabileceğini, yaklaşık 2,5 saat sürecek bu yürüyüşte antik şehir kalıntıları ve mezarların yanı sıra, eski bir Bizans Kilisesi kalıntısı göreceğimizi söyledi. Sabah 6’da yola çıkmak gereği bizim uzamış sohbetimizin de sonunu getirdi zaten:)

Sayısız vadiden bir tanesi

Ege’de güneş yüzünü Doğu bölgelerine kıyasla geç gösterir yüzünü. O yüzden erken saatte yapılacak yürüyüşler için uygun serinlik olur o saatlerde. Biz de güneş yüzünü göstermeden, etraf henüz alaca aydınlıkken çıktık yola. Bizle beraber 8-9 kişilik çoluklu çocuklu 2 Fransız aile de vardı. Rehberimiz epeyce bilgili ve konuşkandı. Eskişehir’de üniversite okumuş, gelmiş köyüne, toprağına ve tarihine sahip çıkmış. Oralarda büyüdüğü için bölgeyi avucunun içi gibi biliyor. Kendi gayretleriyle almanca ve İngilizce öğrenmiş, gayet güzel konuşup yabancılara en azından ihtiyaç duyacakları temel bilgileri veriyordu. Sabahın kör vakti afyon patlamadığından mıdır ne, biz biraz fazla konuştuğunu düşündük:) Ancak, hiç konuşmamak ve bilgi vermemek de büyük beklentileri olan turist gruba yapılacak iş değildi tabii:) "Kendimiz biliyoruz ya yeter" şeklinde bencil bir histi açıkçası:)

Yürüyüş rotasında sıkça göreceğiniz kaya mezarlar


Tabiatın güzelliğinden ve orijinalliğinden etkilenmemek imkansız. Sürprizli kısmı ortamın bir miktar Kapadokya Bölgesini andırıyor olması. O yüzden rehberi can kulağı ile dinlemeyip, daha çok manzaranın seyrine dalıp, binlerce yıl öncesinde burada hayat nasıldı acaba diye hayaller kurduk. Sık sık “ya keşke daha çok kalsaydık da her yeri gezseydik” dedik. Ancak sayılı günden oluşan tatilimizde özenle hazırladığımız ve her gidilecek yerde yaptığımız otelden arkadaşa çeşitli angajmanlar olduğundan, öğle saatlerinde bu bakir ve enteresan bölgeye veda edip, bir sonraki rotamız olan Bodrum’a doğru yola çıktık.

Suat’ın bakış açısından Bafa gölü gezimizin özeti de şöyle:

“Bafa:

Lerzan, Berke ve ailesiyle vedalaşma ve Bafa’ya müteveccihen yola koyuluş. Başak’ın memleketi Söke yakınlarındaki Ali Baba Çöp Şişçisinde çatlayana kadar çöp şiş yeme, restoranın bereketini arttırma, restorandaki kızın bizi çok sevmesi üzerine bize bir de dev karpuz yedirmesi. Bafa gölü kenarındaki Herakleia antik kentine yaklaşırken, büyülü manzaralara en iyi şekilde eşlik edecek Celtic müzik parçaları dinleyerek kendimizden geçiş. Otelimize yerleşip etrafımızı keşfe çıkış. Eski adı Herakleia olan ve muhteşem bir yaratıcılıkla “Kapıkırı” adı verilen yerin ahalisinin ticaretteki cevvalliklerinden bunalan Alev’in, ahaliye “yemeni tacirleri” adını takması. Akşam yemeğinde iyi niyetli ama konudan konuya atlayan otel sahibi ve “politically aware” oğluyla “Türk Siyasal Yaşamı ve Osmanlı Siyaset Sosyolojisi” konularında içkili sohbet toplantısı… Otel yemeklerinin lezzetiyle kendimizden geçiş.

Sabah erkenden 2 kalabalık Fransız aileden ve bizlerden teşekkül etmiş bir grup olarak antik Herakleia kalıntılarına ve manastırlara tırmanış. Yürüyüş esnasında, rehberimiz “politically aware” çocuğun, kerameti kendinden menkul çeşitlemelerinden oluşan sohbetine maruz kalınmamak için yarısı güleç, yarısı nemrut Fransızların kah önlerinde, kah arkalarında, zaman zaman aralarında, ama mutlaka saklanarak yürümeye çalışmak…”

2 Ekim 2011 Pazar

EGE'DE BİR YER - II


Rüzgar sörfü cenneti. Daha uzun kalırsak mutlaka denemek isteyeceğimiz, keyifli bir aktivite...


Bizim bu Köy ile ilgili şansımız, çocukluktan beri oralı olan ve bir kısmı kışlarını da orada geçiren arkadaşlarımız, kuzenlerimiz. Onlar tüm bu kalabalığın, aşırı markacılığın, gösterişin olmadığı sakin yerlerini biliyorlar hem Köyün hem de Yarımadanın (ne kadar kalabalık olsa da hala tenha, bakir yerler mevcut tabii ki). Bu nedenle, kendimizi onlara teslim ediyoruz oraya gidince.

Dostlar

Biz, eğer kuzenimizin evinde kalmazsak, arkadaşlarımızın ailesine ait Sakin Ev ’de kalıyoruz. Adı üstünde işte: Köyün sakin bir kıyısında, sakin bir ortam. Pek çok benzer işletmenin "butik" olma iddiasından tamamen uzak, ama bu kelimesinin tam da gerçek anlamını yaşayan ve yaşatan bir mekân. Otel ya da pansiyondan çok, bir ev havasında zaten, ama müşteri rahatlığı için düşünülmüş "ince teknik detaylar" çok etkileyici. Bu detayları farkedemez de tek tek öğrenmek isterseniz, mekan sahibi Ergin Abi'ye sorun. O size büyük bir zevkle tek tek kurguladığı, hayata geçirdiği teknik detayları anlatacak, kendi dizaynı olan yer altındaki "kumanda merkezi"ni de gösterecektir.
Gördüğüm kadarıyla Köy merkezindeki aşırı kalabalıktan, itiş kakıştan bağışık çok az sayıda mekân muaf. Zaten muaf olmayı isteyen de az gibi. Çünkü Köyün meşhur ana caddesinde, o çılgın kalabalığa rağmen, yol üzerine dizilmiş masalarda yemek yemek moda ve aynı zamanda bu davranış da bir tür statü göstergesi sayılıyor. Medyada çok iyi bildiğiniz pek çok insanı bu masalarda yemek yemeğe çalışırken veya caddede turlarken görebilirsiniz. Tabii önceleri böylesi bir kalabalık yokmuş, sokaklara atılan masalarda rahat rahat yemek yenebiliyormuş, son 3-5 yılın akınıyla belli aylarda özellikle akşamları bu caddede yürümek ve caddeye atılan masalarda yemek yemek nerdeyse imkansız, yine de buna azmeden dolu insan var.
Soldan sağa: Yazımın altındaki eğlenceli "Tatil Özeti" nin yazarı Suat, Kuzenimiz aynı zamanda sevimli Isla Bonita'nın sahibi Gülfem ve ben. Alev'e her bagaj yerleşiminde bol ter döktüren alışveriş torbalarımızı da saymadan olmaz:)  

Tüm bu kargaşadan tam anlamıyla muaf kalmayı beceren restoranlardan biri de Agrilia. Bıraksanız kaldığımız sürece her öğünü orada yiyebiliriz, nitekim de hemen hemen öyle oluyor. Ama tabii, arkadaşlarımızın tavsiyesiyle benzer başka yerlere de gidiyoruz. Agrilia'nın ortaklarından biri ile aramızdaki "hısımlık" bağı bu mekanla ilgili yazacaklarımın obkektivitesini gölgeler mi diye çok düşündüm. Ancak, sonuç negatif. Yani, burası "X" bir yer olsa, fikrim yine aynı olacaktı. Kaldı ki, mekanın bizim naçizane görüşlerimizi aşan referansları var: Agrilia bu Köyün, Yarımadanın klasiklerinden biri aslında, çünkü Köydeki en eski restoranlardan biri (belki de en eskisi). Dolayısıyla, sadık ve tutkulu bir müşteri kitlesi var. 20 yıldır taviz vermedikleri prensiplerle işletiliyor. Kalitesini de özenle koruduğu bu prensiplere borçlu. Asla endüstriyel gıda satılmıyor, yediğiniz her şey sipariş üzerine o anda hazırlanmaya başlıyor. Restoranın sandalye sayısı belli, 20 yıllık müşteri de olsanız kapasite doluysa, ekstradan bir sandalye daha eklemiyorlar sizin hatırınıza. Popülizm hatrına müziğin sesi "biraz daha" açılmıyor, biraz daha masa, sandalye (yer olmasına rağmen) konmuyor. Müzikler şahane, seçimler ve ses ayarı o kadar profesyonelce yapılmış ki ne sohbetinizi bastırıyor, ne yediklerinizi boğazınıza diziyor, geriden hafif hafif eşlik ediyor yediklerinize ve sohbetlerinize.


Agrilia "Slow Food" akımının temsilcisi ve uygulayıcısı




Agrilia'nın içeriden görünümü. Kışın giderseniz şömine keyfi var.


Arkadaşlarımız sayesinde geçen yaz keşfettiğimiz ve beğendiğimiz bir başka yer de Köy Marinası'nın içinde yer alan, genelde tekne ve marina personelinin yemek yediği, ama yemeklerinin eşsiz lezzeti nedeniyle artık bilen herkesin geldiği "Lokanta" isimli restoran. Burada bildiğiniz "ev yemekleri" çıkıyor ama %100 Ege ve özellikle "Anne" usulünde yapılıyor hepsi. Şimdi bir düşünün: Halka halka kesilmiş, üzerine sarmısaklı yoğurt ve domates sosu dökülmüş patates kızartması, kıymalı-sarmısaklı yoğurtlu makarna, imambayıldı hangimizin çocukluk yazlarının deniz sonrası ya da arası öğlen yemeği olmamıştır?
Yarımadanın gerçekten güzel bir denizi var. Bu kadar rüzgârlı ve dolayısıyla genelde dalgalı olmasına rağmen hiç bulanmayan, kumluk bir deniz. Çok bakir, tenha plajların yanı sıra, fiyatı daha ekonomik, imkânları daha mütevazı, kesinlikle medyatik olmayan bazı hoş tesisler var. Bunlardan ikisi Çiftlikköy- Altınkum tarafındaki Okan’s Place ve Ramo Beach. Hafta içi giderseniz çok daha sakin oluyorlar, güneşin, denizin, kumun tadını çıkarıyorsunuz. Yarımadanın diğer tarafında ise isimlerine medyadan aşina olduğunuz pek çok başka plaj da (Babylon, Otto, Aya Yorgi vb.) var, geçen yaz Köy konaklamamız hafta içine denk geldiği için gitmiştik buralara, bu sefer haftasonu olduğu için özellikle gitmedik.

Gerçi bu sefer gittiğimiz Ramo Beach de , pazar günü olması sebebiyle çok kalabalıktı.
Bizim Yarımadada en sevdiğimiz yer Ildırı. Aslında yazının asıl konusu olan Köye çok yakın ama sanki hiç yakın değilmişçesine bakir, kendi halinde bir yer. Küçük restoranlarında Ege mutfağına uygun kahvaltı ve yemekler yenebiliyor. Köyün tepesindeki eski antik kent ve kilise yıkıntısına enginar tarlaları ve zeytinler arasında yürüyerek ulaşmak zevkli oluyor (bunu 2009 Aralık ayında gittiğimizde yapmıştık, yazısı burada).
Bu Köyü ziyaretlerimiz can dostlar nedeniyle daha devam edecek önümüzdeki yıllarda da, ancak onlar olmasaydı, büyük ihtimalle bir veya iki kez görmüş olmakla yetinirdik diye düşünüyorum.
Bu yıl tatile birlikte çıktığımız can dostumuz Suat da kendi bakış açısından tatilimizin daha "bize özel", kronolojik bir özetini çıkarmış. Okurken o kadar eğlendik ki, buradaki kayıtlarımızda yer almasını istedik. Buyrun, Suat'ın esprili bakış açısından "Köy" tatilimizin özeti:
"YOLA ÇIKIŞ:

Haftalar öncesinden kararlaştırıldığı gibi sabahın 3’ünde yola çıkış. Suat’ın bakımdan yeni çıkan arabasının fren sisteminin ciddi bir uyarı vermesi, tüm eşyaların Alev’in arabasına nakli. Alev’in 3000 parçalık puzzle yapar gibi bir edayla onlarca parçadan oluşan bavul, çanta ve torbalarımızı bagaja yerleştirmesi. Yola koyuluş. Başak’ın arka koltukta kendisine bir taht hazırlaması ve boylu boyunca uzanması. Bizimle idareten 2 dakika sohbetten sonra mışıl mışıl uykuya dalması. Alev’le Afyon’a kadar sağdan soldan sohbet, Başak’ın hiçbirşey duymadan uykuya devamı. Afyon. Her tatilcinin ilk varışta yarı yol diye sevinip ikinci varışta tatil bitti diye üzüldüğü, iç sıkıntısını artırmaya bire bir o kuru kentimsi… Başak’ın Afyon’a nasıl bu kadar çabuk vardığımıza şaşırması. Varan’da ağır ama lezzetli kahvaltı. Sabah 9.00’a doğru Ege’nin güzelliklerinin kendini göstermeye başlaması… Başak ve Suat’ın ortalama 20 dk. da bir tuvalete gitme ihtiyaçlarının aynı olduğunu keşfetmelerine sevinmeleri, bu durumdan şoför koltuğundaki Alev’in pek hazzetmemesi. Başak ve Suat’in Varan Tesisleri Tuvaletlerini 2’şer kez ziyareti.

ALAÇATI:

Tekrar yola koyuluş. Başak’ın tahtında mutaden uykuya çekilmesi. Uyandığında Alaçatı’ya varmış olmamız ve Başak’ın buna da şaşırıp sevinmesi. Alev’in yüzünde “la havle” ifadesi. Marinada gemicilerin yemek yediği “Lokanta” isimli yerde tıka basa yemek. Doyduktan sonra sipariş edilen anne usulünde yapılmış dev sarımsaklı yoğurtlu patates kızartması tabağının gelmesi, bunu da bir güzel silip süpürüş ve kendimize şaşırma. Başak ve Suat’ın Marina Tuvaletlerini 2’şer kez ziyaretleri. Lerzan ve Berke’nin ailesine ait “Sakin Ev” pansiyona varış. Sakin Ev’in güzelliğinden, ev sahiplerimizin hoş sohbetlerinden ve misafirperverliklerinden had safhada etkileniş, Atatuş Ailesinin bize “hoş geldiniz” ziyareti yapması sonrası huzurlu bir öğleden sonra uykusunun kollarına kendimizi bırakış...

Akşam hava kararırken uyanış, Ülkü teyzenin buzlu beyaz şarap ikramı, Berke’yle Alaçatı’yı tepeden gören bir noktaya güzel bir yürüyüş, sonra çarşısına çıkış ve yeni yeni dolmaya başlayan restoranlar, kafeler, şık insanlar arasından yürüyerek Alaçatı Çarşı’yı keşfediş. İtalya’da karşılaşılsa servet istenecek manda derisi ve çelik karışımı su geçirmez sörfçü bilekliği ve özel yapım çapalı kolyeyi Suat’ın heyecanla satın alması. Berke, Lerzan, Zeynep, Yaman, Başak, Alev ve Suat’tan oluşan grupla, ana caddenin kalabalığından uzak, güzel bir balıkçıda neşeli bir akşam yemeği. Piyasa Caddesine yakın oturtulmadıkları ve gerektiği gibi piyasa yapamayacakları inancına kapılarak panik olan kızlı erkekli bir grubun garsonları azarlamaları. Bunu Zeynep’den duyan Başak ve Suat’ın o grubu kınamaları, ancak Alev tarafından yine Ergenekonculukla suçlanmaları. Onların da Alev’i yine liboşlukla itham etmeleri.


Ertesi gün Ülkü teyzenin çeşit çeşit peynirli zeytinli reçelli zengin kahvaltısının ardından plaja gitme hazırlıkları. Bu diyarların en iyi plajının Ramazan adlı bir şahsın işlettiği “Ramo Beach” adlı bir yer olduğunu öğreniş ve bu isimden fevkalade etkilenerek , çocuklar gibi şen edalarla plaja vasıl oluş. Alev’in otoparkçı esnafıyla muhatap olmak zorunda kalışları, plaj kumu üzerinde 4x4 olmadan araba kullanmak ve park etmek zorunda kalması…

“Genelde sakin olur ama Pazar günleri normalden biraz daha kalabalık olabilir” denen ünlü Ramo plajında, ancak sardalye tenekesine istiflenmiş zavallı balıkların sahip olabilecekleri kadar geniş bir alanda, Zeynep ve Yaman’ın erken gelmeleri sayesinde kendimize yer kapmaya muvaffak oluş. İpek gibi kum, buz gibi soğuk berrak su, Çeşme’nin denizi… Alev ve Berke’nin bel hizasındaki suda, tenis topuna benzer yamuk yumuk garip bir batmaz topu birbirlerine atmaları, mezkur talihsiz topu havada kapmak ve mutlaka ters parendeyle denize düşmek suretiyle kendilerine bir plaj eğlencesi yaratmaları…

Tam arkamızda oturan, sabah plaja vardığımız saatten , akşam ayrıldığımız saate kadar yerlerinden kalkmadan “okey” oynayan 4 kişiden müteşekkil garip aile. El aralarında, ailenin hanımının ortaya çıkarttığı cam kapaklı bir porselen kaptan hep beraber dolmalar atıştırmaları ve sonrasında, çok önemli olduğu malum ama hiçbir zaman çözülemeyecek bir devlet meselesini masaya yatıranların ciddiyete gömülmüş yüz ifadesiyle okeye devam etmeleri. Ramo’nun bizzat elleriyle hazırladığı ya da anne ve baba tarafından muhtelif ve sayısız akrabalarına hazırlatıp sunduğu yemeklerin yenmesi. Başak ve Suat’ın sipariş ettiği spagettilerin herkes yemeklerini bitirdikten sonra lütfen gelmesi ve su içinde yüzen çamur gibi “A la Ramo” spagettiden Suat’in etkilenmeye pek istekli görünmemesi… Başak ve Suat’ın Ramo Beach Tuvaletlerini en az 4’er kez ziyareti.

Ramo’ya veda, otele dönüş, akşam yemeğinde Alev’in kuzeninin eşinin ortağı olduğu meşhur Agrilia Restoranda yemek. Siparişleri verdikten sonra Alev’le Başak’ın apar topar masayı terk etmeleri ve Başak’ın an itibariyle Alaçatı sörf kampında bulunan ve güneş alerjisi olan ve olayı had safhada dramatize eden yeğeni Selin’i otelde ziyaret etmeye gitmeleri…

Ertesi gün Bafa’ya doğru yola çıkma hazırlıkları. Alev’in bir gün önce tamamen boşalttığı bagajı, Başak’la Suat’ın Alaçatı’nın mağazalarından yaptıkları yoğun alışveriş de eklenince bu kez 5.000 parçalık bir puzzle yapar gibi, kan-ter içinde yeniden yerleştirmesi ve Başak’la Suat’ı daha alışveriş yapmamaları konusunda uyarması."

26 Eylül 2011 Pazartesi

EGE'DE BİR YER - I




Başlığı özellikle böyle attım. Çünkü tatil rotamızda 3 yıldır yer alan, artık iyice şehirleşmiş ve “medya yıldızı” olmuş, olunca da neye uğradığını şaşmış bu Köyün ekstra reklâma hiç ihtiyacı yok. Anladınız değil mi nereden bahsettiğimi? Ege'de bir Yarımada üzerinde, 4-5 yıl öncesine kadar sadece ve ağırlıkla İzmirli turistlerin ve sörfçülerin bildiği, denizde kıyısı olmayan, bir miktar metruk taş evden oluşan bu Köy bu sene tatil rotamızın da ilk durağıydı… "Köy" demeye devam edeceğim ama artık köylükle (en azından yaz aylarında) alâkası kalmadığını da bilin.



Hayatının akışı sakin ve (bilinçli macera arayışları dışında) yormayan tatil yerleri asıl tercihimiz. Türkiye’de bu kolay iş değil, nitekim kalabalık bir ülkeyiz, kabımıza sığmıyoruz. Çoğunluğumuz genelde kalabalık, içiçe aile ve ortamlarda yetiştiğinden midir nedir, içine girdiğimiz tüm sosyal ortamlar da alabildiğine kalabalık olsun istiyoruz, seviyoruz . Hem iletişim hem de ulaşım imkânlarının son sürat arttığı ve kolaylaştığı bu dönemlerde hemen her yer ve herkes eninde sonunda popüler hale gelecek, başta ekonomik motivasyon olmak üzere, bilemeyeceğimiz bir yığın nedenle, zorla da olsa popüler (ve kalabalık) hale getirilecektir. Yani alışmaktan başka çare yok gibi:)

Böyle bir durumda, stratejiyi de adeta bir "oyun" havasına büründürüp, buralarda bulunup da yine de sessiz, sakin kalmayı başarmış, gizli saklı mekanların, ortamların arayışına düşmek de ayrı bir keyif oluyor. Tatil demek rahatlık demek, cana gelebilecek zararlar dışında, bir tatilde olan-olabilecek hiç bir can sıkıcı şey bizim o seyahat ya da tatilden aldığımız keyfi gölgeleyemez. Hatta bir "yaşanmışlık" ve "tecrübe" olduğundan, tatil sonrası birikimlerimizi, sohbetlerimizi de zenginleştirir, anlata anlata o can sıkıcı olayın karikatürize bir hale dönüştüğü de çok olur:)

Evet, Köy ve üzerinde bulunduğu Yarımadanın “ambiyansı” çok hoş, hatta Köy dışında Yarımada üzerinde bakir ve sakin olan pek çok başka yer de var. Ancak, tıpkı Güney Ege’nin bir başka kontrolsüzce popüler hale gelmiş tatil şehri gibi, burası da artık kontrolsüz bir kalabalığı (ve dolayısıyla yatırımı) mıknatıs gibi üzerine çektiğinden, özellikle "high season" denilen Temmuz-Ağustos aylarında bizim gibi “yabani” turistlere çok cazip gelecek bir yer değil. Fakat gerçeklerden de kaçamıyoruz: Çok sevdiğimiz bir grup arkadaşımız bir süredir burada (ve İzmir’de) yaşıyorlar ve biz onları ille de görmek istiyoruz. Bu şartlar altında, sevgi üstün geliyor tabii ki:)



Alaçatı'nın güzel sokakları, böyle boşken güzelliği çok net

Hem toplum hem de bireysel olarak her şeyin “suyunu çıkarmak” eğilimindeyiz, hatta eğilimin ötesinde, bilfiil çıkarıyoruz. Duygularımızı, davranışlarımızı abartıyor, sevdiğimiz şeyleri de (insan, mekân, fikir vb. fark etmez) sevdiğimiz için adeta öldürüyoruz. İşte, bence bu şirin Köye yapılan da tam bu: “Çok sevdiği için öldürmek”



Evet, Köy Türkiye’de örnek teşkil eden yerel bir sivil toplum organizasyonun yoğun çabası ile korunmaya çalışılıyor. Bu kapsamda Köydeki mimari dokuya uymayan binalar, çok katlı yapılar yapmak, araçla Köy merkezine girmek vb. yasak. Hatta işletmelerin plastik sandalye kullanması, döner, kokoreç gibi kokusu çevreyi taciz eden yiyecekler satmaları dahi yasak. Hepsi çok güzel, takdire şayan. Ama beklenmeyen (yoksa "beklenen" mi demeli?) sonuç: Medya bombardımanı nedeniyle her taşın altından bir “butik” otelin, bir “butik” restoranın, bir “butik” işletmenin fışkırması…



Bu kadar çok “butik” olma iddiasında mekan olunca “butik” kelimesi de gerçek anlamından tamamen uzaklaşmış, anlamı Türklerin kendisinden anlamak istediği yepyeni başka bir anlamla yer değiştirmiş oluyor. Bu kadar çok “butik” işletme olursa, elbette acımasız (ve belki bir miktar "etik olmayan") bir rekabet de aynı anda gelecektir (Buna güzel bir örnek: Küçük Otelleri Kitabı'nın bu yılki baskısına en çok otel bu Köyden katılmış).


Bu rekabet ilk etkisini özellikle kafe-restoran-bar tarzı işletmelerde sokaktan geçen müşteri adayının dikkatini çekmek ve diğer mekanlardan müşteri çalmak niyetiyle açılan “müzik sesi” olarak gösteriyor. Her mekânın müziği birbirine karıştığı için, ve zaten yollardan sel gibi akan insanların uğultusu her daim mevcut olduğundan, nihayette ortaya çıkan hoş olmayan bir gürültü. Ve bu durum Köyün doğal ambiyansı ile taban tabana zıt, bana kalırsa Köy merkezi için çok da antipatik etki yaratıyor.

Oysa ilk kez 2009'da gittiğimizde dahi, kalabalık aynıydı da, mekânlardan taşan müzik sesi yoktu, bu konuda o zaman mevcut işletmeler kendi aralarında bir uyum ve anlaşma sağlamış görünüyorlardı. Daha yüksek ses eşliğinde eğlenip dansetmek isteyenler, Yarımadanın daha ücra bölgelerine dağılmış ve sabaha kadar açık olan gece klüplerine gidiyorlardı. Geçen 2 yılda yeni açılan mekân sayısı adeta roketlendiği için, işletmeler arasında bu uyumun kalmadığı, konulan kuralları da özellikle yeni işletmecilerin takmadığı anlaşılıyor. Bu takmama hali, genelde bu tür yerler için sonun başlangıcıdır, zira kısa zamanda bu zamana kadar başarılı koruma çalışmalarıyla ve tamamen işletmecilerin iyi niyetli katılımlarıyla Köyü bir "marka" haline getirmiş sivil toplum örgütünün kuralları, tavsiyeleri de bir süre sonra daha çok kazanç peşinde olan işletmeler tarafından dikkate alınmaz hale gelecektir. Bu projeksiyonumda haksız çıkmayı dilerim bu arada.

Anlamakta zorlandığımız şey şu: Yüzlerce yıldır, bırakın yeni bina yapılmasını, mevcutların tadilatı dahi çok sıkı teknik ve estetik kurallara tabi mini minnacık Porto Fino'ya, bu Köyden kat kat fazla turist yağıyor ve dünyanın parasını bırakıyor. Ama oranın sokaklarında böylesi bir kalabalık, böylesi bir uğultu olmuyor. Dahası, Porto Fino halkı ve esnafı da "daha da para kazanmamız lazım, illa ki yeni oteller, yeni restoranlar vs. açalım, müşterinin dikkatini çekmek için müziğin sesini az biraz daha açalım" demiyor. Biz de işler nasıl kısa sürede benim "sevdiği için öldürmek" diye tanımladığım bu durumlara geliyor???



Kalabalık kısmına değinmek aslında gereksiz olacak, ama yani öyle böyle değil. Ben hiçbir zaman insanların kalabalık ortamlardan nasıl bir keyif aldıklarını, daha da ileri gidip bunu bir "yaşam tarzı" haline getirmelerini anlayamadım. Benim onları anlayamadığım gibi, onların da benim gibi düşünen insanları anlamadıklarını düşünüyorum. Kendilerine saygılıyım, yeter ki onlar da bizim gibi sessizlik ve sakinlik arayışında olan insanların zaten zar-zor bulabildikleri doğal yaşam ortamlarına saygılı olsunlar.


Gerçekten pek çok insan kalabalık ve gürültüyü seviyor. Daha doğrusu seviyor mu bilemeyiz, ama en basitinden ultra kanıksamış, hayatının parçası saymış durumda.


Yarımadanın en "tropik" görüntülü denizi Ilıca'da


Peki insan tatile niçin çıkar? Özellikle 30’larını geçmiş, çalışan kesim için soruyorum: Geldiğiniz yerdeki yaşam alışkanlıklarının dışına çıkma fırsatı değil midir tatil denen lüks zaman boşluğu? Köye gelenlerin neredeyse tamamını İstanbul-Ankara-İzmir turistinin oluşturduğunu dikkate alırsak; eğer aynı yaşadığınız yerdeki gibi her yere arabayla gitmeniz, her gittiğiniz yerde park yeri bulmanız, park için para ödemeniz, en basit bir yemek için dahi uzun uzun planlar yapmanız gerekiyorsa, herhangi bir mekânda yer bulabilmek için daha sabahın erken saatinde rezervasyon yaptırma telaşına düşüyorsanız, üstelik rezervasyonla gittiğiniz yerde yoldan akın akın geçenler size değiyor, çarpıyorsa, para vermeden neredeyse hiçbir yerde denize giremiyorsanız, allah aşkına bunun neresi tatil oluyor?


Bizim gibi düşünüyorsanız, bu Köye kış, ilkbahar ve sonbahar aylarında gidin, özellikle Temmuz ve Ağustos aylarında uzak durun. O zaman gerçek ruhunu sindire sindire yaşayabilirsiniz. Çünkü Köy ve Yarımada gerçekten güzel, fakat kalabalık nedeniyle güzelliği biraz gölgeleniyor, geri planda kalıyor. "Yüksek Sezon" diye tanımlanan dönem dışında çok daha büyük keyif verecektir. Bizim familyadan değilseniz de, o zaman özellikle Temmuz ve Ağustos aylarında burayı ziyaret etmeniz uygun olur.

5 Ağustos 2011 Cuma

YAZ BAŞLASIN...

Yaz benim için bugün başlıyor resmen. Her yıl resmi tatil zamanım gelene kadar çoktan bir kaç haftasonu deniz kenarı ziyareti yapmış olan biz, bu yıl özellikle benim anormal iş yoğunluğum nedeniyle Ankara'dan bir yere (Abant'a bile) kıpırdayamadık. Temmuz ayının tamamını, haftasonları dahil, ofiste geçirdim. İnanın yazı nasıl yarıladık anlamadım. Üstelik koca bir ay bilfiil ofiste geçtiği, evin yolunu zor bulup yorgunluktan sızdığım için Ankara yazının da keyfini süremedik.

Bu yazdan şu ana kadar yanıma kalan Haziran ayında iş sebebiyle gidip keyfini tekrar sürme fırsatı bulduğum Batum ve Andy Warhol sergisi uğruna gittiğim İstanbul seyahatleri oldu. Eğer yorgunluktan bitmeseydim (ki hala devam ediyor), şimdiye sizlerle, hızla değişen Batum'dan güzel karelerle bir yazı paylaşacaktım. Ama yok, bu yıl yazma yılım değil sanırım:) Batum fotoları bile daha bilgisayara inmedi.

Bu gece resmi tatilimiz başlıyor. 2 hafta sürecek ve çok keyifle planladığımız uzun bir rotaya doğru yola çıkıyoruz. Dönüşte 2011 yazından geriye hatıra olarak ne kaldıysa, burada paylaşacağım. Malzeme birikince yazılarını yazmak daha kolay olacak diye umuyorum:)

Sevgiler, iyi tatiller:)